Küresel iklim değişikliği ile mücadelenin dünyada önde gelen isimelerinden, yazar, gazeteci, akademisyen ve aktivist Bill McKibben, 18 – 20 Haziran tarihleri arasında Rum Ortodoks Patrikliği ev sahipliğinde Heybeliada’da yapılan “Küresel Sorumluluk ve Çevre Sürdürebilirliği” toplantısında tarihî bir konuşma yaptı. Konuşmayı Açık Gazete programında 31 Temmuz Salı ve 1 Ağustos Çarşamba tarihlerinde iki bölüm halinde yayınlıyoruz.
1. Bölüm
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3 32 Mb.
2. Bölüm
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3 34.2 Mb.
31 Temmuz 2012 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.
Konuşmanın 2. bölümünü, yarın, 1 Ağustos Çarşamba günü, burada bulabilirsiniz.
Açık Gazete’nin podcast servisine abone olmak için tıklayın.
Konuşmanın videosunu izlemek için tıklayın.
***
(Türkçeye çeviren: Nur Deriş Ottoman)
(Alkışlar)
Çok teşekkür ederim. Burada bulunmaktan gerçekten çok, hem de çok memnunum. Tabii Jane Goodall ve Krista Tippett gibi iki konuşmacıdan sonra söz almak aklı başında bir insanın yapacağı iş değil ama ben bu yemek sonrası oturumunda elimden geleni yapacağım Gene de bir yandan sıcaktan, bir yandan baklavadan rehavete kapılıp, arkanıza yaslanıp biraz kestirmek isterseniz hiç alınmam, anlayışla karşlılarım.
Aslında herhalde burada olmamam gerekirdi. Şu anda Rio’da olmalıydım. Yarın sabah orada olmam gerekiyor ve ekibim de sürekli beni oraya çağırıyor. Ama bu toplantıyı hayatta kaçırmazdım. Bunun esas sebebi de Patrik Cenaplarına ve Patrikhanenin diğer mensuplarına gerçekten medyun olmam.
Bundan 4 yıl önce 350.org hareketini başlattığımızda benimle birlikte yedi üniversite öğrencisi vardı. Bizler iklim değişikliği etrafında dünyayı düzenlemek gibi olmayacak bir işe kalkıştık. Ne paramız vardı, ne başka bir şey ve bu, iklim değişikliği konusunda küresel çapta bir örgütlenme için yapılan ilk girişimdi. Adımızı Jim Hansen’ın biliminden aldık, yani Jim ve ekibinin dediği gibi, milyonda 350 parçacığın atmosferdeki karbon açısından güvenli üst sınır olduğu fikrinden. İşte adımız da böylece ortaya çıktı. Ama dünyanın her tarafında insanlara ulaşmaya başladığımızda adımızdan başka da pek bir şeyimiz yoktu.
Ulaşmak için çok çaba harcadığımız topluluklardan biri de dünyanın her yerindeki dini cemaatlerdi. Bunda hem benim kişisel geçmişimin yeri vardı, hem de konuşmamda daha sonra da söz edeceğim gibi, bu cemaatlerin taşıdığı önemin. Bu camia içersinde dünya çapında gerçekten önem taşıyan ilk iki önder de Dalai Lama ve Patrik Cenaplarıydı. Onlar, o ilk büyük küresel gösterilerle sonuçlanan günlerde harcadığımız çabadan öyle bir şekilde söz ettiler ki dünyanın bu bölgesinde örgütlenmemiz çok daha kolay oldu. Din adamları açısından bence şayanı takdir bir vuzuhla küresel ısınmanın bir günah olduğunu ve 350’nin de aktif bir kefaret anlamına geldiğini söylediler. Bu sözlerin, bizim ne yapmak istediğimizi başkalarının anlamasını sağlamak açısından muazzam bir katkısı oldu. Kendilerine bu zekâ kıvraklığı nedeniyle çok müteşekkirim. Sizlere de bana, her zaman kullandığımdan farklı bir dille konuşma fırsatını verdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Tabii bunu yaparken bayağı endişeli olduğumu da söylemeliyim. Ben ilahiyatçı değilim. Kilise hiyerarşisinde ulaşmayı başardığım en yüksek makam, bizim kasabadaki Metodist Kilisenin çocuklar için düzenlenen Pazar Okulunda öğretmenlik yapmak oldu. Sanırım bunu bir kere Washington’da da söylemiştim, kilisemiz o kadar küçüktür ki Pazar Okulu öğretmeni olmak için, Noel akşamında bir bulaşık bezi alıp bir ilkokul öğrencisini Filistinli bir çobana çevirmeniz yeterlidir. İşte ben de bu sayede Pazar Okulu öğretmeni olabildim ve ilahiyattaki yeterlik derecem de bununla sınırlıdır. Öte yandan, bu konular üzerine çok düşündüm ve çok yazdım.
Bence işe bilimden başlamaya ihtiyacımız var. Çünkü bilim bize sorunun ölçeği konusunda bilgi sağlıyor ve neyi tartışmamız gerektiği konusunda bize bilgi sağlayan şey de bu ölçek.
Küresel ısınma, bu gezegende yaşadığımız zaman içerisinde, insanların yapmayı becerdiği en büyük iş. Yaklaşık üç hafta önce araştırmacılar Kuzey Kutbundan geçti. Bu yaz ve bu kış boyunca birkaç ay zarfında aletleriyle milyonda 400 parçacıktan fazla karbondioksit yoğunlukları kaydettiler. Bu sayıyı küresel olarak önümüzdeki 18 ay içinde, ya da daha genel bir hesaplamayla bir bütün olarak ele aldığımızda iki yıl sonra aşmış olacağız. Böyle rakamları en azından son sekiz yüz yıldır ve belki de daha uzun zamandır hiç görmemiştik. Ve tabii bu rakamlar hiç de doğal bir şeyin sonucu değil. Bu rakamlar, bizim güle oynaya yaktığımız kömürün, gazın ve petrolün sonucu. Bu tür bir yakıt tüketiminin yol açtığı değişiklikler daha şimdiden dünyanın her yerinde çok fazla insanın hayatını etkilemeye başladı. Kuzey yarımkürede şimdiye kadar kaydedilmiş en sıcak ilkbaharı daha yeni arkamızda bıraktık. Şu anda, benim ülkemde, New Mexico ve Colorado eyaletlerinde görülmüş en büyük yangınlar oraları kasıp kavurmaya devam ediyor. Geçtiğimiz hafta sonu Yunanistan’da herkes seçimlere odaklanmıştı ama o sırada aslında Atina’nın pek de uzağında olmayan büyük ve tehlikeli orman yangınları sürüyordu.
