13 Ekim 2014
Felsefeci Abdennour Bidar* açısından müminler, cihatçı sapkınlıkların kaynağından kendini sıyırmak için terörist barbarlığı telin etmekle yetinemez. Hedefi olduğu dogmalar ve siyasi araçsallaştırmalar karşısında Müslüman alemi, özeleştirisini yapmalı ve kendi reformunu gerçekleştirmelidir.
Sevgili Müslüman alemi, ben senin ırak kalmış oğullarından, sana dışarıdan ve uzaktan bakan, bugün senin onca evladının yaşadığı Fransa’dan bakan evlatlarından biriyim. Çocukluğundan beri tasavvufla ve batı düşüncesiyle beslenmiş olan feylezof gözlerimin keskinliğiyle bakıyorum sana. Yani sana Doğu’nun ve Batı’nın arasındaki berzahımdan, yarımadamda durduğum noktadan bakıyorum!
Peki, ne görüyorum? Hiç kuşkusuz, tam da sana uzaktan baktığım, aramızdaki uzaklık sayesinde mesafe aldığım için başkalarına kıyasla neyi daha iyi görüyorum? Senin sefil bir halde ve ıstırap içinde olduğunu görüyorum ve bu beni ziyadesiyle üzüyor ama benim feylezof olarak yargımın daha da sert olmasına sebep oluyor! Çünkü senin, kendisine İslam Devleti adını yakıştıran bir canavarı doğurmakta olduğunu görüyorum. Kimileri de ona şeytanın adını vermeyi tercih ederek DAESH** diyor. Ama en kötüsü, senin kendini kaybettiğini görüyorum. Bu canavarın senden doğduğunu, senin başıboşluğundan, senin çelişkilerinden, senin geçmişle gelecek arasında asılı kalmandan, insan uygarlığında kendi yerini bir türlü bulamamandan dolayı bu canavarın doğduğunu kabul etmemek için direnerek hem zamanını hem de onurunu kaybettiğini görüyorum.Ne diyorsun bu canavarın karşısında? Haykırıyorsun: “Bu ben değilim!”, “Bu İslam değil!” Bu canavarın işlediği suçların senin adına işlenmesini reddediyorsun (Not in my name!) Canavarın senin kimliğini gaspetmesine isyan ediyorsun ve tabii, etmekte de haklısın. İslam’ın barbarlığı telin ettiğini üstüne basa basa bütün dünyaya ilan etmen elzem. Ama bu tamamen yetersiz! Çünkü kendini savunma refleksine sığınıyorsun ve bunu yaparken, daha da önemlisi, özeleştiri yapmanın sorumluluğunu üstlenmiyorsun. İnfial göstermekle yetiniyorsun, oysa içinde bulunduğun bu an kendini sorgulamak için bulunmaz bir tarihi fırsat olabilirdi! Ve kendi sorumluluğunu üstlenmek yerine suçlamayı seçiyorsun: “Yeter! Siz Batılılar ve siz bütün İslam düşmanları, bizimle bu canavar arasında bir bağ kurmaktan vaz geçin! Terörizmin İslamla alakası yoktur, gerçek İslam, doğru İslam savaş değil barış demektir!” Senin hançerenden yükselen bu isyan çığlığını duyuyorum, ey sevgili Müslüman alemi, ve seni anlıyorum. Evet haklısın, dünyadaki bütün diğer kutsal ilham kaynakları gibi İslam da tarihi boyunca güzelliği, adaleti, iyilik duygusunu yarattı ve varoluşun sır dolu yolunda insanlara güçlü bir ışık kaynağı oluşturdu… Ben burada, Batı’da, kitaplarımın her birinde, İslam’ın ve diğer bütün dinlerin bu hikmeti unutulmasın ve hor görülmesin diye mücadele ediyorum! Ama uzakta durduğum bu yerden, senin görmeyi bilemediğin bir şey daha görüyorum… Bu da aklıma bir soru getiriyor – “o” büyük soruyu: bu canavar neden senin yüzünü senden çaldı? Bu aşağılık canavar neden başkasının yüzünü değil de seninkini seçti? Çünkü aslında bu canavarın arkasında saklanan muazzam bir sorun var ve öyle anlaşılıyor ki sen bu sorunla yüzleşmeye hazır değilsin. Oysa eninde sonunda bunu yapacak cesareti kendinde bulman gerek.
