Antroposen Sohbetler'de, Gizem Ulufer ile iklim krizi, felaket haberleri ve ekolojik belirsizliklerin gölgesinde çocuklarda korkusuz ama bilinçli bir çevre duyarlılığı nasıl inşa edilebileceğini konuşurken, ekofobi kavramı üzerinden doğayla temasın gücünü, umut dolu bir dilin dönüştürücü etkisini ve çocuklar için yaratılabilecek dayanıklılık alanlarını da tartışıyoruz.
Satırbaşları:
- Çocuklar yaşlarına uygun olmayan çevresel felaket haberlerine maruz kaldıkça korku, çaresizlik ve doğadan uzaklaşma gibi duygularla baş başa kalıyor.
- Doğayla bağ kurmak duyularla başlar. Bir çocuğun doğayı sevmesi, ona dokunması, kokusunu alması ve hissetmesiyle mümkün olur; sevgiyle başlayan bağ, zamanla korumaya dönüşür.
- Umut, çocuklara öğretilmesi gereken bir beceri. Felaket dilinden uzak, yaşa uygun, olumlu örneklerle beslenen iletişim; çocuklara “birlikte çözebiliriz” duygusunu kazandırır.
- Her çocuk farklı yollarla doğayla ilişki kurar. Kimi bir yangının izlerini sorgular, kimi gelincik toplar; önemli olan çocuklara kendi deneyimlerini inşa edebilecekleri alanlar açmaktır.
- Dayanıklılık, ritim ve doğayla temasla gelişir. Toprakla uğraşmak, tohum ekmek, çamurla oynamak gibi basit etkinlikler çocukların duygusal zeminini güçlendirir ve dünyaya güvenle bağlanmalarını sağlar.
Utku Perktaş: Merhabalar, Antroposen Sohbetler'e hoş geldiniz, ben Utku Perktaş. Bugün programda, ‘Çocuklar, Doğa ve Gelecek: Korkusuz Bir Bilinç Mümkün mü?’ sorusunu, bu üçlü başlık altında ele almaya çalışacağız. Konumuz oldukça kıymetli ve tanıdık bir sesle birlikteyiz; bildiğiniz bir konu, bildiğiniz bir konuk ve sanıyorum ki bu seriye de bu şekilde devam edeceğiz. Sevgili Gizem Ulufer bugün bizlerle.
Gizem ile bir programımız daha olacak muhtemelen çünkü ilk program da çok güzel geçmişti. Bu ilk programa da Antroposen Sohbetler’in Apaçık Radyo’nun internet sitesindeki kayıt arşivinden ulaşabilirsiniz. Dolayısıyla bugünkü programın da çok güzel geçeceğini düşünüyorum.
Aslında programın anahtar kelimesi de ‘ekofobi’ ve bu kavramı biraz açmaya çalışacağız. Özellikle doğayı konuşurken, içinde taşıdığımız endişeleri çocuklara nasıl aktardığımız konusu büyük önem taşıyor.
Gizem, bunu seninle daha önce konuşmuştuk. Artık sadece çevreyi korumaktan değil, çocukların doğayla kurdukları ilişkiyi nasıl şekillendireceğimizden de söz ediyoruz. İklim krizi, orman yangınları, plastik kirliliği ve benzeri çevresel sorunlar ister istemez küçük kulaklara da ulaşıyor. Peki bu bilgiler çocuklarda nasıl bir etki bırakıyor? Korkuyla karışık bir bilinç mi yoksa umutla beslenen bir dayanıklılık mı söz konusu? Bu sorunun cevabını açıkçası ben bilmiyorum ama Gizem, çocuklarla birlikte çok güzel çalışmalar yapıyor; sosyal medyadan da takip ediyorum.
‘Korkuyla karışık bir bilinç mi, yoksa umutla beslenen bir dayanıklılık mı?’ dedim ya, işte bugün bu soruyu Gizem’e soracağım. Program boyunca da bu bağlamda, az önce de belirttiğim gibi, o derindeki anahtar kelime olan ekofobiden yola çıkarak çocukların doğayla sağlıklı, sevgi dolu ve bilinçli bir bağ kurabilmeleri için neler yapılabileceğini konuşacağız.