Dünyanın her yanında bu değişimlere tanık oluyoruz. Hem de ta uzaklardan görebiliyoruz bunu. 1960larda Apollo uzay aracının dünyaya dönerken çektiği resimlerde ilk kez dünyamızın uzaydan nasıl göründüğünü görmüştük. Şimdi o resimleri alıp, dünyanın bugün çekilmiş benzer resimleriyle karşılaştıracak olursanız, benim lise yıllığındaki resmim ile şimdiki halim arasındaki kadar büyük bir fark olduğunu görürsünüz. Yazın Kuzey Kutbunda o zamana kıyasla %40 daha az buz var şimdi. Aslında bugün incelediğim verilere göre bu yıl erime hızı açısından bir rekor kırmış durumdayız. Belki de Kuzey Kutbundaki buzlar açısından görülmemiş bir düşüş kaydedeceğiz. Bunu çıplak gözle göremezsiniz ama okyanusa PH ölçen bir kâğıt batırırsanız, bunun rengi 40 yıl öncekinden çok farklı çıkar. Biz okyanusların PH derecesini düşürdük, okyanusları yaklaşık %40 daha asitli hale getirdik. Okyanuslar atmosferden karbon emdikçe değişikliğe uğruyor.
Bizim gibi yeryüzü yaratıkları açısından bence en bariz değişim çok basit bir fiziksel olguyla açıklanabilir: ısınan hava soğuk havaya kıyasla daha fazla nem tutuyor. Bu yıl, 40 yıl öncesine kıyasla ortalama %4,5 oranında daha ıslak bir ortamdayız. Bu da, yıllar önce Jim’in kullandığı bir deyimi tekrarlayacak olursam, kantarın topunu kaçırıyor. İşte bu durumda bir yandan seller, bir yandan da kuraklıkla son yıllarda tanık olduklarımız ancak Kitab-ı Mukaddes’tekilerle kıyaslanabilecek boyutlara erişti. Bundan iki yıl önce Pakistan’da Indus ırmağının taşmasıyla meydana gelen seller ülkenin dörtte birinden fazlasını kaplayınca ortaya çıkan görüntüler ancak Hazreti Nuh’un tufan öyküsüyle eş tutulabilir. 20 milyon insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Bu tür olaylar şimdi dünyanın bir yerlerinde her gün oluyor. Ve tabii anlamamız gereken şu: daha hikâyenin en başındayız.
Şimdiye kadar insanlar yeryüzünün sıcaklığını bir derece artırdılar ve bu da şu anda görmekte olduğumuz belalara yol açmaya yetti. Bize bütün bunların olacağını ve bunların nelere yol açacağını anlatan ve bu konuda sarsılmaz bir görüş birliğinde olan bilim insanlarının vardığı sonuç şu: bir an önce kendimizi toparlayıp harekete geçmezsek ve yeryüzünde hiçbir yönetimin halihazırda planlamadığı kadar büyük bir hızla kömürü, gazı ve petrolü yakmaktan vazgeçmezsek, bu rakam yüzyılın sonuna varılmadan 4 ya da 5 dereceyi bulacak. Bunun büyük bir kısmı da yakında kalıcı bir şekilde gerçekleşecek. Bugün anladığımız şekliyle mevcut uygarlıklarımızın böylesine bir değişimle baş edebileceğini düşünmemiz için hiçbir sebep yok.
Benim ülkemde Stanford’daki Washington Üniversitesinde çalışan bir ekip iki yıl önce yayınladığı bir çalışmada tam da bu sıcaklık artışının –kuraklığı bir yana bırakalım, açlığı bir yana bırakalım- önümüzdeki yıllarda tarımsal üretkenlik üzerindeki etkisinin ne olacağını sorguluyordu. Tabii, mısır gibi buğday gibi pirinç gibi ürünler holosen çağı boyunca tıpkı bizler gibi evrildi ve bu zaman zarfında mevcut sıcaklıklarda rahatça yetiştiler. Ancak araştırmacıların buldukları sonuç, bulunduğumuz noktada her bir derecelik artışın tahıl verimini yaklaşık %10 oranında azaltacağıydı.
Burada hepiniz dünya meselelerine vakıf insanlar olarak zihninizde bir harita canlandırıp 7 milyar insanın yaşadığı bir gezegende alınan kaloriyi %10 ya da %20 ya da %30 azalttığımız zaman neler olacağını düşünebilirsiniz. Hiç iyi olmaz, bundan hiç iyi bir şey çıkması mümkün değil. Bu, şimdiye kadar insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük mesele.
Ancak bu aynı zamanda –ki bence bunun üzerine düşünmemiz bizim için önemli (nitekim bu sabah bunu çok güçlü katkılarla yapmaya başladık)– sadece pratik bir mesele değil, ama çok, çok derin ruhani ve ahlaki bir mesele. Bu bir ölçüde kolay anlaşılacak bir konu ve ben şimdi biraz kendi geleneğim, Hristiyan geleneği açısından bunu ele almak istiyorum. Aslında bunların neden en anlaşılır, en âşikâr ve farz olan nasihatler olduğunu anlatmaya çalışacağım. Aslında Kitab-ı Mukaddes’te çok fazla arama yapmanız da gerekmiyor bunun için. Daha ilk sayfasında –ki benim tecrübeme göre Kitab-ı Mukaddes çoğu kimsenin büyük ihtimalle ilk sayfasını ve son sayfasını okuduğu kitaplardan biridir- daha ilk sayfasında dünyanın ne olduğu, Tanrı'nın yarattığı bu iyi şeyin ne olduğu konusunda bir görüşe sahip oluruz. Sonra bize verilen bir dizi talimat gelir, yani ona özen göstermemiz gerektiği anlatılır. Daha açık ifade edilemezdi. Bu topraklara sahip çıkmamız istenir ve bu nedenle de bunu yaparken ferasetli ve dikkatli olmamız söylenir. Tıpkı çocuklarımız küçükken onlara sahip çıktığımız gibi, bunu yaparken de ferasetli, dikkatli, temkinli ve şefkatli davranacağımız varsayılır. Onlara zarar vermemiz söz konusu değildir. Bu sahip çıkma işini kısa bir süre için başkalarına bahşedersek, diyelim ki bir akşam çocuklarımızı bakıcıya emanet edersek, o kişiye çocuklarımıza sahip çıkma hakkını tanıyoruz demektir. Eve döndüğümüzde çocuklarımızı bedenlerine dövmeler yapılmış ya da kulaklarına delik açılmış ya da kimbilir ne halde bulmayı beklemeyiz. Oysa bu gezegene çok kısa zaman içerisinde yapmayı becerdiğimiz şey işte tam da bu. Onu, az önce anlattığım gibi öylesine akıl almaz şekillerde kullandık ki bu sahip çıkma görevimizi ya yerine getiremedik, ya da öylesine beceriksizce ve bencilce davrandık ki şimdiye kadar bu görevimizde başarısız olduk.