Bu sorun, şerrin kökleri sorunu. Şu sözümona “İslam Devleti”nin işlediği suçlar nereden çıkıyor? Söyleyeyim sana dostum. Bu senin hiç de hoşuna gitmeyecek ama benim de bir feylezof olarak bunu söylemek görevim. Bugün senin yüzünü senden çalan bu şerrin kökleri sende, canavar senin karnından çıktı ve sen bu şerrin kökünü nihayet kazımak için hastalığını itiraf etmekte geciktikçe bundan daha da beter nice canavar çıkacak ortaya!
Batılı aydınlar bile bunu görmekte zorlanıyorlar. Büyük çoğunluğu, dinin nasıl bir güç olduğunu, iyi yanıyla kötü yanıyla, hayata ve ölüme hükmeden yanıyla nasıl bir güç olduğunu öylesine unutmuş ki bana şöyle diyorlar: “Hayır, Müslüman dünyanın sorunu İslam değil, din değil, esas sorun siyaset, tarih, ekonomi vs.” Bir insan uygarlığının reaktörünün tam da kalbinde dinin olabileceğini artık hiç hatırlamıyorlar bile! Ve yarın insanlığın geleceğinin sadece mali krizin çözülmesinden değil, daha da varlığını hissettirecek bir şekilde, bütün insanlık olarak yaşadığımız eşi görülmemiş ruhani krizin çözülmesinden geçtiğini unutuyorlar! Bizler, hepimiz, gezegen ölçeğinde, bu temel meydan okumayla başetmek için bir araya gelmeyi becerebilecek miyiz? İnsanın ruhani tabiatı, boşluktan nefret eder ve o boşluğu dolduracak yeni bir şey bulamazsa, yarın bu boşluğu zamanımıza hala ayak uyduramamış dinlerle dolduracaktır. Ve bunlar da, tıpkı bugün İslam’ın yaptığı gibi, canavarlar doğurmaya koyulacaktır.
Ey Müslüman dünyası, 21. Yüzyıla yaraşır bir ruhani hayat bulmak için bütün dünyada sarfedilen bu çabaya katkıda bulunmak üzere ayaklanmaya hazır muazzam güçlerin sende olduğunu görüyorum! Maluliyetinin vehametine rağmen senin bağrında İslam’da reform yapmaya, geçirdiği tarihi aşamaların ötesinde onun dehasını yeniden icat etmeye ve böylelikle insanlığın o ana kadar tanrılarıyla olan ilişkisini baştanaşağı yenileme çabasına katılmaya hazır, olağanüstü sayıda erkeğin ve kadının olduğunu biliyorum! İşte ben eserlerimde, Müslüman olsunlar olmasınlar, onlara, birlikte ruhani bir devrimin hayalini kuranlara seslendim! Feylezof olarak dile getirdiğim sözlerle bu umutlarını yeşerterek onları yüreklendirmeye gayret ettim!
Ancak, gözlerini geleceğe çeviren bu Müslümanlar henüz yeterince çoğalmadı, sözleri de yeterince güçlü değil. İşte açık görüşlülüğünü ve cesaretini övgüye layık bulduğum bu insanlar, kendilerine El Kaide, El Nusra, Akmi ya da “İslam Devleti” adını yakıştıran bu terörist canavarların ortaya çıkışının izahını, Müslüman aleminin mustarip olduğu derin maluliyette görüyorlar. Aslında bunların, bu devasa hasta vücudun sadece görünür arazları olduğunu iyice kavradılar. Bu vücudun mustarip olduğu müzmin hastalıkların neler olduğunu da gayet iyi biliyorlar: dinin dogmaları karşısında vicdan özgürlüğünün hem manevi hem de siyasi bir hak olarak tanındığı kalıcı demokrasileri kuramamış olmak; kadınların durumunu eşitliği, sorumluluğu ve özgürlüğü gözetecek şekilde iyileştirmekte çekilen müzmin zorluklar; siyasi iktidar ile onu kontrol altında tutan dinin selahiyetini yeterince birbirinden ayıramamak; dinde çoğulculuğa ve dini azınlıklara saygılı, müsamahalı ve onları gerçekten kabul eden bir düzen kuramamış olmak.
