Ekonomi Politik'te Ali Bilge, AKP'nin 8. Kongresi'ne değinerek, dünyadaki otokratik ittifakların ilişkisini masaya yatırıyor.
Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar!
Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey, merhaba Özdeş!
Özdeş Özbay: Günaydın!
A.B.: İyi haftalar!
Ö.M.: Karmakarışık bir haftanın daha başındayız gene. Nereden, hangi iplikten tutacağımıza da karar veremeden hepsini birazcık değerlendirmeye çalışıyoruz. İsterseniz sizinle ağırlıklı olarak AKP’nin kongresini konuşalım çünkü zaten siz siyasi parti kongre takipçilerimizin başında geliyorsunuz.
A.B.: Siyasi parti kongrelerini izlemek gazetecilik açısından önemlidir.Program tarihimiz boyunca AKP’nin 1. ve 2. kongrelerini bizzat yerinde takip etmiştim ama ondan sonra akreditasyonum kalmadı. 2001’de AKP’nin kuruluş kongresini de izlediğimi hatırlıyorum. AKP kongrelerini izlediğinizde otokratik düzene nasıl geçildiğini de izlemiş olursunuz. Bu bir otokrasi hikayesidir, bizim hikayemizdir.
22-23 yılda nereden nereye geldiğimizi kongreler üzerinden görmek mümkün. AKP’nin bu kongreler tarihini ve AKP üzerine saatlerce konuşmak mümkün ama bu programda son AKP kongresinin nasıl bir ortamda yapıldığına ve kongrede öne çıkan hususları dile getireyim. Vasat bir kongre, tek parti iktidarlarında görülen cinsten bir toplantı. CHP’nin milli şef döneminde yaptığı kongreleri de bayağı okumuşluğum, incelemişliğim vardır; otokrasinin hakim olduğu tek parti rejimleri ve yakın rejimlerde iktidar partisi kongreleri vasattır zaten.
Milli şef döneminde, 1938-45 döneminde ‘Bir eleştiren çıksa da biz kendimize gelsek’ derler. Şef ve partisi eleştirilmez ise kongreler de sıradanlaşır. Sıradanlaşmayı aşmak için ‘müstakil gruplar’ kurulur, parti içinden şefin izniyle eleştiri yapacaklar seçilir, ‘eleştirsinler, kendimize gelelim, hantallaşmayı aşalım ’ derler.
Dünkü kongrede de zaten tek adam, tek şef kültü tüm özellikleriyle oradaydı, hakimdi, bu parti kişiye özel bir parti haline geldi. Bu hususları detaylandırmayacağım, çok konuşmuşluğumuz var ancak Erdoğan’ın dünkü konuşmasında öne çıkan iki konuyu vurgulamak istiyorum ki ikisi de diz çöktürme üzerine: Birincisi, sermayeye diz çöktürmek. Erdoğan, TÜSİAD’a ‘diz çöktüreceğim’ dedi. İkinci mesajı da terörsüz Türkiye vurgusu üzerinden ‘PKK ‘ya diz çöktürmek’ oldu.
Bu iki konu önümüzdeki sürecin belirleyicisi olacak. Sermayenin diz çökmeyen kesimine diz çöktürmek, terörsüz Türkiye adı altında da silahların bırakılması, silahlı mücadeleden vazgeçilmesi koşuluyla PKK’ya diz çöktürmek. Öcalan çağrısı/açıklaması kongreye yetişseydi kongre daha farklı olurdu, zafer vurgusu ile yapılabilirdi. Dün beni memnun eden şey, Kanal İstanbul’un konuşulmamasıydı, Kanal İstanbul diye bir şey yok artık dillerinde.
Biraz da kongrenin nasıl bir ortamda yapıldığına bakalım; Trump’ın iktidarda olduğu ve birinci ayı doldurduğu zamana denk gelen bir zamanda yapıldı. En önemlisi , ittifakların değiştiği bir dünyada Türkiye’de iktidar partisinin kongresi yapıldı. Dünya sahnesinde damlar değişiyor. II.Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan ittifakların çözüldüğü bir dünyaya geçiş yapmış durumdayız. ABD’nin Avrupa ile kurduğu Atlantik ittifakının ciddi bir kopuşa uğradığını görüyoruz.
