Komşudaki Adalılık halleri ve mücadeleleri

-
Aa
+
a
a
a

Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, Legal Centre Lesvos’ta iltica hukuku ve göçmenler konularında çalışan Ozan Mirkan Balpetek ile komşudaki Adalılık hallerini ve dertlerini konuşuyorlar.

""
Komşudaki Adalılık halleri ve mücadeleleri
 

Komşudaki Adalılık halleri ve mücadeleleri

podcast servisi: iTunes / RSS

N.S.: Apaçık Radyo'da Dünya Mirası Adalar programını dinliyorsunuz. Herkese merhabalar, ben Nevin Sungur.

D.T.: Merhabalar, ben Derya Tolgay.

N.S.: Teknik masada Andrei Gritcu ve destekçimiz Nesrin Sungur Çakmak'a çok teşekkür ediyor ve Turgutreis'e sevgi ve selamlarımızı gönderiyoruz.

D.T.: Sungur ailesine özel teşekkür ediyoruz gerçekten. Buradan Nermin'e de bir selam yollayalım çünkü her hafta deşifrelerimizi yaparak bize destek oluyor, sağolsunlar.

N.S.: Bugün yine karanlık bir havada başladık güne. Memleketteki karanlık havaya biraz ara verelim diyoruz ama her gün biraz daha karanlık havalara uyanıyoruz. Dediğim gibi, bugün yine de bir ara verip komşuya uzanalım istedik. Konuğumuz Midilli'den, orada altı yıldır yaşayan Ozan Mirkan Balpetek. Hoş geldin Ozan.

Ozan Mirkan Balpetek: Merhabalar arkadaşlar, selamlar.

N.S.: Ozan, altı yıldır oradasın. Göçmen kamplarında öğretmenlik yaptın, çocuk koruma programlarında sosyal hizmet görevlisi olarak çalıştın. Şu anda da bir hukuk kuruluşu olan Legal Center Lesbos'da iltica hukuku, koruma, göçmen kriminalizasyonu, sınır şiddeti gibi konularda savunuculuk, iletişim ve kampanyalar üzerine çalışıyorsun. Öncelikle kolay gelsin gerçekten. Bunlar da sıkıntılı, dertli konular. Şimdi uzanalım ve biraz havamız değişsin demiştik ama baktık ki orada da dertler diz boyu. Bütün bunları vaktimiz yettiğince konuşacağız. Başlık çok ama önce sözü Derya’ya bırakayım, onun bir duyurusu var. Ondan sonra yine o duyuruyla bağlantılı bir soruyla devam edelim söyleşimize.

D.T.: Evet, ben de kıyılarla ilgili bir haber paylaşmak istiyorum. Bir buçuk yıl önce Türkiye'nin farklı kıyılarında savunuculuk yapan 24 kıyı hareketi birleşti ve birçok kez toplu, eş zamanlı olarak ‘Kıyılar Hepimizin’ diyerek farklı kıyılardan eylemler yapıp, mücadelemizi sürdürdük. Hrant Dink Vakfı da bu çalışmalardan dolayı bizi Işıklar Ödülü'ne layık gördü.

Geçtiğimiz hafta sonu, İzmir'de 24 kıyı hareketinin bir buluşması oldu ve bir basın duyurusuyla sonuç bildirgesi hazırladığı haberi verildi. Ardından Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı olarak, kıyı ekosistemlerini korumak ve herkesin kıyılara eşit ve ücretsiz olarak erişimini savunmak amacıyla ortak mücadele çağrısı yapıldı. Toplanan imzalarla, kıyılardaki hukuksuz işgallere karşı Meclis’e gideceğimizi duyurduk. 2023 yılında başlatılanHavlu Hareketinin ardından, Yunanistan'da Yunan hükümeti kıyıları korumak için adımlar attı. Ne yazık ki bizde böyle bir şey olmadı ama Hazine ve Maliye Bakanlığı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlıkları bakir plajlar listesinde yer alan 198 bölgeyi imara kapattığını duyurdu.