Peki, bütün bunlar Batı yüzünden mi oluyor? Ey sevgili Müslüman alemi, kendin de inanmadığın ve kendi kendine yalan söylemeye devam etmek için arkasına saklandığın bu aptalca suçlamayla değerli zamanını daha ne kadar boşa harcayacaksın?Özellikle 18. Yüzyıldan bu yana, Batı’nın meydan okumasına cevap vermekten aciz kaldığını artık kendine itiraf etmenin zamanı geldi. Ya çocukça ve yakınmacı bir tavırla, Vahabiliğin karanlıkçı irticasıyla geçmişe sığındın – ki o Vahabilik senin sınırlarının dahilinde neredeyse her yeri tarumar etmeye devam ediyor ve sen bu Vahabiliği Suudi Arabistan’ın Kutsal Mekanlarından, adeta kendi kalbinden neşrettiğin bir kanser gibi yayıyorsun! Ya da Batı’nın şu en kötü örneklerinin peşine düştün ve onun gibi milliyetçilikler ve modernlikler ürettin. Bunlar aslında modernliğin bir karikatüründen ibaretti. Burada esas sözünü ettiğim, senin o Körfez’deki harun gibi zengin “seçkinlerinin” çağdışı din anlayışları ile tezat teşkil eden teknolojik gelişmenin etkisiyle nasıl o küresel hastalığın, yani Para Tanrısına ibadetin gönüllü kurbanları haline geldikleridir.Bugün senin hayranlık duyulacak neyin var dostum? Yeryüzünün başka halklarının ve medeniyetlerinin saygısını uyandırmayı hak edecek ne kaldı sende? Hani nerede senin bilge kişilerin, senin hala dünyaya sunacağın bir bilgeliğin var mı? Nerede senin ulu büyüklerin? Hani senin Mandela’ların, hani senin Gandi’lerin, hani senin Aung San Suu Kyi’lerin? Nerede senin büyük düşünürlerin, tıpkı Hindistan’dan İspanya’ya kadar bir başvuru kaynağı oluşturan Arap ya da Farsi matemakçilerin ve feylozofların zamanında olduğu gibi kitapları bütün dünyaca okunacak o büyük fikir insanları hani nerede? Gerçekte, sen hep o teşhir ettiğin kendinden emin olma halinin arkasında öylesine zayıf düştün ki… Sen artık kim olduğunu da, nereye gitmek istediğini de bilmiyorsun ve bu da seni bedbaht kılmakla kalmıyor, aynı zamanda saldırganlaştırıyor… Sana, değişmen ve hayatın tamamını dine teslim ettiğin hakimiyetten artık kurtulman için çağrıda bulunanlara kulak tıkamakta diretiyorsun.
Muhammed’in peygamber ve hükümdar olduğuna inanmayı seçtin. İslam’ı hem Devletin hem de sivil hayatın üzerinde, hem sokakta hem de evlerin içinde, hatta tek tek her bir vicdanda hüküm sürmesi gereken bir zorba gibi görüp siyasi, sosyal ve manevi bir din olarak tanımlamayı seçtin. İslam’ın boyun eğmek anlamına geldiğine inanmayı ve bunu dayatmayı seçtin, oysa bizatihi Kuran “dinde zorlama olmaz” (La ikraha fi Din) der. Sen İslam’ın özgürlük çağrısını, zorlamanın hükümranlığına dönüştürdün! Nasıl olur da bir medeniyet kendi kutsal metnine bu derecede ihanet eder? Ben derim ki, İslam medeniyetinde nesiller boyu ulemanın icat ettiği bütün kanunların yerine artık bu ruhani özgürlüğü, özgürlüklerin en yücesini ve en zorlusunu ihdas etmenin zamanı geldi!