Eski Ahit’ten İncil’e dönecek olursak, bana öyle geliyor ki orada da bizden tam da aynı hasletler bekleniyor. Tek bir ders çıkaracak olsak – ben İncil’i okumayı çok severim çünkü bu hikâyede Havarilerin adeta bizlerin yerine geçmiş olması hep dikkatimi çekmiştir-. Bizim yerimize geçiyor olmalarının bir işareti de oldukça kalın kafalı görünmeleridir. Habire hikâyede ipin ucunu kaçırırlar, Hazreti İsa’ya durmadan sorular sorarlar: “Ne demek şimdi bu?”, “Biz ne yapıyoruz?” gibi. Hazreti İsa da, başkalarına kıyasla çok daha ince bir mizah duygusuyla onlara aynı şeyi hatırlatır durur. Yani “Rabbini seveceksin ve komşunu da kendin gibi seveceksin”. Komşunu seveceksin, komşunu seveceksin, tekrar, tekrar, tekrar bunu söyler. İşte bu da yerine getiremediğimiz, hem de berbat bir şekilde beceremediğimiz bir görev.
İzninizle sizlere bunu kavramamı sağlayan kısa bir hikâye anlatayım. Ben bu sayede bütün zamanını yazmaya adamış biriyken, şimdi -öyle görünüyor ki- bütün zamanını aktivist olmaya ayıran biri haline geldim –gerçi bu işte ne kadar etkili olduğum tartışılır, o da ayrı. Bir rapor hazırlamak üzere Bangladeş’te bulunuyordum. Bangladeş dünyanın en güzel ülkelerinden biri, yeryüzünde en sevdiğim yerlerden biri. Çok verimli toprakları var, Asya’nın o ulu kutsal ırmakları Ganj ve Brahmaputra, Himalayalar’dan kopup gelir ve Bengal Körfezi’ne akar. Bildiğiniz gibi Bengal Körfezi’nde sular uzunca bir süredir yükseliyor, kıyıda oturan insanlar için tehlikeli şekilde yükseliyor ve buzullar da bir süredir eriyip gidiyor. Ben oradayken karşı karşıya oldukları sorun akuttu, kronik değildi. Dengue humması denilen bir hastalık ilk defa patlak vermişti. Bu hastalık dünyanın her tarafında yayılıyor, özellikle de Asya ve Güney Amerika’da, hem de büyük bir hızla, son on yılda %200 oranında arttı. Bunun sebebi de, hastalığı taşıyan sivrisineklerin bizim onlar adına inşa ettiğimiz sıcak, nemli dünyaya bayılmaları. Gezegenimize çok uzaklardaki bir Samanyolu’ndan bakacak olsanız ve atmosferi neden böyle değişime uğrattığımız konusunda faraziyeler geliştirmeye kalksanız, oldukça akla yakın bir tahminle büyük ölçekli bir sivrisinek yetiştirme işine kalkıştığımıza ve bunu gerçekleştirmenin en iyi yolunun da bu olduğuna hükmedebilirdiniz.
Her neyse, benim orada bulunduğum sırada bu Dengue hummasından ölen çok sayıda insan vardı. Ben de teneke mahallelerinde epey vakit geçiriyordum, bir süre sonra o musibet sivrisinek beni de soktu ve hayatımda hiç olmadığım kadar hasta oldum. Ama ölmedim çünkü oraya gittiğimde güçlüydüm, sağlıklıydım ve iyi beslenmiştim. Kliniğe girdiğim anı hatırlıyorum: kocaman bir koğuş, bu salondan çok daha büyük, eğreti yataklara uzanmış insanlar, sıra sıra dizilmişler, titriyorlar, bazıları ölüyorlar. Oradayken aklımdan çıkmayan düşünce bütün bu olanların ne kadar adaletsiz olduğuydu. Birleşmiş Milletler her ülkenin ne kadar karbon salımı olduğunu ölçmeye çalışırken oldukça farazi bir öneriyle bizim bunu bir gün sınırlamak için bir şeyler yapacağımızı varsayıyor. Oysa Bangladeş’te yaşayan 150 milyon insan için doğru dürüst bir rakam bile elde etmek mümkün değil. Yuvarlama sonucu bu hesap onlar için yanlış çıkmaya mahkum. O insanların çoğu araba kullanmıyor, elektrik şebekesine bağlı değiller. Bu onların kabahati değil.
Dünya nüfusunun %4’üyle benim ülkem halihazırda atmosferde bulunan küresel ısınma gazlarının neredeyse üçte birinden sorumlu. Biz komşularımızı sevmiyoruz, onları boğuyoruz, onları hasta ediyoruz, hayatlarını gittikçe daha da imkânsız hale getiriyoruz. Yeryüzünde en az şeye sahip olan insanların elinden, öteden beri hayatlarını hiç değilse sürdürmelerini sağlamış olan tek şeyi, çoğu zaman binbir zorlukla kazanılmış ekmeklerini onlara sağlayan yeryüzünün fiziksel istikrarını alıyoruz. Dolayısıyla böyle en basit şekliyle ifade edildiğinde gezegene özen göstermekle ilgili, yerine getirmemiz farz olan bu görevleri anlamak hiç de zor değil.