Sanırım Havlu Hareketi’nin de ivmesiyle son iki senedir Yunanistan'da turizm şekil değiştiriyor. Siz de belki bize bunları anlatacaksınız. Nevin’in de paylaştığı bir haber var ve bu habere göre, örneğin bin 600 nüfuslu adalardan biri, ilk sıfır karbon iklim dostu topluluğu haline getiriliyor. Sıfır plastik uygulamaları adalarda başlatılıyor ve adamıza gelenler doğal çakıllara uzansın, küçük koylarda doğayla iç içe deniz keyfi yapsın anlayışıyla kitle turizmine değil, nitelikli turizme doğru bir gidiş var. Beş yıldızlı, yüzlerce odalı otellerin de artık yapılamayacağı söylendi.

Havlu Hareketi, bizim tarafta ilk Datça ve Çeşme'de başladı ve oralardan da dalga dalga yayılmaya başladı. Bizim size şöyle bir sorumuz var; internasyonal bir dayanışma ağı, Akdeniz ülkeleri kıyı mücadeleleri arasında bir iletişim ağı kurmak mümkün olabilir mi? Biz bunu Kıyı Hareketi Ağı'nda da konuşuyoruz. Programın duyurusunu yaptığımızda da Kıyıda Hareketi’nden birisi, Yunanistan'daki arkadaşlarımızla bu mümkün olabilir mi diye size sormamızı istedi. Ben de size önce oradaki Havlu Hareketi’ni ve ardından da bir işbirliğinin mümkün olup olamayacağını sorayım.

O.M.B.: Hemen cevap vereyim; öyle bir mümkünat yoksa da yapmak bizim işimiz yani yol yoksa açarız, varsa yürürüz.

Teşekkür ediyorum öncelikle davetiniz için. Böyle konular bazen böyle davetler hasebiyle açılabiliyor. Bunun olanaklılığına dair birkaç hatırlatma yapabilirim. Zaten vakti zamanında, iki memleket arasında aynı coğrafyayı paylaşmanın, benzer pratiklere, benzer dinamiklere sahip olmanın getirdiği ortaklaşmalar yapılmış ve hala da sürmekte. Belki burada Kazma Bırak Hareketi’ne bir göz kırpmak lazım. Özellikle Doğu Akdeniz Havzası'nda petrol ve petrokimya arayışları başladığı zaman, Kıbrıs'tan, Türkiye'den, Lübnan'dan, Filistin'den ve Yunanistan'dan, bu alanda aktif olarak politik örgütlenme içinde olan insanları bir araya getirme amacıyla kurulmuş bir ağ bu. Bunların içerisinde örneğin, Yunanistan'ın Volos kentinde yapılmaya çalışan bir çöp yakma tesisine karşı çıkan köylüler de var. Öte yandan, Mardin'de yapılmaya çalışılan maden arama tetkik süreçlerine dahil olmaya çalışan köylüler de var. Dolayısıyla böyle bir karma ağ halinde ağlar var ve bence çoğunlukla da başarılı oluyorlar. Başarıdan kastım, elbette ki nihai başarı gibi değil ama beraber mücadele ederken birtakım şeyleri durdurabilmek, birbirinden öğrenmek ve yeniden o dirilişi üretebilmek gibi bir şeyden bahsediyorum. Yoksa böyle bir nihai zafer zannediyorum kolaylıkla aşılabilecek bir şey değil ki belki de yok yani sürekli devingen bir şey.

Bir diğer konu da tabii ki kıyılar. Bahsi geçen coğrafya; Midilli, İzmir, Ayvalık vb. bütün bu havzalar, aslında 500 yıldan fazla yıldır sınır tanımayarak hiçbir sınır, hiçbir polis güvenliği, hiçbir gümrük çevirisi olmadan yaşamışlar. Bu konuda bir örnek vereyim; Kaz Dağları’nın ürettiği kaynak suyu, denizin altından doğal bir yolla Midilli'ye ulaşıyor. Bu doğa üzerinden gerçekleşen bir şey, herhangi bir kanal açılmamış. Bu yüzden 2006’dan itibaren, özellikle Kaz Dağları'ndaki o siyanürle altın aranması bir şekilde Midillileri de ilgilendiriyor çünkü sulama ve içme suları oradan geliyor. Başka bir ülkede bir şey oluyor ve bize bunun bir etkisi yok gibi bakmamak önemli.

