Ekonomi Politik'te Ali Bilge, Özgür Özel’in Sosyalist Enternasyonal Kurul Toplantısı’ndaki konuşmasına, barış sürecindeki son duruma ve ekonomide yaşanan iktisadi daralmaya değiniyor.
Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!
Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Suda!
Suda Sim Meriç: Merhabalar, günaydınlar!
Ö.M.: Gene son derece çalkantılı günlerden geçmekteyiz, “Sessizliğin Sesi” adlı bir parçayla başladık güne çünkü ülkede ve dünyada her konuda korkunç trajediler olmasına rağmen sessizliğin sesi hakim görünüyor. Galiba Özgür Özel’in Sosyalist Enternasyonal Kurul Toplantısı’ndaki konuşmalarından ve orada yapılanlardan bahsedeceğiz. Orada da zaten, “Her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey düşmanlarımızın kötü sözlerinden çok dostlarımızın sessizliği olacak” diyor.
A.B.: Evet, Sosyalist Enternasyonal’in ismi çok görkemli ama içeriği kalmamış bir tanımlama. CHP, bu toplantıyı İstanbul’da yapmakla içinde bulunduğumuz sert siyasi konjonktürü dış dünyaya aktarmayı, Ekrem İmamoğlu’nun tutsak edilmesini vurgulamayı hedefledi ve bu platformu iyi değerlendirdi ancak Sosyalist Enternasyonal adı altındaki bu platform, Karl Marx’ı mezarında ters döndürecek bir halde çünkü çok uzun yıllardır sosyalist tanımını hak etmeyen bir grup. Aslında bu partilerin neredeyse tamamı neoliberal çizgide bulunmaktadır ve bu halleriyle Marx’ı değil, Willy Brandt’ı bile mezarında ters döndürecek durumdadırlar.
Tarihine fazla girmeyeceğim ama bu teşkilat, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kuruldu. Kuruluşu, sosyal demokrat ilkeler çerçevesindeydi ancak zaman içinde değişti. Önce İngiliz İşçi Partisi Tony Blair, ardından da Alman Sosyal Demokrat Partisi ve diğerleri işçi sınıfı ve emekçi sınıflarla bağlarını koparttı. İsmi Sosyalist Enternasyonal ama içeriği böyle değil, zaman içinde emekçi kesimlerden daha çok sermayeyle olan bağlarının kuvvetlendiğine tanık olduk. Birinci Enternasyonal, Marx zamanında kuruldu (1864-1876); İkinci Enternasyonal (1889-1914); Üçüncü Enternasyonal ise (Komintern) 1919’da Lenin’in önderliğinde kuruldu, dünya komünist devrimlerini hedefledi. Bunun da canına Stalin okudu, 1943’te sona erdi, kısa bir tarihi oldu.
Sözünü ettiğimiz Sosyalist Enternasyonal, 1951’de kuruldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, refah devletini devletin ekonomideki rolünü, sosyal demokrat değeri savundu ama daha sonra 1970’lerden, 80’lerden itibaren neoliberalizm egemen olmaya başladı. Dolayısıyla bu partiler artık düzen partileri. Tanım kaldı, yadigâr, hak etmedikleri bir kavram/tanım üzerinde toplanıyorlar.
CHP Genel Başkanı da serzenişte bulunmakta çok haklı çünkü Sosyalist Enternasyonal Partileri dünya da gelişen otokrasilerle mücadele etmiyorlar ya da çok az değiniyorlar.
Şunları hatırlayalım; daha önceki Enternasyonal dönemlerine Bulgaristan Komünist Partisi Sekreteri Dimitrov’un Almanya’da tutuklanması vardı – elbette Ekrem İmamoğlu bir Dimitrov değil. Gramschi de Faşist İtalya’da 1920’lerin sonunda tutuklanmıştı, o devrin dünyasında yer yerinden oynamıştı, iç ve dış baskılar sonucunda Gramschi, özellikle dış baskılar sonucunda serbest bırakılmıştı. Aynı zamanda Almanya da Dimitrov’un savunmasına çok büyük destek olmuştu. Dimitrov da sonuçta düzmece bir davadan sıyrılmıştı ama bugün gelip baktığımızda İmamoğlu’nun ismini bile zikretmiyor.