Belki bu program serisi hepimiz için bir mini rehber niteliğinde olacak ama bu noktada en temel soruyla başlamak gerekirse: Korkusuz bir çevre bilinci gerçekten mümkün mü? Ben bu sorunun cevabını oldukça merak ediyorum ve bugün bunu konuşmak istiyorum. Girişi daha fazla uzatmayayım.
Gizem, hoşgeldin tekrar programa. Burada olduğun için çok mutluyum, eksik olma.
Gizem Ulufer: Teşekkür ederim. Sen anlatırken tekrar heyecanlandım.
U.P.: Nasılsın? Yoğun görüyorum ben seni.
G.U.: Çocuklarla birlikteyim ve bir yandan da kendi okumalarıma ve eğitimlerime devam ettiğim bir süreçteyim. Keyfim yerinde ama biraz üşüyorum hâlâ.
U.P.: Oturuyorsun ama yani bahar geldi, havaların ısınmasını bekliyoruz ama bu da iklim değişikliğinin, küresel ısınmanın etkisi herhalde.
G.U.: Soba yaktık İzmir’de - şaşırtıcı! Bilmiyorum, belki İzmir’de yaşayanlar bunu daha önce de deneyimlemiştir. Ben İzmirliyim ama evet, sobayı yaktım ve yanında kıvrılıp oturdum. Uzun bir süre böyle geçti.
U.P.: Bir yandan da keyifli olmalı.
G.U.: Evet, bir yandan içimde bazı şeyler de yankılanıyor. Mesela sular donmuştu, vişne, kiraz ağaçları zarar gördü, bu yıl yaşanan don olayları içimdeki kaygıyı artırdı açıkçası. Buradan ekofobiye giriş yapabiliriz aslında
U.P.: O zaman ben hemen ilk soruma geçmek istiyorum senin için de uygunsa. Ekofobi nedir ve çocuklar üzerindeki etkileri nasıl ortaya çıkar? Ekofobi kavramını tanımlayarak ve senin gözlemlerin üzerinden çocuklarla ilişkilendirerek başlayabiliriz.
“Çocuklar yaşlarına uygun olmayan çevresel felaket haberlerine maruz kaldıkça korku, çaresizlik ve doğadan uzaklaşma gibi duygularla baş başa kalıyor.”
G.U.: Yani en basit hâliyle ekofobi deyince aklımıza, kişilerin doğayla kurduğu ilişkide korku, çaresizlik ve kaygı duymaları gelmeli. Çevresel felaketlerin sürekli önümüze sunuluyor olması ve özellikle çocukların yaşlarına uygun olmayan içeriklerden bu olaylara maruz kalmaları, ‘dünya yok oluyor’ gibi felaket senaryoları... Bunlar çocuklarda içe kapanmayı ve ‘zaten benim yapabileceğim bir şey yok’ düşüncesini tetikleyerek doğadan uzaklaşma hissine yol açıyor.
Bu noktada ‘ne yapabiliriz?’ sorusuna odaklanmak gerektiğini düşünüyorum çünkü o kötü senaryolar elbette konuşulacak ve zaten varlar ama bizim yetişkinler olarak yapmamız gereken, tüm duyulara hitap eden, yaşam dolu deneyimlerle çocukları doğayla ilişkilendirmek. Doğayı sevmeyi öğretmek belki de ilk amacımız olmalı.
U.P.: Bu noktada şunu sormak isterim: Çocuklar doğayı koruma bilinciyle nasıl tanıştırılmalı ki korkuya kapılmadan bilinçlenebilsinler? Aslında senin söylediğin yere geliyoruz burada—herhalde bütün duyuları kullanarak, umutsuzluğu ortadan kaldırmaya çalışmak gerekiyor. Bu da çocuklar açısından mümkün olan bir şey herhalde.
G.U.: Evet, çok güzel bir yerden geldin. Çocuklar dürtüseldir; önce hareket ederler, sonra hissederler, en sonunda düşünürler. Özellikle 14 yaşına kadar bu sıralama çok belirgindir. Bu nedenle onların duyularına hitap eden her şey çok önemlidir ve bu süreç dokunarak başlar. Ne kadar erken yaşta bir çocuk doğayla çıplak ayakla temas ederse, bir ağaca, çiçeğe ya da hayvana dokunursa doğayla ilişkisi de o kadar erken ve derin bir şekilde başlar. Yani bir çocuğun doğayı sevmesi için önce onu tüm duyularıyla algılaması gerekir. Bir çiçeğin kokusunu almalı, bir hayvanın yumuşaklığını hissetmeli, bir ağacın kabuğuna dokunmalı… Önce sevecek, sonra koruyacak.