Öyle ilginç ki, ABD’nin yakın ortağı artık Avrupa Birliği değil, Rusya gözüküyor. Trump için demokrasiler önemli değil, demokrasilerin dayanışması önemli değil, demokratik değerler manzumesi önemli değil; otokratik yöneticilerin, otokratik devletlerin mutabakatı önemli. Bu mutabakat da demokrasinin, insan haklarının, hukukun üstünlüğünün önüne geçen bir mutabakat. Demokrasi, Putin’in de umurunda değil, Trump’ın da umurunda değil; dünya kokuşmuş uzlaşma ortamındayken Türkiye’de iktidar partisi kongresini yaptı. Ukrayna’yı ve Avrupa’yı devre dışı bırakarak savaşı bitirme girişimlerini yaşıyoruz.
Hatta size şunu da söyleyeyim; bu ittifakın içinde Çin de var. Neden var? Gümrük tarifeleri, ekonomik kavga ayrı,Çin ile ekonomik savaş veriyor ama siyasal savaş vermiyor. Siyasal içerik aynı otokratik bir düzen içerisindeki Çin’in bu mutabakat içinde olması, olacağı çok normal bir şey, memnun yani. Üç dev ülke ve üçü de otokraside. Otokratik mutabakat ‘herkes kendi nüfuz alanında çalışabilir, nüfuz alanını sürdürebilir’ diyor. Kendi nüfuz alanları içinde olduğu, birbirine karışmadığı müddetçe mutabakatın işleyeceğini anlaşılıyor. Elbette bu durum da Avrupa ciddi zayıflıyor. İşte böyle bir ortamda Türkiye’de bir otoriterlik hikâyesi olan 23 yıllık iktidar partisinin kongresini izledik.
Avrupa Birliği - Türkiye ilişkileri, son 10 yılda neredeyse bitme noktasına gelmiş, esamesi okunmuyor denilebilir. Sadece kâğıt üzerinde ilişkiler ağı var, en önemlisi de eskimiş bir gümrük birliği anlaşmasının olması. Sorumuz şu: Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri otokratik mutabakattan etkilenir mi?
Türkiye’nin dış ticaretinde Avrupa Birliği çok önemlidir ancak hemen şunu belirteyim; otokratik mutabakat içinde bulunan Rusya ve Çin’e, Türkiye en büyük dış ticaret açığını veriyor - Rusya bir, Çin iseiki.
Peki, bu ne demek? Otokratik mutabakat içindeki ülkelere de bağımlılığınız var demek. Dış ticaretinizde hacmi olan ve dış açık verdiğiniz ülkelere bağımlılığınız var demektir. ABD ile S400 sebebiyle yaşanan ambargo ve boykotlar nedeniyle bazı ekonomik yasaklar mevzu bahis, bu nedenle son yıllarda yatırım ve ticarette aksama söz konusu ama normal şartlarda ABD’ye de silah ve enerji gibi alanlarda olmak üzere bağımlılığımız var.
Velhasıl Türkiye, bu otokratik siyasi mutabakat içindeki ülkeler ile bir şekilde bir bağımlılık ilişkisi de yaşıyor. Türkiye’nin Rusya ve ABD ile rahatsız eden sorunlarının otokratik mutabakat dahilinde çözülmesi mümkündür. Bugün galiba,Rus Dışişleri Bakanı Türkiye’ye geliyormuş.
Zaten Türkiye, bu mutabakatın aktör ülkesi değil; Türkiye, bu mutabakatın Çelik Bilek’i değil, olsa olsa Rodi’si olur yani getir-götürcü işleriyle uğraşır ve bundan da yararlanır. Dünyadaki yeni oluşan mutabakatların içine koyarak, bu paspartu içine AKP kongresini yerleştirir isek yeni durumunTürkiye’nin otokratik iktidarına, yeni fırsatlar yarattığını, yaratabileceğini rahatlıkla görebiliriz.
Son dönemde rejimin sertleşmesi, sertleşmenin sermayeye, tüm muhalefete ve ana muhalefete de uzanması, dünyadaki değişen dengelerin Türkiye’nin otokratik iktidarına yeni imkanlar sunmasıdır. Sabah uyandığımızda yeni bir baskı haberi ile karşılaşıyoruz. Bugün de Kağızman’a kayyum atanmış değil mi?
Ö.M.: Evet, onu söylemedik bugün iyi oldu hatırlattığınız; Kağızman’a da kayyım atanması haberi vardı ve günün, sabahın ilk önemli haberlerinden biriydi.