Ancak bugünkü Sosyalist Enternasyonal Başkanı İspanyol Başbakanı Sanchez, otokrasilere ve Türkiye otokrasisinin hapse attığı kardeş parti CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu’na değinmiyor bile. Türkiye’nin otokratik düzeninin, kendini sosyal demokrat diye tanımlayan CHP’ye karşı hukuksuz uygulamalarını dile getirmekten bile aciz durumdalar. Daha kuvvetli olmaları beklenirken, daha cılız bir pozisyon alıyorlar, ‘dostlar alışverişte görsün’ pozisyonu içindeler. Nitekim Özgür Özel, bu kayıtsızlığı dile getirdi. Başkan, toplantıdan önce Erdoğan’la da görüşmeyi tercih etti.
Bana kalırsa gerçekten Sosyalist Enternasyonal, işe yaramayan, arkaik bir kurum halindeki bir teşkilat. İsmiyle müsemma bir ilişkisi yok, işçi sınıfıyla, emek dünyasıyla bir ilişkisi de pek kalmamış. aksine sermayeyle ilişkileri gelişmiş, özelleştirmeci partilerden müteşekkil bir grup ama absürt bir şekilde bu isimle devam ediyor, gerçekten buraya harcanan paralara yazık.
Ancak CHP doğru yaptı. Platformda, uluslararası alanda CHP’ye uygulanan baskıları ve İBB ve İmamoğlu tutuklamalarını dile getirdi, cılız tepkiyi eleştirdi. Ekrem İmamoğlu, dünyanın en büyük metropollerinden birinin belediye başkanı ve aynı zamanda üst üste üç seçim kazanmış bir kişi. Kendisi hukuksuz bir şekilde hapse tıkılıyor, diploması iptal ediliyor ve bu duruma kardeş partilerin tavrı bu kadar cılız oluyor! Ancak CHP bu toplantıyı kendi doğrultusunda değerlendirdi, iyi de oldu ancak dünyadan ve Avrupa’dan güçlü bir dayanışma olduğunu söylemek pek mümkün değil.
Ö.M.: Sosyalist Enternasyonal’ın kapanışında Özgür Özel’in konuşması damgasını vurmuş durumda; “Türkiye, bir sivil darbe sürecindedir” diye kapatıyor ve “İmamoğlu ve arkadaşları tamamen siyaseten tutukludur” diyor. Şu anda Türkiye’de birinci durumda olan partiye yani CHP’ye darbe yapıldığını da dile getiren bir konuşma yapmış,“Milletimiz yeni bir görev verene kadar ana muhalefetteyiz, görevimizin bilincindeyiz. Demokrasinin seçilmiş parlamentosunun arkasındayız. Ekrem İmamoğlu ve hapisteki bütün arkadaşlarının suçsuzluğuna kefil olan insanlarız” diye de ekleme yapıyor.
A.B.: Toplantı başlarken dördüncü dalga operasyon oldu; Ekrem İmamoğlu’nun özel kalemine, şoförüne, korumalarına kadar indiler. Aslında fiilen kayyum atanıyor, çalışamaz bir hale getiriliyor İBB.
Türkiye, Rusya’dan sonra, dünyada gelişen yeni tip otokrasiler için önemli ve kıdemli bir ülke. CHP’ye dalga dalga operasyonlar yapılıyor ancak Sosyalist Enternasyonal olabildiğince sessiz ve kayıtsız. Tabii bir taraftan da devam eden ve adına ‘barış süreci, çözüm süreci’ denen bir süreç var. İsterseniz bu konuya giriş yapalım.
Ö.M.: Evet, lütfen.
A.B.: Ana muhalefete dalga dalga operasyonlar yapılmaya devam ediliyor. Hatırlarsınız; son belediye seçimlerinden sonra - daha öncekilerde olduğu gibi - DEM Partisi’nin kazandığı belediyelerin üzerine gidildi, dalga dalga DEM operasyonları oldu, kayyumlar atandı, önce başkanlar/yöneticiler tutuklandı. Dalga dalga operasyonları Türkiye daha önce pek çok alanda yaşamıştır. Devam eden barış sürecine ilişkin PKK bildirisinde ‘soykırım’, ‘Lozan’ ve ‘24 Anayasası’ tartışmaları yapıldı, yapılıyor. Son tartışma da ‘siyasi tutsak’ meselesinde oluyor; iktidar ve Kürt siyasi tarafı arasında anlaşmazlık söz konusu, sonra konu kullanılan dil meselesine geldi.