Bu ilke doğrultusunda doğa sevgisini en küçük yaştan itibaren aşılamaya başlayabiliriz.
Bana kalırsa çocuklar için bir doğa ritüeli oluşturmak sadece okulların değil, her yetişkinin sorumluluğudur.
U.P.: Bu noktada şunu da merak ediyorum: İklim değişikliği ve buna bağlı çevresel felaketler artık yadsınamaz bir gerçek. Aşırı hava olaylarıyla karşı karşıyayız. Peki, bu tür konular hakkında konuşurken ebeveynler ve eğitimciler nasıl bir dil kullanmalı?
G.U.: Dilimiz, çocuğun duygusunu şekillendirir. Bu yüzden en önemli nokta bu aslında.
U.P.: Evet.
“Umut, çocuklara öğretilmesi gereken bir beceri. Felaket dilinden uzak, yaşa uygun, olumlu örneklerle beslenen iletişim; çocuklara ‘birlikte çözebiliriz’ duygusunu kazandırır.”
G.U.: Somut ve yaşa uygun örneklerle ilerlemeliyiz; sade ve açık bir dil kullanılmalı.
Çocuklara felaket senaryolarıyla yaklaşmaktansa, umut dolu ve pozitif bir yerden meseleleri anlatmak gerekiyor. Mesela, ‘Buzullar eriyor, su kaynaklarımız azalıyor, bu yüzden suyu az kullanmalıyız’ demek yerine, daha yapıcı örneklerle yaklaşabiliriz.
Diyelim ki bahçemizde bir gölet yaparak kuşların su ihtiyacını karşılamaya çalışıyoruz. Bu belki çok uç bir örnek olabilir; herkesin bahçesi ya da gölet yapma imkânı olmayabilir ama bir parka kuşlar için bir kap su bırakmak da yeterli olabilir yani mahalledeki kuşların su içebileceği bir alan yaratmak gibi küçük adımlar bile çok şey değiştirir.
Aslında bu, sadece çocuklar için değil, yetişkinler için de geçerli. Camın önüne bir çekirdek koyarsın, kuşlar gelmeye başlar, onları tanımaya başlarsın ve sonra da, ‘Su kaynakları neden bu hale geldi?’ diye düşünmeye başlarsın. Bu yüzden çocuklara ‘Biz birlikte çözebiliriz’ duygusunu vermemiz gerekiyor ve burada kullandığımız dilin umut dolu olması çok ama çok önemli.
U.P.: Bu söylediğin çok önemli ve bence rehberlik anlamında da çok kıymetli. Peki, şimdi bir sonraki merak ettiğim soru şu olacak: Çocukların doğayla olumlu bir bağ kurmalarını sağlamak için ne tür aktiviteler önerirsin? Çünkü sen bu işin tam içindesin ve gördüğüm kadarıyla da oldukça aktifsin bu alanda. Ayrıca kuş gözlemi gibi bir etkinliği çocuklarla birlikte yapıyor olman da çok değerli, bu yaşta çocuklara kuşları sevdirmek gerçekten çok önemli çünkü doğayla bağ kurmalarını sağlamak açısından hem renkli, hem öten, hem de güzel canlılarla bir etkileşim kurmak çok etkili bir yöntem.
G.U.: Evet çünkü kuşlar hem göze, hem de dokunmaya hitap ediyor ama belki de dokunamasa bile onların yumuşaklığını hayal etmek bile çocuklara iyi geliyor.