The Guardian gazetesinde yaklaşık bir buçuk sene önce Avrupa hava kirliliği haritası çıkartıldı. Türkiye'den bakınca, Ege Adaları’nda denizin güzelliği, kıyıları, havası inci gibi görülüyor ama bu haritaya göre Midilli, Sakız, Samos gibi Türkiye’ye yakın adalar, en kirli yerler arasında yer aldı. Bunun iki farklı sebebi var: Bir tanesi; bu adaların ana karadan çok uzakta olmasından dolayı elektrik ihtiyaçlarını petrol veya petrokimya ürünleriyle gidermesi. Diğer neden ise; Yatağan’dan Çanakkale'nin en kuzeyine kadar, Türkiye'deki açılan yeni termik santrallere, yeni maden arama bölgelerine yakın olması.

Tekrar başa yani sorunuza dönersem, aramızda bir iş birliği olmalı, olmaz ise gerçek bir mücadele vermek güçsüzleşiyor - kıyı hareketi de biraz böyle. Burada başladığı zaman Türkiye'ye de ilham vermesi bence bir tesadüf değil. Özellikle son 15 senedir, bu meydan hareketleri ve işgal hareketleriyle beraber memleketlerin fertleri çok hızlı bir biçimde birbirlerinden bir şeyler öğrenebiliyor ve çok hızlı olarak iletişim kuruyorlar. O yüzden seve seve, neden olmasın, denemeye değer.

N.S.: Şöyle bir şey vardır ya; Türkiye'den Yunan adalarına tatile gittiğimizde bizim taraftaki o çarpık yapılaşmanın aksine, oraların el değmemiş halini görünce çok etkilenir ve böyle olmasına da imreniriz. Seninle bu program için bu korumacılık üzerine konuşalım demiştim. Sen de Türkiye'ye nazaran daha iyi dedin ama o kadar da güllük gülistanlık bir durum olmadığından bahsettin. Sonrasında da konuşacağımız başlıklardan birisi olarak da turizm politikalarında benzerlikler, sürdürülebilir turizm kavramının çıkmazları olarak belirledin. Tam olarak neyi kastediyorsun, biraz açabilir misin? Korumacılık anlamında gözde görülür bir şey var ama orada da arka planda gerçekten o tür sıkıntılar yaşanıyor mu? 

O.M.B.: Elbette. Zira şöyle iki akslı bir açılış yapmak önemli: Bir tanesi - ki bunu anlayabilmek için Türkiye ile karşılaştırma yapalım, sayısal olarak bir oransızlık var tabii ki - hem coğrafya, hem de altyapısal olarak Türkiye'ye gelen turist sayısı çok çok daha fazla yani nicel olarak Yunanistan'da daha az ama turizmden anlamamız gereken belki de şu; mesela arkadaşlarla iki ülkenin turizmini konuşurken Yunanlı bir arkadaşım şöyle demişti, “Antalya'da Kahtalı Mıçe denize giriyor ise Mykonos'ta ünlü rapçı 50 Cent girecek.” Turizmin kullandığı parametreler biraz başka yani burada nitel-nicel bir farklılık var. Belki o tarafı anlatmak lazım yani sadece sayısal olarak Yunanistan'da daha az turist sayısının olmasının gerekliliği, Türkiye'de daha çok yozlaşma oluyor gibi anlaşılmasın.

İkinci taraf da tabi ki bunun altyapısal özelliği. Mesela ufacık adalara hava alanlarının yapılması ve bu da iki aylık gibi kısa bir süreçte yoğun bir nüfusun transferi demek. Mesela, Astipalaia Adası’na bazen iki ay içerisinde 500 bin turist geliyor. Bu doğaya etki demek, oradaki yakılan elektriğe, kullanılan kaynaklara etki demek. Türkiye'de elbette ki bu ‘Müştereklerin Çitlenmesi’ kavramı özellikle devlet baskısı ve devlet çevresinde örgütlenen sermayenin kar hırsıyla çok ilişkili. Yunanistan'da bunu frenleyen hala hem devlet, hem devletüstü yani Avrupa Birliği kuralları var elbette fakat yine de o hırs bir yerden kapatınca öbür taraftan girmeye çalışıyor ne yazık ki.