Ancak konu bundan çok daha derine gidiyor ve bugün huzurunuzda, tekrar ediyorum belli bir endişeyle de olsa, konuyu biraz daha derinleştirmeye çalışacağım. Bir an durup Eski Ahit’te benim açımdan her zaman en anlamlı olan hikâyeyle ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Hazreti Eyüp’ün hikâyesi. Hepinizin Eski Ahit’i benden çok daha iyi bildiğinizin farkındayım ama ola ki aranızda hatırlamayan biri olabilir, izninizle o hikâyeyi bir daha anlatayım. Hazreti Eyüp kendini anlaşılmaz bir şekilde lânete uğramış bulan iyi bir adamın hikâyesidir. Ailesi ölür, hayvanları ölür, şehrin kıyısında bir tezek yığınının üzerinde yaşıyordur, bütün vücudu irin gibi akan yaralarla kaplıdır, berbat bir hayat yaşamaktadır.
Efsanede anlatılan o sabırlı Hazreti Eyüp’ün tersine aslında oldukça sabırsızdır ve ne olup bittiğini açıklaması için Tanrı’nın ortaya çıkmasını talep etmektedir. Oldukça uzun bir süre – sanırım 38 fasıl boyunca- dostları bir bir ortaya çıkar ve şöyle şeyler söylerler: “Bilirsin işte, bir şey yapmışsındır, günah işlemişsindir, bu yüzden bu belalar başına gelmiştir” falan filan. Ama Hazreti Eyüp de ısrarla “Hayır, bu doğru değil. Ben mükemmel bir insan olmayabilirim ama oldukça iyi biriyim ve yaptığım hiçbir şey böylesine bir belaya uğramama sebep olmamalıydı. Tanrı’nın bunu bana izah etmesini talep ediyorum,” deyip durur. Tabii böyle bir talep de bir anlamda “neyi dilediğine dikkat et” tarzı bir sınıflamaya girer, çünkü Tanrı gerçekten ortaya çıkar. Bir hortumun içinden konuşur ve sanırım Kitab-ı Mukaddes’te, yani hem Eski Ahit’te hem de İncil’de verdiği en uzun söylevi bahşeder. Harikulade, harikulade bir yazı örneğidir bu. Batı geleneğinde doğa edebiyatının ilk büyük, muhtemelen gelmiş geçmiş en büyük eseri. Tabiat bilgisi açısından kesinlikle doğru, derin ve güçlü bir metin. Başka pek çok şeyin yanı sıra o ulu hayvanlar âlemini ele alışını düşünün. Jane bu sabah konuşurken tam da bunu düşünüyordum -hep de düşünmüşümdür zaten- o hayvanların güzelliğini ve gücünü düşünürken Hazreti Eyüp hikâyesinin yazıldığı zamanlarda o hayvanların insanlar için hâlâ gerçek bir tehdit oluşturduğunu hatırladım. Dolayısıyla Tanrı aslana da özen gösterdiğini Hazreti Eyüp’e hatırlattığı zaman, bunun hayvanat bahçesindeki aslan değil, sizi dertlere garkeden yolun dibindeki aslan olduğunu hatırlamamız lazım. Ama kullanılan dil güzelliğiyle olağanüstü. Sadece güzellğiyle değil, aynı zamanda söylendiği ton bakımından da olağanüstü –bence bu çok önemli. Çünkü Tanrı bu söylevde baştan sona aşağılayıcı bir alaycılığı hiç elden bırakmaz. Sürekli olarak Hazreti Eyüp’ü tahkir eder ve şöyle der: “Madem bu kadar akıllısın, söyle bakalım şimşekleri çaktırdığım fırtınayı nerede sakladığımı biliyor musun? Sen kendin böyle bir fırtına estirebilir misin? Peki o mağrur dalgalara nerede kırılacaklarını söyleyebilir misin (burada Stephen Mitchell’ın muhteşem tercümesini anmadan geçemeyeceğim)?” Tabii Hazreti Eyüp, kendini pek çok insanın ezelden beri bulduğu durumda bulur. Uzun süre bu sözleri dinler ve sonuç olarak şöyle der: “Kusura bakma, sormakla hata etmişim. Şimdi artık oturabilir miyim?” Bu cevap onu tatmin etmiştir. Cevabın hülasası ise şudur: “Eyüp, sen mutlak olarak her şeyin merkezinde değilsin. Senin etrafında muazzam, düzenli, zalim, tuhaf, esrarlı ve cıvıl cıvıl bir yerküre var, sen de bunun bir parçası olmak gibi büyük bir ayrıcalığa sahipsin.”
Bu odada hazır bulunan insanların yaşadıkları zaman ile o zaman arasındaki fark, artık Tanrı’ya cevap verebileceğimiz, bir bakıma Tanrı'yı tahkir edebileceğimiz, Tanrı’nın yüzüne tükürebileceğimiz bir noktaya varmış olmamızdır. Bu odada hazır bulunanların yaşadıkları süre içersinde Tanrı’nınkiyle boy ölçüşebilecek bir gücü elde etmiş bulunuyoruz. Bunu ilk sezer gibi olduğumuz an –iyi ki bu sabah bize bu hatırlatıldı- atomun sırlarını saklayan kilidi açtığımız andır. Oppenheimer’ın Alamogordo’daki o ilk büyük patlamayı izlerken [Bhagavat] Gita’dan alıntı yaparak “biz ilâhlar olduk, kâinatları yok edenler olduk!...” demesi hiç de tesadüf değildir.
Neyse ki, çok şükür, şimdiye kadar –Hiroşima va Nagazaki örneklerini, o büyük örnekleri saymazsak– bu gücümüzü kullanmamak için, bundan geri durmak için tövbe ettik. Ancak bir o kadar büyük bir güç olan, atomun o birkaç muazzam patlamasından kaynaklanmayan, ama motorlarımızın ve pistonlarımızın dünyanın her bir yanında yol açtığı milyarlarca patlamadan kaynaklanan gücümüzden geri durmadık. Arabalarımızı sürerek atmosfere karbon salmaya ve eşit ölçüde zarar vermeye devam ediyoruz. Bu farazi bir zarar değil, çevremizde her an olup biten gerçek bir zarar. Bu zarar her yerde kuraklığa, sellere ve her türlü belaya sebep oluyor.