A.B.:İktidarın çok rahat olmasının, sertleşme dozunun artırmasının arkasında yatan dünyada yeni kurulan otokratik ittifakların sunacağı imkanlardır. Büyük otokratik ittifakta pişen, küçük otokrasiye de düşebilir.
Türkiye’deki rejimin sertleşmesi, Türkiye’de demokrasi olup olmaması, kuvvetler birliği olması kimin umurunda? Trump’ın mı umurunda, Çin’in mi umurunda, Rusya’nın mı umurunda? Onların da uyguladıkları, istedikleri böylesine bir düzen.
Değişen dünyanın yeni dengesinde oluşan otokrasi bloğunda Türkiye’ye yeni garantiler ortaya çıkabilir, yeni fırsatlar ortaya çıkabilir. S400 meseleleri gibi konular, bu otokratik bloklaşmada halledilebilir mevzular; yeter ki Türkiye haddini bilecek, ona çizilen sınırlar içerisine hareket edecek, böyle yaklaşır ise pek çok fırsatı yakalayabilir.
Dünyada oluşan yeni otokratik mutabakatta, Türkiye otokrasisinin kendine ciddi pay çıkarması pekâlâ mümkündür. AKP’nin dün yapılan kongresini bu manzaranın içerisine yerleştirip bakarsak daha iyi bir siyasi analiz yapmış oluruz diye düşünüyorum.
Evet, çok vasat bir kongre, tamamen tek parti iktidarlarına, tek parti kültüne göre dizayn edilen bir kongre. Çok yorgun, tozlanmış bir hareket ki zaten gecikmeli bir şekilde kongrelerini yaptılar. Sanatçıların, sporcuların alınması AKP kongrelerinde, Türkiye siyasal parti kongrelerinde rastladığımız hususlar ama hukukçu Serap Yazıcı’nın AKP’ye girişi doğrusu çok şaşırttı, ters köşe oldu. Otokratik rejimlerde her şeyi beklemek mümkündür ama Yazıcı’nın U dönüşü pek çok kişiyi hayrete düşürdü. 2007’de kurulan yeni ve demokratik anayasa hazırlamakla görevlendirilen komisyonun başkanı müteveffa Ergun Özbudun Hoca idi ve Serap Yazıcı da o komisyonun içindeydi bildiğim kadarıyla.
Ö.M.: ...ve eşi.
A.B.: Daha sonradan eşi oldu, o yıllarda değil de...
Ö.M.: Prof. Dr. Ergun Özbudun’un eşi oldu, evet.
A.B.: AKP kongrelerinde çoğunlukla hep bildiğimiz, birbirini tekrar eden sözler sarf edilir, vurgular yapılır, katılımlar yaşanır, bindirilmiş kıtalarla zoraki dinamizm filan olur ancak dün, tüm bu vasatlık içinde yaşanan rahatlığı da gördük. Sonuçta dış dinamiklerin AKP iktidarına sunduğu, sunabileceği bir şeyler var, iktidardaki rahatlığın kaynağının bu gelişmeler olduğunu varsayabiliriz.
Tabii ki otokratik mutabakatı destekleyen Türkiye’nin ihtiyacı olan mali kaynaklar meselesi hemen akla geliyor. İster demokraside, ister otokraside mali akış olmadan ülkeyi yönetmek pek mümkün değil. Türkiye’nin tasarrufları kendi kendini idare etmeye yetmiyor. Bilhassa doğrudan yatırımlara ihtiyacı var, o gelmez ise finansal yatırımlara ihtiyacı var, otokratik mutabakat kaynak akışını, dinamizmi sağlar mı? Sorulardan biri bu.
Türkiye, ticaretini ve borçlanmasının önemli bölümünü Avrupa’ya yapıyor, Avrupa piyasaları üzerinden borçlanıyor. Avrupa’nın dünyanın yeni oluşan mutabakatlarında geride kalması, ihmal edilmesinin Türkiye’ye muhtemel etkilerini de hesap etmek lazım.
Türkiye’nin antidemokratikleşme tarihine AKP kongreleri üzerinden bakmak önemlidir.