Geçenlerde gerçekleşen bir kamptan örnek vereyim; burada her çocuğun doğayla kurduğu bağın ve ilişkilenme biçiminin farklı olduğunu gözlemledim. Antik bir kenti gezmeye gittik, kalabalık bir grup değildik; yaklaşık beş kişilik bir ekiptik. Gittiğimiz antik kent geçen sene yanmıştı. Doğa kendini toparlamaya başlamış, bahar gelmiş, gelincikler açmış, papatyalar var, diğer çiçekler de boy göstermişti. Ben orada, antik kente, Athena’ya dair bir şeyler anlatmaya çalışıyordum ama kimse pek oralı olmadı, herkes çevreye bakıyordu, ‘Acaba yılan geçer mi?’, ‘Şu kuş ne?’ gibi sorular soruyorlardı. Bir de bu grup kuş gözlemine yeni başlamıştı. O sabah mavi baştankara görmüşlerdi, çok heyecanlılardı, onu arıyorlardı bir yandan. Bir çocuk vardı ki çok hassastı, yangına inanılmaz odaklandı. Tüm gezi boyunca yangının neden çıktığını, doğanın iyileşip iyileşmeyeceğini, ağaçların tekrar büyüyüp büyümeyeceğini sorguladı ve oldukça üzüldü yani tüm odağı sadece yangındaydı. Bir başka çocuk ise sadece gelincik topladı. Gelincikleri eline alıp, bunlarla ne yapabileceğini düşündü. Biz de onunla birlikte gelincikten şerbet yaptık. Ona hayatında yeni bir alan açmış olduk. Bu çocuk 10 yaşındaydı ve daha önce hiç inek görmediğini söylemişti yani doğayla ilk bağını bu gelincik deneyimi üzerinden kurdu. Bundan sonrası artık onun üzerine inşa edilerek ilerleyecek.
Tabii ki orman yürüyüşleri çok kıymetli ama herkesin evinin yakınında bir orman olmayabilir, okulun da bahçesi ya da doğayla iç içe bir alanı olmayabilir. Bu yüzden küçücük bir alan yaratmak bile çok önemli. Bir saksının içindeki canlıları keşfetmek bile çocuklar için kıymetli bir doğa deneyimidir. Toprak ile bir şekilde temas kurmaları gerekiyor; bir tohum ekebilirler mesela, onun büyümesini izlemek çocukların doğayla bağ kurmasını kuvvetlendiriyor. Kompost yapmak olabilir, sanat etkinlikleri, doğa kampları, kuş gözlemleri gibi pek çok farklı etkinlik yapılabilir. Bunların hepsinin çocuklar üzerinde farklı etkileri olur ve her biri kendi içinde çok değerli.
U.P.: Peki, eğitim sistemine baktığımızda yani özellikle çevre bilinci kazandırılmaya çalışılırken hep eko fobiden bahsediyoruz, aslında arka planda bir çeşit korku yatıyor. Bu korkunun yerine umudu nasıl koyabiliriz? Aslında soruların cevapları bir öncekilerde biraz gizli gibi. Soruları hazırlarken tekrar olmasın istedim ama eğitim sistemine uyarlamak açısından bunu ayrıca sormak istedim.
G.U.: Evet, orada şöyle bir durum var aslında; zaten hepimiz, farklı konularda zaman zaman umutsuzluğa kapılıyoruz yani bu duyguyu sık sık yaşıyoruz.
U.P.: Evet.
G.U.: Bazen şöyle hissediyorum; umut artık bir duygu değil, bir beceri hâline geldi. Kendimize umut aşılamak için küçük şeyler yaparak var olmaya çalışıyoruz - biz yetişkinler de böyleyiz. Bu yüzden umudu öğretmek bence eğitimin bir parçası ve çözümün önemli bir yönü yani iyimser olmak, pratik çözümlerle çocuklara iyi örneklerden bahsetmek gerekiyor. Hatta dün Ağaçgiller diye bir kitabı karıştırıyordum, yazarları Raymond Huber ile Sandra Severgnini.
U.P.: Kütüphanemde de var biliyorum.
G.U.: Bu kitabı çocuklara kesinlikle tavsiye ediyorum ve bence her okulun kütüphanesinde bulunması gerekiyor çünkü doğayla bir şekilde bağ kurmuş ve negatif bir durumu pozitife dönüştürmüş insanların hikâyelerini içeriyor. Mesela bir ağacın kesilmesini engellemek için onun üzerinde yaşamayı seçen bir insanın hikâyesi ya da tamamen kelleşmiş bir alanı yeniden ağaçlandıran bir başka insanın hikâyesi… Bunları duymak çocuklara, ‘Ben de yapabilirim’, ‘Eğer ben yaparsam bir şeyler değişebilir’ duygusunu aşılıyor. Bu da çok önemli.