İşte şimdi Tanrı bize “mağrur dalgaların nerede kırılacağını, nerede duracağını sen söyleyebilir misin?” dediğinde, biz de ona “evet o biziz işte” diyebilecek durumdayız. Yapılan hesaplamalara göre bu yüzyılda deniz seviyesi en az bir metre yükselecek ve Dr. Hansen’a bakılırsa bu rakam bunun epey üstünde de olabilir. Denize yakın oturan birinin tasavvurunun alamayacağı kadar şaşırtıcı rakamlar bunlar. İnsanların çoğu da, haliyle, denize yakın yerlerde yaşıyor. Şu anda çevremizde kopan tüm fırtınalar kadar gücümüz var. Bu fazladan enerjiyle dünyaya, atmosferin dar zarfına yaptığımız katkı bu gezegende olup biten her şeyi misliyle artırıyor. Tektonik ya da volkanik olmayan her şey artık bizim alışkanlıklarımızdan, tavırlarımızdan ve zihin kalıplarımızdan derin bir şekilde etkileniyor. Özellikle de çoğunlukla dünyanın zengin bölgelerinde yaşayan bizlerden.
İşte bu yüzden bu mesele bizim açımızdan sadece ahlakî bir mesele değil, daha ziyade ilahiyatı ilgilendiren bir mesele. İnsanların böyle bir gücü ele geçirecek konuma erişmeleri çok yeni bir gelişmedir ve bu durumla kolektif bir şekilde baş etmeye daha yeni yeni başlıyoruz. Bu yolda ilerledikçe de bizim, güçlü cevaplar bulmamızı gerektirecek bu durum.
Ben burada değildim, Patrik Cenapları, zât-ı âlînizin sözlerini ancak bu sabah okuyabildim ve öyle sanıyorum ki o hayırlı cevapların nereden gelebileceği konusunda biraz aydınlanmaya başladık. Bir de dün geceki sözleriniz…. Dinî cemaatlerin geleneklere ve önümüzdeki sorulara getireceği en önemli katkı bence “nefsine hâkim olma” bâbında olabilir. Dinî düşüncede hep dikkatimi çeken nokta, en azından Buda’ya kadar geriye gidecek olursak, ve muhtemelen daha da öncesinde, benim açımdan da hiç kuşkusuz en güçlü şekliyle İncil’de, bizlere tekrar tekrar söylenen şey, hayatımızın merkezine kendimizden başkalarını koyabildiğimiz ölçüde kâmil insan olabileceğimizdir. Bize yapılan en derin çağrı budur. Yoksa bizi başkalarından ayırt eden, ayırt eder gibi gözüken muazzam eserler inşa eden mühendislik yetilerimiz değildir –ki bunda çok becerikli olduğumuz aşikâr. Esas mesele bir şeyler yapmayacak kadar güçlü olup olmadığımız, yapabileceklerimizi yapmaktan geri durup duramayacağımız. Ve bana öyle geliyor ki insan dediğimiz hayvan bazen yapabileceği şeyi yapmaktan kendini alıkoyma yetisiyle benzersiz. Küresel ısınmanın bizim karşımıza koyduğu mesele de nihai olarak bu yetimizi önümüzdeki yıllarda kolektif bir şekilde hayata geçirip geçiremeyeceğimiz meselesidir.
Bu sorunun cevabını bilmiyorum ve sanırım kimse de bu sorunun cevabının ne olacağını kendinden emin bir şekilde tahmin edemez. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim, etrafımızdaki dünyaya baktığımızda ilk teşebbüsler pek iç açıcı görünmüyor. İşte ben de buna değinmek, bir an için ileriye bakarak önümüzdeki bu görevi nasıl ele alabileceğimizden söz etmek istiyorum.
Öncelikle ele almak istediğim şey, dün gece Jim Hansen’ın bu yönde bizi aydınlatan sözleri: “Yeter” kavramının dildeki en önemli kelimelerden biri olduğu fikri. Sonu gelmeyen bir çeşit tüketiciliğe teslim olmanın verdiği tatmin duygusu yerine, bir çeşit nefsine hâkim olma duygusundan sadece tatmin olmakla kalmayacağımız, daha da derin bir tatmin duyacağımız ve buna ihtiyaç duyduğumuz fikri. Bu, dinî geleneklerin bizlere bahşedebileceği en önemli iç görülerden (nüfuz-u nazarlardan) biridir ve bunu esas alarak hızla, büyük bir hızla geliştirmek zorundayız. Bu “hızla” meselesi de önemli. Bu noktada kısaca tekrar bilime dönmek istiyorum. Çünkü ölçek, bu meselenin ruhanî ve ahlâkî derinliği konusunda bilgi sağlıyor. Zamanlama da cevap ve ne yapmamız gerektiği konusunda bilgi sağlıyor. Fizik ve kimya, zamanın ruhuna uygun olarak, yapmamız gereken büyük ölçekli değişiklikler için bize çok dar bir pencere sunuyor. İşte ne şekilde hareket etmemiz gerektiğini bize söyleyecek olan da bu kısa zaman çerçevesi. Bu meseleyle baş etmek için önümüzde bir yüzyıl olsaydı, muhtemel cevap bunun herhalde yavaş bir kültürel evrim ve dönüşüm içinde gerçekleşeceği olurdu. Bunun sebebi de insanların tedrici olarak meydana gelen değişimlerde daha başarılı olmaları. Diyelim birtakım iyi alışkanlıklar edinebilirsiniz, çatınıza güneş panelleri yerleştirirsiniz, kapı komşunuz bunu görüp o da yapar, derken onun kayınbiraderi bunun ne müthiş bir şey olduğunu görüp o da yapar ve böylece yavaş yavaş yayılır. Bilirsiniz, bu tür alışkanlıklar kolayca edinilir ve istenilen sonuçlara da ulaşılır. Önümüzde bir yüzyıl olsaydı bu mantıklı bir yaklaşım olurdu. Ama elimizde kalan zamanı bilince, bunun bir faydasının olmayacağı aşikâr. İktisadi ve siyasi sistemlerimize büyük müdahalelerde bulunmak zorunda kalacağız. Bunların en önemlisi de, atmosfere verdiği zararı yansıtacak şekilde karbona ciddi bir ücret uygulamak. Jim dün gece bunu insanları yoksullaştırmadan ve siyaseten de mümkün olan bir şekilde yapmanın mekanizmalarından söz etti. Mesela şu ücret ve pay [fee and dividend] sistemi. Bunu şimdiye kadar uygulamaya geçirmemiş olmamızın sebebi, bunu yakından inceleyen hiçbir iktisatçı bu yöntemi tavsiye etmedi diye değil. Tersine, bunu tavsiye ettiler. Bunu şimdiye kadar yapmamış olmamızın sebebi ve çok kısa bir süre içersinde büyük gayret göstermemiz gerekmesinin sebebi, bu mücadelede herkesin aynı yönde işe asılmaması. İşte iman sahibi insanların bu sıkıntılı durumu görmeleri mümkündür. Bu dünyada, eylemi engellemek için elinden geleni ardına koymayan kuvvetler ve kuvvet merkezleri (beylikler) var. Bunların içinde en önemlisi, fosil yakıt endüstrisi: diğerlerini çoktan geride bırakan en zengin endüstri. Merkezi benim ülkemde bulunan Exxon geçtiğimiz yıl paranın tarihinde hiçbir şirketin kazanmadığı kadar çok para kazandı. Dediğim gibi ben ilahiyatçı değilim ama kesin kanaatim, bu şirketlerin Tanrı’dan daha fazla parası olduğu yönünde. Bu parayı da eylemleri önlemek ve yavaşlatmak için etkili bir şekilde kullanmayı başardılar. Bunlar siyasi iradeyi her durumda etkilemekten … ha, bu arada şunu da söyleyeyim, bu onlar için sıradan bir iş değil. Bu kömür, gaz ve petrol endüstrilerinin, işlerin şimdiki gibi yürümeye devam etmesinde [business as usual] büyük çıkarları var ve bu çıkarları güçlü kurumlarla, güçlü bir şekilde koruyorlar.