Ayrıca barış sürecine ilişkin atılacak yasal adımlar meselesi hala açıkta duruyor, bilhassa da infaz yasası. Öcalan'ın durumuna ilişkin gelişmelerin, infaz yasasına ilişkin düzenlemelerin Bayramdan önce Meclis’e geleceği söyleniyor. Elbette kritik soru şu: Bu düzenlemelerin kapsamının ne olacağı ve kimleri kapsıyor? Türkiye’de 2023 öncesini içerecek bir düzenleme olacağı belirtilmesine karşın, düzenlemenin kapsamını henüz bilmiyoruz.
Düzenlemenin kapsamında Osman Kavala , Selahattin Demirtaş, Çiğdem Mater, Gezi’deki arkadaşlar, Can Atalay var mı? Hapiste bulunan binlerce siyasi tutuklu var. Bunlar çok önemli. 1974 Affı’nı en iyi siz bilirsiniz Ömer Bey; 1974 Affı’nın kapsamı, iktidarın ortağı Millî Selamet Partisi, Erbakan tarafından daraltılmıştı, sonrasında Anayasa Mahkemesi bu düzenlemeyi bozmuş ve sol tutukluları da kapsama dahil etmişti. Ancak bugün böyle bir Anayasa Mahkemesi yok. O zamanki Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan idi, o günkü Anayasa Mahkemesi gerçekten hukukçulardan oluşan bir yapıydı. Bekleyen çok konu var ve infaz yasası da bunlardan biri.
Öyle bir süreçte yaşıyoruz ki gerçekten saatleri ayarlama vaktinde miyiz?Ondan tam emin değilim çünkü herkesin kendine özgü saatleri ayarlama vakti var. Türkiye’de siyasette farklı işleyen saatler ve takvimler bulunuyor. Saatleri ayarlayanlara Öcalan, Erdoğan, Bahçeli ve üst şemsiyede Trump’a güvenerek barış ve çözüm arayışına girilmiş durumda! Üstelik bu isimlere ilişkin tüm siciller de silinmiş durumda – bunu anlamak gerçekten zor.
Üstünde durmak istediğim bir diğer önemli bir konuda şu: Kürt siyasetini belirleyen en önemli güç, isim Abdullah Öcalan. PKK, DEM, Kürt siyaseti ve Kürtlerin kendi kaderlerinin tayin hakkını tek kişiye bırakmış olduğu anlaşılıyor. Bu ne kadar doğru? Öcalan ile devlet arasında geçen 25 yıllık bir süreç var. 25 yıldır hapiste olan bir insana sürecin tamamen bırakılması ne kadar doğrudur? Dünya deneyimlerine baktığımızda bu soruyu sormakta haklı değil miyiz?
Bir taraftan ana muhalefet partisine hukuksuz yüklenme, adayını enterne etme yaşanıyor. Bir taraftan da barış süreci, çözüm süreci, silahları bırakma süreci yaşanıyor! Bin bir türlü soru işareti bulunuyor. Öncelikle yasal düzenlemeler nerede? Sürecin iktidar ortakları arasında da - giderilmeyecek değil ama - bazı pürüzlere de yol açtığını görüyoruz. Tüm bunlar yaz aylarının ne şekilde geçeceğine işaret ediyor. Meclis, normal şartlarda Temmuz’da kapanır ve araya da yine dokuz günlük bir bayram tatili giriyor bildiğim kadarıyla.
Ö.M.: Kabul edilmedi galiba, henüz geçmiş değil dokuz günlük tatil.
A.B.: Turizm Bakanı istiyordu da öyle aklımda kalmış.
Ö.M.: Tam takip etmekte başarısız kalmış olabiliriz, bir daha gözden geçirmek lazım ama henüz kabul edilmiş olduğunu zannetmiyorum.