Eğitimde işbirliği içinde olmak da bu noktada çok değerli yani birlikte bir şeyleri yapabiliyor olmak, çocuğa ‘Güvendesin, buradasın, ben yanındayım ve birlikte yapabiliriz’ mesajını verebilmek önemli. Az önce verdiğim örnekler aslında bunu destekliyor: Kompost yapmak, okulda minik doğa projeleri üretmek, küçük ekoloji kulüpleri kurmak, birlikte doğa gezilerine çıkmak… Mesela sebze yetiştirmek—en basitinden bir tohumun yolculuğunu görmek—çocuklar için çok kıymetli bir deneyim - aslında çoğu yetişkin için bile öyle.
Ben bunca şey anlatıyorum ama ilk defa bu yıl tohumdan domates ve biber yetiştirdiğim bir dönemdeyim. Sürekli şaşırıyorum; bazıları ölüyor, bazıları çok daha güçlü büyüyor. Bu süreci gözlemlemek bile dayanıklılık üzerine düşünmeye yol açıyor ama onu sonra ayrıca konuşuruz. Bu gözlem süreci çocuklar için olduğu kadar biz yetişkinler için de önemli. Aslında hepimiz önce bunu kendimiz için yapmalıyız. Kendimiz deneyimlediğimizde, hem eğitmen hem ebeveyn olarak, bu deneyimi çocuklara aktardığımızda onlar bizim merak ve heyecanımızı hissediyor ve ilgilenmeye başlıyorlar. Yani mesela kuş gözleminde ben ‘Bakın mavi baştankara!’ dediğimde çocuklar başta çok ilgi göstermiyor ama ben dürbünü elime alıp heyecanlandığımda ‘Off Gizem ya!’ diye gülerler, sonra da bir kuş geçince ‘Gizem buna çok sevinir!’ diyerek bana gösterirler yani aramızda bir ilişki oluşuyor. Bu yüzden eğitimde de önce eğitmenin kendi merakı, iyimserliği ve umut dolu yaklaşımı çok ama çok önemli.
U.P.: Sanırım burada belirleyici olan senin kendi heyecanın çünkü gerçekten heyecanlıydın ve o heyecan, denklemdeki önemli bir etken gibi görünüyor yani sürecin çok kıymetli bir parçası galiba.
G.U.: Evet, kesinlikle. Yaptığın şeye duyduğun ilgi onu sevmeni sağlıyor aslında.
U.P.: Peki, şimdi şöyle bir şey soracağım—bu tamamen şu anda aklıma geldi: Sen çocukları müzelere de götürüyordun değil mi? Doğaya doğrudan çıkamadığımız zamanlarda, acaba müzelerdeki faaliyetler bu anlamda yardımcı olabiliyor mu? Yani müzelerdeki materyaller—sanatla ilgili olanlar da dâhil, resim, heykel gibi—bu sürece nasıl katkı sağlıyor?
G.U.: Aslında o alanı biraz derinleştirdiğinizde, insanın doğadan ne kadar ilham aldığını daha net görüyorsunuz yani müzede bir soyut esere bakarken bile, çocukla sohbet ederken onun bir lekeyi salyangoza benzetmesi üzerinden salyangozun yaşamına dair bir sohbet başlatabilirsiniz. Bu yüzden, evet, elbette ağacı yerinde görmek, ona dokunmak önemli ama bunu müzede de yapabiliriz. Hatta şaşırtıcı olan, ben bunu online derslerde de yapıyorum yani bazen insanlar, ‘Online sanat dersiyle doğa dersi mi olur?’ diye şaşırıyor ama gerçekten oluyor. Farklı şehirlerden çocuklarla sık sık buluştuğumuz için birbirimizin merakları üzerinden yepyeni şeyler öğreniyoruz.