Mesela A.B.D. Ticaret Odası –ki ülkemizdeki son seçimlerde en fazla para harcayan kurumdu- iklim değişikliği ile ilgili olabilecek her şeyi engelleme yönündeki çabalarıyla, bundan birkaç yıl önce ülkenin resmî Çevre Kuruluşuna resmî bir mektup gönderdi. Mektupta söylenen şuydu: “Biz iklim değişikliği konusunda hiçbir şey yapmamalıyız. Çünkü bilim insanları haklı olsa ve gezegen ısınmaya başlasa bile bundan endişe duymamıza gerek yok. Çünkü insanlar daha sıcak bir gezegenle baş edebilmek için (aynen şöyle diyorlar) davranışlarını ve fizyolojilerini değiştirme yetisine sahiptir.”Kendi kendine ilahi güçler bahşetmek de bu olsa gerek! Yani en doğru karar, birkaç şirketin iş modelini değiştirmesi değil de, bizim fizyolojimizi değiştirmemiz olacak. Bu nasıl bir şey… bilemiyorum, tam ne anlama geldiğini de çıkaramıyorum doğrsu. Yani vücudumuzda solungaçların çıkması falan gibi bir şey mi acaba? Bunun anlamını çözemedim ama her halükârda çok rahatsız edici bir tasavvur.
İşte paranın bu gücüne karşı tek umudumuz bizim için işlerliği olacak, paradan farklı tedavül araçları [currency] bulmak. Bu endüstriyle, dolara karşı dolarla asla boy ölçüşemeyiz, bunun yanına bile yaklaşamayız. Dolayısıyla bizim ihtiyaç duyduğumuz tedavül araçları başka. Bunlar ruhun, tutkunun, yaratıcılığın ve hareketlerin tedavül araçlarıdır. Ve biz niyetimizi açıkça belli ederek, birbiri ardına dünyanın her yerinde ortaklarımızla –ki bunların bir çoğuyla bugün tanıştınız, örneğin Greenpeace gibi– elimizden geldiğince hızlı bir şekilde bu hareketleri geliştirmeye başladık.
Ve sizlere kısaca 350.org’da yaptığımız çalışma konusunda anlatacağım hikâye, buradaki herkes için en azından biraz şevk verici olur diye umuyorum. Jim’in biliminin öncülüğünde bunu nasıl yapabileceğimizi düşünmeye başladık. Az önce dediğim gibi işe başlarken hiç paramız yoktu. Sadece ben ve yedi üniversite öğrencisinden ibarettik. Aslında yedi iyi bir sayıydı çünkü yedi kıta var ve bu çocukların her biri bir kıtayı üstlendi. Güney Kutbunu alan çocuk aynı zamanda interneti de üzerine aldı. Acaba bize benzeyen başka insanlar bulabilir miyiz diye araştırmaya koyuldu.
Her yerde “çevreci” sınıflamasına girecek insanlar bulunamayabiliyor ama her yerde savaşlar ve açlık nedeniyle, dünyanın gittikçe bozulmasına ve şartların kötüleşmesine yol açan bir sürü şey nedeniyle endişeli olan insanlar var. İşte bizim bulduğumuz müttefikler onlar oldu. Ve hepsinden bu ilk eylemde, aynı tarihte aynı şeyi yapmalarını istedik. Tarih 2009 yılının sonbaharında 24 Ekimdi. Bu işin nasıl olacağından emin değildik. Ama iyi gidebileceğini hissediyorduk. Bu tarihten iki gün önce, 22 Ekimde dünyanın her tarafında gençler için eğitim kampları düzenlemiştik. Bunlardan biri de Afrika’daydı. Kıtanın her ülkesinden birkaç genci Johannesburg’a getirdik ve onlarla çalıştık. Bunlardan birinden, Etiyopya’daki organizasyon sorumlumuzdan, orada işin başını çeken 17 yaşındaki Luall bizi telefonla aradı. Telefonda bizimle konuşuyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. “Hükümet Cumartesi günü için bize verdiği izni geri aldı, gösteri yapılmasını istemiyorlar. Onun için biz de, onlar bizi durdurmadan, bunu bugün yapıyoruz.” Bu çok cesur bir davranıştı ama kızcağız ağlayıp duruyordu, habire “biz diğerlerinin işini bozmak istemiyoruz, herkesden erken davranıp kimsenin önüne geçmek istemiyoruz, bu eylemi herkesle birlikte aynı anda yapmayı o kadar çok istiyorduk ki.” Böylece yakınıp duruyordu, derken şöyle dedi: “ha evet, şu anda sokakta onbeş bin genç var ve hep bir ağızdan 350 diye çığırıyorlar.” Ben de “sen bu tarih meselesini hiç dert etme” dedim. Aradan birkaç dakika geçmişti ki bu gösterinin görüntüsü CNN’de ve başka kanallarda yayınlanmaya başladı. O haftasonu bitmeden 181 ülkede 5200 gösteri düzenlenmişti. CNN bunu “gezegenin tarihinde görülmüş en yaygın siyasi eylem günü” olarak tanımladı. Bu gösterilerden bize ulaşan görüntülerin en güzel yanı, benim açımdan, yalanlara, yaşadığım sürece defalarca duyduğum yalanlara, yani çevreciliğin, başka meselelerini halletmiş olan zenginlere, beyazlara göre bir iş olduğu ve bir sonraki yemeğini nerede bulacağının derdine düşmüş insanların böyle bir lüksü olmadığı yolundaki yalanlara temelli olarak son vermesiydi. Bu iddianın hiç de doğru olmadığı ortaya çıktı çünkü dünyanın her tarafında bizim birlikte çalıştığımız insanların çoğu yoksul, siyahî, esmer tenli, Asyalı ve genç. Çünkü dünyanın büyük kısmı onlardan oluşuyor.