A.B.: Sonuçta arada bir Bayram tatili var, Bayramdan önce infaz düzenlemesinin geleceği söyleniyor. Dediğim gibi, kapsamı çok önemli. Ayrıca silahların bırakılması süreci nasıl işleyecek? Meclis’te gerekli düzenlemeler nasıl olacak? Yıllardır çeşitli özerklik talepleri olan Kürt siyaseti için hiçbir idari yerel özerklik talebi olmayan bir noktadan ilerliyor durum. Buna karşın anlaşılan, uzlaşılan konuların neler olduğunu bilmiyoruz.
Ortalıkta bazı videolar, mülakatlar dolaşıyor, buralarda sözü edilen ilginç hususlardan biri PKK’nın serveti! PKK’nın 28 milyar dolarlık bir servetinden ve bunun da Türkiye’ye aktarılmasından söz ediliyor. Dünya tarihinde böyle bir durum var mı, ayrılıkçı silahlı örgütlerin barış süreci sonrasında merkezi devlete kaynak aktarımı oldu mu bilmiyorum? En azından ben bilmiyorum. Ciddi bir para bu, iktidarı rahatlatır, bayağı sorunu çözer biliyor musunuz? 28 milyarlık dolar, ödemeler dengesinde çok ciddi bir nefes almaya yol açar!
Ö.M.: Bu nerede çıktı Ali Bey?
A.B.: ‘Semavi’den al haberi’ diye söyleyebilirim. Abdürrahim Semavi ile yapılan mülakatlardan söz ediyorum. Semavi, 2023 yılından itibaren bugün yaşananlara ilişkin açıklamalarda bulunmuştu, bugün yaşadıklarımızı önceden söylemişti. Eski PKK’lı Selim Çürükkaya ile yaptığı röportajlardan öğrenmiştik. Öcalan’ın devletle olan girişimlerini ilk Semavi gündeme getirmişti. Son olarak da Ruşen Çakır, Semavi ile görüştü. Semavi, gelişmeleri en doğru bilen kişi olarak görülüyor. Öcalan ve iktidar görüşmelerinin 2023’te başladığı, görüşmelerin 8 Ekim Hamas’ın saldırısından çok önce başladığını anlıyoruz , böyle olunca barış-çözüm sürecini Hamas eylemine ve uluslararası konjonktür denklemine bağlayan tez ortadan kaldırılıyor.
Sonuçta çözülmesi gereken problemler var ancak somut ilerlemelere pek rastlamıyoruz. Bana göre ise nedeni, sürecin tek kişi üzerinden sürmesidir, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkının bir kişi üzerinden yürümesidir. Meclis’in çalıştırılması hep isteniyor, Meclis’te komisyon kurulması isteniyor ama henüz bir ilerleme sağlanamadı.
Ayrıca şöyle bir durum da var; PKK, ‘sonuçta T.C. bize geldi’ diyor, devlet de diyor ki ‘Biz PKK’yı dize getirdik’. Bu da ayrı bir konu, böyle bir atmosferde cereyan eden şeyler var. Daha sarih, açık bir süreci kamuoyu talep ediyor doğrusunu söylemek gerekirse. Umarız daha öncekilerde olduğu gibi bu ilişki bir akamete uğramaz.
Geçmiş yıllarda, yanlış anımsamıyorsam Osmanlı dönemi ya da Cumhuriyetin ilk döneminde Kürt sorununda isyanlar, alevlenmeler, bastırmalardan sonra bölgeye çok yetkili valiler, müfettişler atanırdı. Doğu Valisi, müfettişi gibi bu kişiler olağanüstü yetkilere sahipti.
Ö.M.: Evet, Şark müfettişleri.
A.B.: Evet, böyle çatışmalı bir süreçten çatışmasız sürece geçişten sonra bölgeye gelen yetkili Vali bölgenin ileri gelen Kürt liderleriyle, aşiret reisleriyle toplanır, herkes memnundur, ‘Nasılsınız, iyi misiniz?’ faslı, devlet iyi, aşiret iyi ile görüşme sonlanır. Kafasında bin bir şüphe ile Vali, Kürt liderleriyle vedalaşır, uğurlanır. Toplantı sonrasında Kürt liderine ‘Durum nasıl?’ diye sorarlar, aşiret lideri cevap verir, ‘Vali Bey bizi kandırıyor biz de Vali Beyi, şimdilik böyle devam ediyoruz’ der. ‘Vali Bey bizi kandırıyor, biz de Vali Beyi’ - bu cümle hiç aklımdan çıkmaz.