Bir diğer konu sürdürülebilirlik. Bununla birlikte, karbon ayakizi kavramı çok önemli bir kavram ama bazen onun içerisinde önemli bir parametre olan, genellikle mühendislikte yaşam döngüsü denilen kavramı biraz unutuyoruz. Yaşam döngüsü de metanın üretiminin bütün süreçlerine ne kadar karbon yakıldığıyla alakalı. Örneğin, bir ufak kalemin üretilmesinde o plastik nereden geldi, nasıl getirildi, içerine mürekkep nasıl kondu gibi alanlarda ne kadar enerji harcandığına bakılıyor. Haliyle Astipalaia gibi bir adada veya Midilli gibi bir adada böyle çok çok uzaklardan malzeme taşınmasının kendisi bu çevresel faktörleri gözettiğimizde o taşımanın süreçleriyle alakalı birtakım problemler yaratabiliyor - biraz böyle dallandırdım, kusura bakmayın.

Bu politikalar bir buçuk sene önce bir baskı olarak Havlu Hareketi ile başladı ve aynı zamanda geçen yaz Avrupa Birliği, Yunanistan'a bir ihtar raporu gönderdi; ‘Yunanistan'da bu şekilde bir turizm politikası, 10 sene sonra turizmin hiçbir şekilde sürdürülemez hale getirecektir’ dendi - belki bu raporu sonra dinleyiciler ile paylaşabiliriz. Bu raporda en çok gösterilen önerme de şu; Yunanistan'da iki büyük ekonomik girdisi var ve bu neredeyse ekonominin bazen %50'sine, GSMH’nin %50'sine denk geliyor; deniz taşımacılığı ve turizm. Bu ikisi de zaten birbiriyle çok ilişkili. Sadece bu alana yığılan bir ekonomik model iç ekonomide, küçük ekonomide, kooperatiflerin desteklenmesinde yeterli bir süreç değil. Raporda ayrıca, ‘Aynı zamanda ekolojik yıkımla beraber, ısınan havayla beraber, zaten erişilmesi güç olan su kaynakları gibi kaynakların tükenmesi adalarda çok yıkıcı ve onarılamaz hasarlar bırakacak’ deniyor.

O yüzden biraz da ben tamamlayıcı olarak söyledim yani ‘Yok öyle değil o işler’ gibi değil de tamamlayıcı bir taraftan bakmak lazım. Örnek alınması gereken, belki üzerine yoğunlaşılması gereken bir sürü politika burada uygulanıyor. Özellikle de gerçekten bir direniş var ve diğer taraftan da ona karşı yapılan bazı hamleler var. Onları da kenarda bırakmamak lazım.

D.T.: Ben burada bizim adalarla ilgili bir soru sorabilir miyim? Bu regulasyonları olmayan kapitalizm yani sermaye her yeri zorluyor, her yere girecek ve bunun önünde de hem yerel savunucular, sivil alanlardaki savunucular, hem de buranın belediyelerinin de çok önemli görevleri var. Bizim adaları takip ediyorsanız, yakın zamana kadar burada ulaşım faytonlarla yapılıyordu ama sonra bir günde kaldırıldı. Atların bir kısmı hareketsizlikten ahırlarında öldü, uzun bir hikaye ve çok kez bu konuda program da yaptık. Sonuçta şimdi buraya dev minibüsleri koydular, dakikada iki tane, üç tane kalkacak ve boş dönecek kadar çoklar. Sermayenin zorlaması ve buna eşlik eden yerel yönetimlerin bir birlikteliği ile küçücük adalarda bir şehirleşme modeli uygulanıyor. Mesela Yunanistan’da hiçbir motorlu aracın olmadığı adalar var. Gayet rahat sürdürüyorlar hayatlarını ve turizm gelirleri de çok bildiğim kadarıyla. Bu konu hakkında söyleyecekleriniz var mı? Bir de ek olarak bizim adalarla ilgili gözlemeniz nedir?

O.M.B.: Annem uzun yıllar Heybeliada'da yaşadığı için bu meselelere çok haizim. Kişisel bir yerden söylemek gerekirse, tabii bir yandan insanın içi acıyor ama o iç acısını bir yana koyup, onun önüne nasıl geçebiliriz bunu düşünmek gerekir diye düşünüyorum Elbette ki belediyelerin dahil olması hem şeffaflık, hem üçüncü bir göz, hem de bir baskı unsuru olarak çok önemli bir yerde duruyor. Türkiye'de de, Yunanistan'da da aynı şekilde olduğunu söyleyebilirim. Özellikle muhtarlık gibi, ufak ilçe belediyeleri gibi alanların aslında tutunmasıyla veya bunların bir şekilde sermayedarlar tarafından tırnak içinde satın alınmasıyla oluşan direniş kırma süreçlerine de çok haiziz. O yüzden bu ikili bir yandan çok tehlikeli.