Bugün, otoriter ve tartışma kabul etmeyen bir dinin bu tabusunu kınamak için Ümmetin içinden yükselen ve senin duymak istemediğin pek çok ses var… Öyle ki, geleneğe ve “din üstadlarına” (imamlar, müftüler vs.) boyun eğme kültürünü ziyadesiyle içselleştirmiş o kadar çok mümin var ki kendilerine ruhani özgürlükten söz edildiğini de, İslam’ın “temelleriyle” ilgili olarak kişisel seçimin anlatıldığını da kavrayamıyorlar. Bütün bunlar onlar için bir “kırmızı çizgi” demek ve öylesine kutsal ki kendi vicdanlarına bile bunları sorgulama hakkını tanımaya cesaret edemiyorlar! İşte nice ailede ruhanilik ile itaatkarlık arasındaki bu kafa karışıklığı daha küçükten zihinlere nakşediliyor ve ruhani eğitim öylesine yoksul kalıyor ki dinle ilgili her şey tartışılmaz olmaya devam ediyor!
Oysa bütün bunların, “İslam Devleti”nin saflarına kattığı deli divane fanatiklerden oluşan bir alayın terörizmi ile dayatılmadığı da aşikar. Hayır buradaki sorun çok daha derinlerde yatıyor! Ama kulak vermek isteyen kim? Müslüman aleminde bu konuda sessizlik hüküm sürüyor ve Batı medyalarında habire şu terörizm uzmanlarına kulak veriliyor, onlar da etrafı sarmış olan miyopluğu her geçen gün daha da vahim hale getiriyor! İşte bu yüzden dostum, İslamcı terörizme son verildiğinde İslam’ın da kendi sorunlarını çözmüş olacağı izlenimini yaratarak kendini kandırma! Çünkü sözünü ettiğim bütün bu şeyler –zorba, bağnaz, kitabi, şekilci, erkek egemen, muhafazakar, geriye dönük bir din- çoğu zaman acı çeken ve fazlasıyla vicdana acı çektiren sıradan İslam’ın, gündelik İslam’ın ta kendisi, artık geride bırakılmış olan bir geçmişin İslam’ı, onu siyasal olarak araçsallaştıran herkesin biçimsizleştirdiği bir İslam, eninde sonunda gene ve her zaman Arap Baharlarının soluğunu kesen ve başka bir şeyler isteyen bütün o genç sesleri susturan bir İslam. Toplumlarda ve vicdanlarda nihai olarak ruhanilik ve özgürlük sözlerinin bir ağızdan söyleneceği şu devrimi artık ne zaman yapacaksın?Tabii ki senin o uçsuz bucaksız topraklarında ruhani özgürlüğün vücut bulduğu adacıklar var: hoşgörünün, kişisel seçimin, ruhani derinleşmenin İslam’ını çocuklarına aktaran aileler mevcut; İslam’ın bağrında en iyi olan ne varsa onu veren, paylaşmanın, onurun, bilgi arayışının kültürünü yaşatan, ve insan ile Allah adını verdiğimiz üstün hakikatin birbirleriyle buluşabilecekleri o kutsal yerin arayışı içinde olan bir ruhaniliğin var olduğu mekanlar bunlar. İslam diyarında ve dünyadaki Müslüman cemaatlerin içinde güçlü ve özgür vicdanlar var. Ancak onlar cemaatin denetimine, hatta kimizaman dini polisin baskısına maruz kalmayı göze alarak, gerçek hakları tanınmadan özgürlüklerini yaşamaya mahkum olmaya devam ediyorlar. “Resmi İslam”ın yetkili makamları elan “Ben kendi İslam’ımı seçiyorum”, “Benim İslam’la kendime göre bir rabıtam var” deme hakkını asla tanımıyorlar. Bunlar, tam tersine, “İslam’ın öğretisi tektir” ve “tek doğru yol İslam’ın beş şartına itaat etmektir” (siratu’l mustakim) anlayışını dayatmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