Ve ne tuhaftır ki herkes dünyayla ne kadar ilgiliyse onlar da o kadar ilgili, hatta belki daha bile fazla, çünkü yoksulsanız ve hayatınızı zor yerlerde yaşıyorsanız gelecek bütün ağırlığıyla üzerinize çöker. İşte o insanları görmek çok güzeldi ve son birkaç yıldır bu çalışmayı sürdürmek de çok güzel oldu. Bu türden devâsâ günleri birkaç kere düzenledik. Bunlardan en sonuncusu çok anlamlıydı. İklim değişikliğinden mustarip olan dünyanın her tarafındaki topluluklar arasında bağlar kuruldu. Çünkü dünyanın her tarafında, her kıtada insanlar kuraklıkla ya da sellerle ya da başka her türlü belayla karşı karşıya kalıyor.
Sanırım Kuzey Kore hariç yeryüzündeki bütün ülkelerde 20,000 kadar gösteri düzenledik. Ve bu işi sürdüreceğiz çünkü eğitim çok önemli, insanların işin içine girmesini, işe dört elle sarılmasını sağlamak ve bu fikirleri yaymak çok önemli. Ama bu süreç içerisinde bunun da yeterli olmadığını, tek başına eğitimin bu kuvvetlerin ve meliklerin karşısında yapılması gerekenleri yapmaya yetmeyeceğini kavradık. Dolayısıyla bir anlamda “sırtımıza bindirilen haçı taşımayı” (yani elimizi taşın altına koymayı) kabullenmek zorundayız. Bu bakımdan daha fazla karşı çıkmaya, daha fazla işe asılmaya rıza göstermemiz gerek. Geçen sene bu sıralarda ben bir çağrı mektubu yazdım, Jim Hansen ve başkaları da bunu imzaladı. Mektupta insanların Washington’a gelmesini ve tutuklanmasını istiyorduk. Bu Beyaz Ev’in önünde aktif bir sivil itaatsizlik eylemi olacaktı. Çünkü A.B.D. ve Kanada hükümetleri, Kanada’nın zift kumlarını Meksika Körfezi’ne taşıyacak boru hatlarıyla ilgili bir projede işbirliği yapmaya karar vermişlerdi. İşte biz de bu işe el atmamız gerektiğini düşündük. Çünkü Dr. Hansen’ın dediği gibi “bir gecede Alberta’daki o koca alanı bir meşale gibi tutuşturacak olsanız –ki çok şükür bunu yapamazsınız- atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunu milyonda 400 parçacıktan, anında milyonda 540 parçacığa çıkarabilirsiniz”.
Geçenlerde kendisinin New York Times’da belirttiği gibi, halihazırda zaten yakmakta olduğumuz bir sürü şey yetmiyormuş gibi, bir de bunu yaparsak bunun iklim açısından anlamı esas olarak “işimiz bitti” [“game over”] demektir. Dolayısıyla bu işi ele almamız gerektiğine karar verdik, aslında pek bir şey yapabileceğimizi de düşünmüyorduk ama insanın elinden geleni yapması lazım, öyle de yaptık. Gene kimlerin çıkageleceği konusunda hiçbir fikrimiz yoktu, hatta gelip de tutuklanmak için orada boy gösterecek kimse olur mu, onu bile bilmiyorduk. Bu iki hafta sürecek olayın ilk gününde orada 80 kişi vardı, 80 kişiydik. Bu bizim beklemdiğimiz kadar yüksek bir rakamdı, polis de bunu beklemiyordu. Bu işi sürdürmemiz engel olmak kastıyla aramızdan bir ilk grubu üç günlüğüne Columbia bölgesinde District Cell Block dedikleri hapishaneye götürdüler. Bu iş kulağa ne kadar eğlenceli geliyorsa o kadar eğlenceliydi, tahmin edebileceğiniz gibi. Burası eski bir okuldan bozma bir hapishaneydi. Ayak bileklerimize zincir vurdular ve …. evet tabii pek hoş değil ama çok da kötü değil. Çünkü ertesi sabah hapishanede bütün bunların kimseyi caydıramadığını öğrendik. O ikinci gün, hem de bir Pazar günü 100 kişinin tutuklanmak üzere oraya geldiğini duyduk. O iki hafta içerisinde bu hareket, Amerika Birleşik Devletlerinde 30 yıldır yapılmış en büyük sivil itaatsizlik hareketi oldu. Bu da zaman içerisinde geçici bir zafer kazanmaya yetti, zaten çevrecilerin kazandıkları hep böyle zaferler oluyor. O boru hattını hiç değilse bir süre ertelemeyi başardılar ve Avrupa Birliği’nin bu zift kumlarından elde edilen petrolü almasını engellemek için belli bir ilerleme kaydettiler. Hatta [projenin sahibi olan ülkede,] Kanada’da bile bunu yaptılar. Kanada’daki yerli topluluklardan kardeşlerimiz, sahile ulaşması öngörülen boru hatlarını engellemekte muazzam işler başarıyorlar.