Bir başka deyim ile hakikaten belediyeleri boşlamamak, belediyelerdeki süreçlere bir şekilde dahil olmak bence bugün hiç olmadığı kadar önemli. Yunanistan'a bakınca biraz tabii ki farklı farklı adalardan, farklı farklı modeller görüyoruz. Örneğin, Türkiye kıyılarına yakın adalarda, belediyeler çok hızlı bir şekilde sağcılaşıyor. Sağcılaşmalarındaki en önemli sebeplerden biri de elbette ki göçmenlerin adaya gelişi ve göçmenlerin nasıl o adalarda yaşatılacağı. Avrupa Birliği - Türkiye anlaşmasının getirdiği bir zorunluluk var. Belirli memleketlerden gelen insanlar için ne yazık ki bütün iltica süreçleri tamamlanmadan adadan ayrılmaları yasak ediliyor, bir coğrafi kısıtlık getiriliyor kişilere. Haliyle bu da adalarda göçmen popülasyonunun artması demek büyük ölçüde. Adalarda bu sağcılaşan eğilim, otomatikman kendini bu tip yatırım meselelerinde de gösteriyor. Örneğin Midilli'ye dönersek, Midilli bu göç meselesinin en yakıcı olduğu yerlerden de bir tanesi. İki-üç dönemdir belediye başkanlığını üstlenen sağcı Yeni Demokrasi Partisi hükümeti mensuplarının ilk yaptıkları şey, adada bir turizm süreci başlatmak oldu. Midilli'nin önemli gelirlerinden biri Türkiye'den gelen turistler. Ayrıca dini turizm yani Ortodokslar için önemli ziyaretlerin olduğu da bir yer Midilli. Adanın en batı tarafında bulunan Eresos bölgesinde sit alanı ilan edilmiş bir sahil var ve burasını otel sahibi olan birine kiralamak gibi bir süreç başlattılar. Eresos'taki köylüler buna iki senedir direniyorlar. Aslında bunun anlamı, bölgeyi özel mülkleştirme. Yabancı düşmanlığı üzerinden seçilen bu kişiler, meseleyi böyle bir sermayedarlığa da kırabiliyorlar.

Bir başka format ise Orta Ege bölgesindeki hakikaten turizm ile tamamen hayatını döndüren bölgelerdeki tarım alanlarının bozulması. Yapılmak istenen tarımsal üretimi yapan küçük üreticilerin yavaş yavaş artık kendi mülklerini, tarlalarını satıp imara açmak değil, daha çok kalkınmacı turizm adı altında birtakım bungalovlar veya retreat denilen, özellikle büyük şirketlerin çalışanlarına yönelik dinlenme alanları kurdurmak gibi alanlar açmak. Böylece daha küçük ölçekte farklı modeller gelişiyor. Buraların her birinde, küçük küçük de olsa bir takım direnen yerler, dışarıyla ilişki kurmaya çalışan insanlar var.

İstanbul'daki Adalar için ne yapacağız konusunda da kurulacak bir ağda başka yerlerde, başka coğrafyalarda ne tip yollar izlenmiş, birbirimizden ne öğrenebiliriz gibi tartışmaların açılması çok önemli. Nerede bir belediye ya da bir yerel yönetim sistemi yurttaşların gözetiminden veya baskısından mahrum bırakılıyor ise orada illa işler bizim aleyhimize dönüyor.

Son bir örnek İkaria Adası'ndan olabilir; yine Türkiye'ye görece yakın ama İkaria'daki belediye, uzun yıllardır adada sadece toplu taşıma olması konusunda sürekli direniyor. Araba sayısında kısıtlanmalar gelecek ve yavaş turizm denilen, büyük bir turizme açılmayan, altyapısını sürekli devindiren yani yeni yollar yapalım, sürekli adayı büyütelim gibi bir şeyden uzaklaşıp özellikle köylünün veya yerelinin kullandığı yolların nasıl tekrar kullanılabilir hale getirilebileceği gibi modellerle uğraşıyorlar. Fakat özellikle devlet büyük bir baskı uyguluyor, mesela kasıtlı olarak kışın İkaria'ya giden vapurlar iptal ediliyor, yazın arttırılıyor ve bu da sürekli bir git-gel hikayesi gibi. Önemli olan o mücadeleyi bırakmamak.