Açık Radyo’da Ekonomi Politik programlarına başladıktan kısa bir süre sonra AKP’nin 12 Ekim 2003 tarihli ilk kongresini izlemişim. Bu kongrede, Erdoğan’ın yaptığı konuşma elimde, biraz neler söylemiş ona bakalım; ‘Kadının hukukunun tam olarak korunduğu bir Türkiye rüyası görüyoruz’ diyor Erdoğan. İstanbul Sözleşmesi iptal oldu, nereden nereye geldik? ‘Avrupa Birliği’ne girmiş bir Türkiye, medeniyetler buluşmasının en sağlam köprüsü olacaktır’ diyor. AKP’nin çizgisini belirtiyor , ‘muhafazakar demokrat bir çizgideyiz’ diyor. İyi hatırlıyorum, bu kongrede ilk defa muhafazakar demokrat çizgiden söz edilmişti, daha sonra Başbakan Yardımcılığı yapan Yalçın Akdoğan’ın bu konuda yazdığı broşür/ kitap, kongre konuşmasının eki olarak dağıtılmıştı.
İlk kongresinde partisi için, ‘Muhafazakar demokrat çizgi, toplumsal ve siyasal merkez olacak’ diyen Erdoğan’ın partisinde ve kendisinde demokratlığının bugün esamesi okunmuyor. Evet, partisinde bir de bir garip muhafazakarlık var yani o da enteresan. Evet, garip muhafazakarlık. Türkiye’yi yarı İslam Cumhuriyeti, yarı laik bir ülke haline getirdi, merkezin inşası bu şekilde oldu. Aynı konuşmada, ‘Türkiye, adaleti her alanda tesis etmeden ilerleyemez. Hükümetler, adaleti her bakımdan vazgeçilmez bir öncelik olarak programlarına koymadan milletin yüzüne bakamaz’ diyor Erdoğan. ‘Adaleti partimizin adına koyduk, inşallah bu kavram her dile getirildiğinde hatırlanacak’ diyor.
Bugün geldiğimiz nokta, demokrasinin kırıntılarıyla yetinmek durumunda olduğumuzdur. İşte bir seçimler oluyor, o da işte bir şekilde oluyor ama kuvvetler ayrılığı diye bir şey yok, medyanın durumu belli. Sabah kalkıyorsunuz, bir kayyum ataması normal bir refleks, hükümet icraatı ve hatta hükümet kararı bile değil; bakanlık icraatı haline gelmiş durumda. Kongreyi, dünyadaki gelişmelerle birlikte okursak Türkiye’nin demokrasi - otokrasi arasındaki kavşakta bundan sonra nereye doğru ilerleyeceğine ilişkin ciddi fikir sahibi olmamız mümkün.
Ö.M.: Ali Bey, ben de Prof. Dr. Serap Yazıcı Özbudun’un bu geçişişi ile ilgili olarak bir araya gireyim izninizle; Gelecek Partisi’nden istifa ederek AKP’ye katıldı ve Serbestiyet gazetesine de anlatmış kararını, ‘Benim görüşlerimde hiçbir değişiklik yok, Meclis’te bu fikirlerimin mücadelesini verdim ama Meclis’te bu fikirlerim doğrultusunda hiçbir şeyi değiştiremedim. Türkiye siyasetinde şu anda iki büyük güç var AKP ve CHP. Davette aracı olanlara ‘Benim fikirlerime rağmen mi davet ediyorsunuz? Sizi çok eleştirdim, bunlara rağmen mi bu davet?’ diye sordum. ‘Evet, Cumhurbaşkanımız sizi partimizde görmek istiyor’ dediler’ diye açıklamış. Yani ilkeler değil, kişilikler önemli anlaşılan. ‘Cumhurbaşkanımızla görüşmeden çok etkilendim, bana çok güven verdi. Bir dahaki dönem Milletvekilliği dahil hiçbir talebim de olmadı’ diye de eklemiş. Fakat kısa bir süre önce mesela T24 internet gazetesinde Cansu Çamlıbel’in kendisiyle yaptığı çok ayrıntılı bir ‘Zor Konuşmalar’ başlıklı bir görüşmesi vardı. Gerek Can Atalay’ın durumunu Meclis gündeminde en yüksek sesle tutan isimler arasında olduğunu ve ayrıca mesela Osman Kavala’nın tutukluluğuyla ilgili olarak T24’ten Mehmet Yılmaz’ın da yeni yazısında belirttiği gibi, ‘AİHM, Kavala davasında dosyada başvurucuya izafe edilen, işlemiş olduğu suçları gösteren delillerin yer almadığına hükmetmiştir. AİHM’in bu tespiti karşısında Kavala’nın tutuklu olarak yargılanması Anayasamızın 19. Maddesi’nin 3. Fıkrası’nın ihlal edildiğini göstermektedir. Bu tutukluluk Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda aktardığımız kararına aykırıdır’ diye konuşmaları var. Bunlardan nasıl bir dönüş olup gelecek merak ediyor insan doğrusu.