Bu diyalog, Osmanlının son döneminde ya da Cumhuriyetin ilk döneminde olabilir, sanıyorum Mete Tuncay’ın Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931) adlı kitabının dip notunda okumuştum. Umarım bugün benzer bir durum ile karşılaşmayız, doğru dürüst bir şekilde saatleri ayarlayabiliriz.
Benim takıldığım, PKK’nın servetine ilişkin edilen sözler, ne kadar doğru ama telaffuz edilen rakamlar çok yüksek, bir servet. Bu para pek çok şeyi çözer, iktidara nefes aldırır ve elbette ki transferin nasıl gerçekleşeceğini merak ediyorum. Bu kaynak ile şehitlere ve PKK’lı ailelere yönelik bir vakıf kurulacağı söyleniyor. Bu işler nasıl gelişir bilemiyorum, garip ama bunlar konuşuluyor. Böyle bir paranın gelmesi Merkez Bankası’nı ve T.C. Hazinesi’ni ihya eder, 28 milyar dolar ciddi bir rakam.
Belki biraz da son dakikalarda Türkiye ekonomisine değinme imkanımız olabilir.
Ö.M.: Evet. Bu arada ben de bir araya girerek ufak bir ilavede bulunayım; iktidar medyasına DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’dan bir tepki var, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum, “Türkiye’de siyasi tutsak yoktur” sözüne karşın - biraz önce söylediğiniz ne olacak hapistekilerin bırakılması konusu deyince aklıma geldi – Bakırhan tepki vermiş, “Eşya adıyla çağrılır, ‘Siyasi tutsak yoktur’ ne demek?” Siyasi tutsak ibaresinin anlamı, hangi bağlamda kullanılacağı bir yana kesin olan şu ki neymiş ‘siyasi tutsak’ demeyecekmişiz. Sanki hukuk var, sanki demokrasi var, bir taraftan da haklı aslında ‘siyasi rehine’ mi diyelim? Bu dilden bir an önce vazgeçin demek istiyorum” diye tepki göstermiş.
A.B.: Evet, son problemimiz bu; Lozan, 24 Anayasası, soykırım ve bildiride dile getirilen hususlara siyasi tutsaklık da eklendi.
Türkiye ekonomisinde 24 yıl sonra bir ilk yaşanıyor. İmamoğlu’nun tutuklanması sonrasında ülkenin döviz rezervleri eridi. Hem Türkiye’nin dış borçlanma, hem de iç borçlanma maliyetleri arttı. Son yıllarda iç borçlanma maliyetlerindeki artışı izliyorduk ama 24 yıl sonra olan şu; borcun faiz ödemeleri anapara ödemelerini aştı. Bunu en son 2000 yılında yaşamıştık; iç borçlanma maliyetlerinin çok artması, faiz giderlerinin ağırlığının da artmasına sebebiyet veriyor. İç borçlanma maliyetlerindeki artış elbette iktisadi daralmayla bağlantılı.
Türkiye ekonomisinde çok ciddi bir iktisadi daralma yaşıyoruz, iflaslar artmış durumda. Ege Bölgesi Sanayi Odası Başkanı, geçen gün bir rakam verdi; Ege bölgesinde 100 şirketin %80’i zarar etmiş. İflaslar, konkordatolar artıyor, THY başta olmak üzere amiral gemileri zarar yazıyor. Türkiye’de ekonomi daralırken, borçlanma maliyetleri de artıyor. Erdoğan, “Tulumbaya su dökeceğiz” diyor. Daha önceki seçimlerde kullanılan bir enstrüman vardı, Kredi Garanti Fonu’nu yeniden devreye sokacaklar, yine sizden-benden kısılacak kaynaklarla yapılacak transferle şirketlerin ayakta kalması sağlanacak. Yeniden Kredi Garanti Fonu devreye sokulmaya çalışılıyor, ayrıntılarına girmek için pek vaktimiz kalmadı sanırım.
Ö.M.: Evet, bunun üzerinde daha konuşma fırsatı bulacağız herhalde.
A.B.: Evet, size iyi yayınlar dilerim.
Ö.M.: Çok teşekkür ederiz.
A.B.: Hoşçakalın!
Ö.M.: Görüşmek üzere, hoşçakalın!