N.S.: Şimdi yine zamanımız daralmaya başlamış. Son olarak çok güncel bir şey olduğu için şununla bitirelim isterseniz; Ege son dönemlerde sürekli sallanıyor, yanlış hatırlamıyorsam yine Çanakkale havzasında, Midilli'de de bir deprem oldu. Siz nasıl etkileniyorsunuz, buna dair nasıl bir hazırlık var, ne tür önlemler alınıyor ve nasıl bir hava var şu anda Midilli'de?

O.M.B.: Midilli'deki genel hissiyat, elbette ki orada yaşanacak bir yıkımın buraya nasıl etkileneceği gibi değil de orada ne yaşanacağı. Midili, 2016'da bir deprem geçirmiş. Üç sene önce İzmir'de yaşanan deprem İzmir'de can aldı, Samos'ta da can aldı. Depremin yıkıntısından ziyade, büyük bir tsunami ile geldi. Dolayısıyla böyle bir depremden ziyade tsunami etkisi ne olacak korkusu biraz yüksek, Elbette ki hazırlanma biçimi - en azından bende – bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak Türkiye'de de bunun aynısını neden uygulayamadığımızı görünce bazen içimi acıtıyor. Erken çözüm sistemiyle altyapının tamamını oraya aktararak hazırlıklar yapmak, adanın büyük ölçüde boşaltılması, boşaltılamayan kısımlarda özel hazırlıklar yapılması, toplanma alanlarının belirlenmesi vs. tabii ki çok kıymetli. Diğer yandan şunu da düşündürüyor; diğer adalarda veya diğer doğal felaketlerde neden aynı şeyi göremedik? Örneğin üç yazdır Atina'da çok büyük yangınlar oluyor ve Yunanistan'da orman arazisinin, çevresindeki orman arazisinin %60'ı neredeyse yandı.

Ben bir kere bir yangının ertesinde Atina'daydım ve hayatımda ilk defa gökten kül yağdığını gördüm. O zamanki önerme ‘maske takarak çıkın’ idi. Özellikle 1999 depremini yaşamış biri olarak, kıymet verdiğim şeylerden bir tanesi o zaman iki memleketin birbirlerinin yaralarını sarmalarının ötesinde, bir diplomatik ilişkiyi geliştirip hatta hiç olmayan bir diplomatik ilişkiyi tekrar açabilmiş olmalarıydı. Bugün bunları yaşamakta, bunları uluslararası politikada da üretmekte belki güçlük çekiyor iki memleket veya iki memleketin halkları diyelim, o yüzden öğrenebilecek çok şey var. Keşke bunu daha açıkça birbirimizle temas ettirebildiğimiz bir yere getirsek. Ümit ediyorum Santorini’de büyük bir şey yaşanmadan bu hikaye kapanacak ama eğer bilim bizi yanıltmıyorsa mesela yarın Atina'da ya da İstanbul'da yaşanacak bir deprem için buralarda ne yapılacağına dair bir ibare de bırakıyor size.

Belki bir son anektod da genellikle Midilliler kendilerini gariban yani Yunanistan'ın garipleri olarak görürler. “Bu iş zaten Santorini'de olduğu için bu kadar görülüyor,” diye de bir serzeniş var. Onun doğruluğu bende değil, o yüzden yalan söylemek istemem başkasının ağzından ama “Aynısı Midilli'de olsaydı inan bana böyle olmazdı Ozan,” diyorlar, bunu da söylemiş olayım.

N.S.: Peki, çok teşekkürler Ozan. Yine başlıklarımızı tamamlayamadan kapatıyoruz ama suyun öte tarafına selam gönderelim, dayanışmanın daha büyük yaşanacağı zamanları dileyelim. Katıldığın için tekrar çok teşekkürler.

D.T.: Çok teşekkürler Ozan, çok kıymetli bilgiler paylaştın bizlerle, çok sağol.

N.S.: ‘Adalar hepimizin’ diyoruz biz.

O.M.B.: Aynen öyle. Ben teşekkür ederim, ne mutlu sizlerle de böyle tanışmış olmak. Ümit ediyorum o bağları kuvvetlendirecek bir sohbet açmış oluruz izleyiciler için.

D.T.: Açıldı, açıldı.

N.S.: İyi günler herkese.