A.B.: Önceki AKP kongrelerinden birinde - MYK’ya seçilmişti galiba – iktisatçı, akademisyen Sumru Altuğ vardı, şimdi aklıma geldi. Altuğ da benzer şekilde, ‘Cumhurbaşkanından çok etkilendim, onun için partiye girdim’ falan demişti. Sumru Altuğ, eski sol gelenekten gelen bir kişiydi. Böyle şeyler oluyor, AKP’nin ilk iki döneminde de benzer durumlar yaşandı ama onun nesnel temelleri vardı, AKP’nin o zamanki söylemi demokrasiydi ama bugün demokrasiden tamamen uzaklaşmış bir partinin, bir iktidarın neferi olmayı seçmenin biraz psikolojik sebepleri olsa gerek diye düşünüyorum. Çünkü Serap Yazıcı’yı düzgün ve demokrat bir hukukçu olarak tanıdık. Aynı liseden mezunuz kendisiyle, benden küçük, galiba ablasıyla aynı dönemde oldum. Yazıcı, akademik hayatta çok iyi bir performans gösterdi, siyasette Gelecek Partisi’nde yer aldı. Aslında Serap Yazıcı’yı Davutoğlu’na sormak lazım, Gelecek Partisi’nde neden memnuniyetsiz olmuş, iktidar partisiyle buluşmasının nedenlerini Davutoğlu’na sormakta fayda var.
Şeytanın avukatlığını yapayım; Yazıcı’nın katılımı şunun habercisi olabilir mi? Zamanında çıkış yapıp, AKP yönetimine tavır alamayıp, geç kurulan iki parti oldu; DEVA ve Gelecek. Bunlar da umduklarını bulamadılar. Bunlardan dönüşler var, bu partiler CHP ile ittifaktan, kontenjanından Milletvekili çıkarmasalardı bugün kapanmış bile olabilirlerdi. Parti yürütmek hiç kolay değil, büyük harcamalar gerektiriyor, bunlara çok şahidiz, partiler kurulur, kapanır ya da gider ilk kaynağına.
Serap Yazıcı adına, özellikle Ergun Özbudun adına da üzüldüğümü söyleyebilirim çünkü yazdıkları ve konuşmaları ortada. 360 derece dönüşlerin hem dönene, hem de kamuoyuna yararı olmuyor, moral bozuyor. Vasat AKP’nin mucizelere ve şok dönüşlere çok ihtiyacı var. AKP, çok atıl bir durumda, %50’leri filan bulması mümkün değil. Ne oluyor? Yanına Bahçeli’yi koyuyorsun, o da yetmiyor, ‘muhafazakar Kürtleri de çekelim ancak onunla Anayasa değişikliğini belki yapabiliriz’ diyorlar. Bu nedenle her şeyden çare arıyor.
2023 depreminden 658 bin kişi konteynırda yaşıyor bu ülkede, onlardan hiç söz edilmiyor tabii. Ülkede insanlar açlık, yoksulluk içinde yaşıyorlar. Böyle bir ortamda otoriter keyfiyet devam ettiriliyor. AKP ve Erdoğan iktidarı yıpranmış ve yorgun durumda. Böyle bir ortamda otoriter keyfiyetin devamı iç dinamiklerle mi yoksa dış dinamiklerle mi sağlanır ?
1945 yılını hatırlayın, II.Dünya Savaşı sonunda Türkiye’nin Batı ilişkilerine bakalım; Türkiye’nin San Francisco Konferansı’na çağrılması ve Batı dünyasına kabulü için bazı şartlar vardı. Türkiye’nin tek parti rejimini sürdürmesi istenmedi. ‘Çok partili rejime geçmezsen Birleşmiş Milletler’e üye olamazsın’ dendi Türkiye’ye. Türkiye, dünyanın o günkü yeni konjonktüründe ‘demokrasi’ rejimine geçmek durumunda kaldı. Bugün tam tersi bir durum var, dünya otokratik mutabakat yaşıyor.