İşte dinle ilgili özgürlük hakkını reddetmen, senin mustarip olduğun illetin köklerinden biri, ey sevgili Müslüman alemim, birkaç yıldır bütün dünyanın dehşet dolu gözlerine soktuğun o canavarların büyüyüp serpildiği karanlık rahimlerden biri. Çünkü senin bu demirden dinin, senin toplumlarının tamamına tahammül edilmez bir şiddeti dayatıyor. Senin dinin durmadan, kızlarının pekçoğunu ve oğullarının hepsini, kimsenin seçmediği ama herkesin katlanmak zorunda kaldığı bir iyilik ve kötülük, bir helal ve haram kafesine kapatıyor. Senin dinin iradeleri hapsediyor, zihinleri şartlandırıyor, her türlü kişisel hayat seçimini ya engelliyor ya da köstekliyor. Senin diyarlarının pek çoğunda din ile şiddet –kadınlara, “kötü müminlere”, Hıristiyan ya da başka azınlıklara, düşünürlere ve özgür zihinlere, isyan edenlere karşı şiddet- hala bir ağızda anılıyor, öyle ki bu din ve bu şiddet sonunda, senin oğullarının en dengesizleri ve en kırılganlarının kafasında karışıp cihat canavarlığına dönüşüyor! Rica ederim, şu sözümona İslam Devleti gibi iblislerin senin yüzünü çalmış olmalarına şaşırmışsın gibi davranma artık! Canavarlar ve iblisler sadece, fazlasıyla çatık kaşlı olduğu için deforme olan yüzleri çalarlar! Böylesi canavarları doğurmaktan nasıl kurtulabileceğini öğrenmek istiyorsan, söyleyeyim. Bu hem kolay hem de çok zor. Öncelikle okullarının her birinde, ilminin ve iktidarının hüküm sürdüğü bütün mekanlarda çocuklarına verdiğin eğitimde reform yaparak işe başlaman gerekiyor. Bunları evrensel ilkelere, vicdan özgürlüğüne, demokrasiye, her türlü dünya görüşüne ve inanca hoşgörüyle davranmaya ve hayat hakkı tanımaya, kadın-erkek eşitliğine ve kadınların her türlü erkek vesayetinden kurtulmasına dayanan reformlar, üniversitelerde, edebiyatta ve medyalarda dine ilişkin düşünceye ve eleştirel bir kültüre uygun reformlar yapmalısın (bu ilkeleri çiğneyen ya da hiçe saymakta direten birtek sen olmasan bile). Artık bundan geri duramazsın, bundan daha azını yapmakla yetinemezsin! Böylesi canavarları artık doğurmak istemiyorsan senin için tek çıkar yol bu ve bunu yapmazsan çok geçmeden o canavarların yıkıcı gücü seni kahredecek.
Sevgili Müslüman alemi… Ben sadece bir feylezofum ve alışılageldiği üzere kimileri feylezofların kafir olduğunu söyleyeceklerdir. Oysa benim tek emelim ışığın yeniden parlaklığına kavuşması – ne de olsa bana koyduğun isim bunu farz kılıyor: Abdennour, “Işığın hizmetkarı”. Sana inanmasaydım, bu mektubumda sana karşı bu kadar sert davranmazdım. Fransızcada bir deyim vardır , “layıkiyle seven, layıkiyle cezalandırır”. Ve bunun aksine, bugün sana karşı yeterince sert davranmayanlar, seni bir mağdur gibi göstermek isteyenler, aslında sana iyilik yapmıyorlar! Ben sana inanıyorum, yarın gezegenimizi hem daha insani hem daha ruhani bir evrene dönüştürmek için senin katkın olabileceğine inanıyorum! Selametle.
* Abdennour Bidar feylezoftur. Yayınlanmış eserleri : Öz İslam, kişisel bir İslam hikayesi (Seuil yayınları, 2006), Bir Müslüman Varoluşçuluğu için Biatsız İslam (Albin Michel yayınları, 2008), Batıda Hümanizmin Tarihi Üzerine (Armand Colin yayınları, 2014).
** Çevirenin notu: Fransızca yazılışıyla DAESH, Arapçada Dowlat al-Islamiya f'al-Iraq wa Belaad al-sham, Irak ve Şam İslam Devleti anlamında kullanılan kısaltmadır.