Sözlerime son verirken size bu protesto hareketiyle ilgi iki şeyden söz etmek isterim. Geriye dönüp baktığımızda bunlar bana çok önemli geliyor. Birincisi –şimdi bu salona göz gezdiriyorum ve çevremde genelde görmeye alışık olduğum simalar olduğunu fark ediyorum- evet birincisi şu: biz o mektubu yolladığımızda beni rahatsız eden şeylerden biri de bu işe katılmak için genelde hep gençlerin geleceği fikriydi. Bunun da bu sabahki sohbetimiz sırasında yaşlıların ve gençlerin sorumluluğu üzerine söylediklerimizle ilgisi var. Burada kendini ateşe atacakların çoğunlukla üniversite öğrencisi olması hiç adil değildi. Bir kere onlar atmosfere başkaları kadar karbon salacak kadar uzun zamandır burada değiller. Ayrıca, bizim ekonomimizde 18-20 yaşlarında bir gençseniz, özgeçmişinizde hapse girdiğinizin yer alması pek iç açıcı bir durum değildir.
Öte yandan, yaşlanmanın nadir ayrıcalıklarından biri de, belli bir yaştan sonra, sonuç olarak size ne yapabilirler ki? İşte tam da bunu yansıtacak bir şekilde insanların oraya gelmesi çok hoştu. İnsanlara kaç yaşında olduklarını sormadık, yakışık almazdı ne de olsa. Ama “Siz doğduğunuzda Başkan kimdi?” diye sorduk. Cevap verenler arasında en büyük iki grup FDR [Franklin D. Roosevelt] ve Truman başkanlığı diyenler oldu. Bu da beni çok mutlu etti. İnsanlara bir şey daha söyledik: “Eğer gelip tutuklanacaksanız, geldiğinizde kravatlı ya da elbiseli olursanız makbule geçer.” Bunun sebebi de ille resmi giyim konusunda ısrarlı olmamızdan değil –zaten benim üstüme başıma baktığınızda bunu anlayabilirsiniz– ama bugün burada da üzerinde durduğum en önemli şeyi görsel bir vurguyla da söylemek istiyorduk. Yani size söylediklerimde radikal ya da aşırı ya da militanca olan hiçbir şey yok.
Bizim bütün istediğimiz, elde etmeye uğraştığımız şey, doğduğumuz zaman bulduğumuz dünyaya azçok benzer, Kitab-ı Mukaddes’in ilk sayfasında Rabbin kelâmıyla “iyi” diye tanımlanan bir dünyaya azçok benzer bir yere yeniden kavuşmak. Bunda radikal olan bir şey yok. Radikal olan, bu aşamada, servetinizi bir petrol şirketinden ya da bir kömür şirketinden sağlamak. Atmosferin kimyasal bileşimini zengin olmak için değiştirebilmek, herhangi bir insanın şimdiye kadar girişmiş olduğu en radikal eylemdir. Ve şunu da açıkça ve sade bir dille söylemek, bunun adını koymak zorundayız: bu çok ağır, çok ağır bir günahtır.
Bu mücadeleyi kazanabilecek miyiz, hiç bilmiyorum. Bunun gerçekleşmesi büyük ölçüde insanların kendi hayatlarından biraz feragat etmesine ve halihazırda sürdürdüğümüz bazı planlardan biraz vazgeçmemize bağlı. Önümüzdeki birkaç yıl da bu işe gerçekten can-ı gönülden girmek için kalmış olan zaman. Artık bundan söz etmek değil, bunu yapmak. Bunun gerçekleşmesi için insanın bedeniyle, itibarıyla, her şeyiyle elini taşın altına koyması. Bu olursa o zaman sanırım dünya çapında bir hareketin oluşmasıyla, öyle bir ölçekte gerçekleşmesiyle belki, belki bize kalan zaman içerisinde değişimi de gerçekleştirebiliriz. Bu olacak mı, bilmiyorum ve tabii ki mümin bir cemaatin mensubu olmanın en büyük tesellilerinden biri de, dünyanın sonunun ne şekilde geleceği konusunda insanın bizzat kesin bir kanaat oluşturmak zorunda olmaması. Müminden beklenen sadece farz olanı yapmasıdır. Mümine tanınan büyük ayrıcalık da her şeyin bir şekilde iyi sonuçlanacağına dair belli bir iman sahibi olmaktır. Ama bunun böyle olması, bana öyle geliyor ki, ancak bütün bu süre içinde elinizden gelen her şeyi yapmışsanız mümkündür.
Sonunda söyleyeceğim yegâne şey, bu sabah insanlar arasında nasılsa bir bölünme yaratmış gibi görünen şu laik olanla bilimsel olan meselesinin bence hiç de böyle bir bölünmeyi içermemesi. Bence olan şu: tarihte geriye gidebildiğimiz kadar gidip baktığımızda pekçok din insanlarının, keşişlerin, guruların ve mübarek kişilerin olduğunu görürüz. Bunlar sıra sıra, adeta aynı hat üzerinde yürürcesine bizlere hakikatı bahşetmişlerdir. Bu hiç de kültürel bir hakikat değildir, olsa olsa bir karşı-kültür hakikatidir. Sıra sıra dizilmiş bu mübarek insanlara son yıllarda pek çok bilim insanı da katıldı. Cüppeleriyle değil tabii, ama beyaz laboratuvar gömlekleriyle… Az çok aynı teşhisi koyuyor onlar da. Yani bu aşırı bireyciliğimizden artık vazgeçmemiz ve dünyanın merkezinde olmadığımızı kavramamız gerektiğini söylüyorlar. Çünkü aksi takdirde dünyanın işlerliği kalmayacak. İşte bu iki hat ilginç ve güçlü şekillerde birleşmeye başlıyor. Esas soru, bu hatlar nereye varacak? İşte bugünkü konuşmamda size esas söylemem gereken şey de bu: bu iş nihayetine varmadan, bize kalan zaman içerisinde yapmamız gerekeni yapacaksak, bu hatların bazıları yolunu dolandırıp cezaevinden geçmek zorunda kalacak. Bu nedenle, sözlerimde beceriksizce ifade edilmiş olan ilahiyat bilgisinden, ayrıca bunları patavatsızca söylediğimden dolayı özür dilerim. Bildiğiniz gibi benim mesleğim yazarlık, dolayısıyla kendimi dolambaçlı, kıvrak bir şekilde ifade etmeyi severim ama korkarım artık böyle alengirli düşünmenin zamanını çoktan geride bıraktık ve böylesine patavatsızca ama açık sözlü bir şekilde söylenmiş sözler şu anda sizlere verebileceğim en yararlı, muhtemelen tek yararlı armağan.
Çok, çok teşekkür ederim.
(Alkışlar)
Türkçeye çeviren: Nur Deriş Ottoman