Ö.Ö.: Ama o dönemde ve daha sonrasında Sovyetler dahil olmak üzere bir çok otoriter devlet de Birleşmiş Milletler’e alındı tabii.
A.B.: Alındı, evet ancak Türkiye’nin o zaman San Francisco toplantısına ve uluslararası kuruluşlara çağırılması bu şarta bağlandı. Savaşı kazanan ülkeler olarak Sovyetler Birliği ve diğerleri zaten vardı, masadaydı ama Türkiye’nin Batı bloğuna çağırılması, NATO’ya çağırılması çok partili sisteme geçmesine bağlandı. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların uluslararası konferanslara katılması bundan sonra mümkün oldu. Hatta II. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalan Türkiye’nin, Almanlara ve Japonya‘ya savaş ilan etmesi öncelikli şartlardandı. Neyse, onlara girmeyelim şimdi.
Ö.M.: Serap Yazıcı konusuna bir kez daha kısaca dönersek, ben de şunu sormak isterim; gene Cansu Çamlıbel ile yaptığı mülakatta, ‘Türkiye, başkanlık sistemini serbestçe tartışamamanın bedelini ödüyor, bizlere ekran yasağı konuldu’ gibi oldukça sert bir eleştiri de getirmişti o zaman. Gene Kavala davasına dönecek olursak, ‘Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayınlanır; yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını gerçek ve tüzel kişileri bağlar yani Kavala’nın tutukluluğu 153. Madde’nin ilgili hükümlerini de ihlal etmiştir’ diye özel olarak T24’ten Mehmet Y. Yılmaz’a yazmış. Şimdi bütün bunlarda ilkelerin önemi birdenbire çok azımsanıyor değil mi?
A.B.: Evet, böyle durumlara siyasi tarihimizde solda da, sağda da çok şahit olmuşuzdur. Hatırlayın, DSP’nin bir Kubilay’ı vardı, yedi kez falan parti değiştirmişti. Hatırlar mısınız, böyle bir milletvekili vardı? ‘Fırıldak Kubi’ olarak geçti siyasi tarihe.
Ö.M.: Evet.
A.B.: Tesadüfen milletvekili olur, sonra sürekli parti değiştirir. Serap Yazıcı’ya gelince, böyle bir kararı kendisine bile açıklamakta zorlanacaktır bir süre sonra diye düşünüyorum. AKP’nin 8. Kongresi’ydi galiba bu, demek ki biz de sekiz kongre izlemişiz ama başlangıçtaki izlediğimiz kongrelerden sekizinciye geldiğimizde manzara-i umumiye budur.
Ö.M.: Doğrusu çok parlak bir durum yok.
A.B.: Dünyada ve ülkede hiç parlak durumumuz yok; otokrasi kuşağında yaşıyoruz, siyasal analiz yaparken, otokrasiye muhalefet ederken dünyada oluşan otokratik mutabakatı paspartu yapmak, iç gelişmeleri de bunu içine oturtarak bakmamızda fayda var. Durum da pek parlak değil.
Ö.M.: Sonuç olarak, ‘ABD’de de Trump - Musk faşizmi’ diye Korkut Boratav Sol Haber’de bir yazı kaleme almış ve Ralph Nader’in çağrısını da belirtiyordu, ‘Terör başlamadan faşizmi önleyin” diye yazdığı çok önemli bir uyarısı var 90 yaşındaki Ralf Neider’ın, ‘Amerikan halkı gecikmeden harekete geçin, diktatör heveslisi Trump ve onun sağ kolu Musk’ın gangsterleri faşist bir darbe yapmaktadır. Federal devletin sizlerin sağlığı ve güvenliği, ekonomik güvencesi için sağladığı hizmetleri hedefliyorlar’. Böyle bir durumdan bahsediyoruz, yargı denetimi de etkisiz. Aynı sorunlarla karşı karşıya olabileceğimizi de eklemek istedim ben son olarak.
A.B.: Avrupa Birliği yani Avrupa’nın bu durumu içler acısı. Konuşmaya devam edeceğiz ama durum bu.
Ö.M.: Evet, hoşça kalın, çok teşekkür ederiz.
A.B.: Görüşmek üzere.
Ö.Ö.: Görüşmek üzere.