Mesela bir çocuk, o hafta bir salyangoz gördüğünü ve onun beyaz renkli olduğunu söylüyor. Biz de o hafta onun üzerinden ilerleyip salyangozun hareketini, yaşam döngüsünü konuşuyoruz. Herkes, o hafta yaşadıklarını, bu teknolojik ortamda bir araya getiriyor ve böylece doğayla ilişki kurmaya devam ediyoruz çünkü burada konuştuktan sonra, ertesi gün okula giderken çocuk şöyle diyebiliyor, “Gizem şu ağaçtan bahsetmişti bugün” ve onun üzerinden bana bir şeyler anlatabiliyor veya kendi bir şeyler çizebiliyor, arkadaşlarıyla paylaşabiliyor yani zihninde bir anı oluşmuş oluyor, bu da çok kıymetli.
U.P.: ‘Gizem şu kuşu görüp heyecanlandı’ deyip çocukların dikkatini ona çekmek yani bu bile etkili oluyor.
G.U.: Evet çünkü orada, hayatta aslında bir rol model oluyorsun yani bir eğitmenin ille de rol model olması gerekmez ama bir ebeveyn zaten doğrudan rol modeldir. Rol model olmak, çocuğun hayatını şekillendiren bir şey. Eğer bu rol model doğayla, hayvanlarla kurduğu ilişkide sınırlarını bilen, duyarlı biri ise çocuk da o yolda emin adımlarla ilerleyebiliyor.
U.P.: Valla bravo. Çok güzel, gerçekten çok güzel. Şimdi şu soruyu da sormak istiyorum: Sanat, oyun ve hikâye anlatımı gibi araçlar, çocukların çevresel sorunları sağlıklı bir şekilde kavramalarına nasıl yardımcı oluyor? Aslında biraz bahsettin ama belki doğrudan duyguya hitap ettiği için bu konuyu biraz daha açabiliriz.
G.U.: Evet, tam da söylediğin gibi, bu araçlar doğrudan duyguya hitap ediyor. Hikâyeler, alegoriler, çocukların ilişki kurma süreçlerinde oldukça kolaylaştırıcı rol oynuyor. Örneğin, bir ağacın yaşam döngüsünü anlatmak... Bunu bir kitapla, bir masalla anlatmak ve ardından bu hikâyeyle ilgili bir resim yapmak ya da mantarlarla ağaçların arasındaki ilişkiyi anlatmak… Bu konularda çok güzel kitaplar var.
U.P.: Onlar için bile bence bu işe yarayan bir şey yani hikaye anlatımı çok önemli bir şey.
"Dayanıklılık, ritim ve doğayla temasla gelişir. Toprakla uğraşmak, tohum ekmek, çamurla oynamak gibi basit etkinlikler çocukların duygusal zeminini güçlendirir ve dünyaya güvenle bağlanmalarını sağlar."
G.U.: Kesinlikle. Hikâye anlatımı sayesinde çocuk somut bir şeyi soyutlayabiliyor, sanat da zaten soyut bir alan; ama onu da somut hâle getirmiş oluyoruz yani sanat ile hikâye anlatımı birbirini sürekli destekliyor - ben bunu sanat ve tabiat derslerinde birebir gözlemliyorum.
Geçen podcast’te de konuşmuştuk; örneğin sığırcıkların gökyüzündeki hareketlerini Jackson Pollock’un resimleriyle ilişkilendirmek… Orada soyutla somut arasında bir bağ kurmak, çocuğun zihninde bu bilgilerin daha derin ve sağlam yer etmesini sağlıyor.
U.P.: Evet, artık yavaş yavaş sona yaklaşıyoruz. Şunu sormak isterim: Çocuklara gelecekteki çevresel zorluklarla başa çıkabilmeleri için nasıl bir dayanıklılık kazandırılabilir? Çünkü ortada bir gerçek var—bu dünyada işler böyle gider ise gezegen de böyle gitmeye devam edecek gibi görünüyor.
Çocuklar 30 yıl sonra bugünkünden çok farklı bir dünyayla karşılaşacaklar. Bu durumu karamsar bir dille anlatmak doğru değil, kıyamet tellallığı yapmaya da gerek yok. İnsanları o korkunun içine hapsetmek faydasız ama bu, yaşanacak bir gerçek ve senin bu konuda çok iyi bir yaklaşımın var. Çocukları doğayla iç içe, doğayı merkeze alan bir sistemin içine dahil ediyorsun; eğitimler ve programlarla bunu yapıyorsun.
Şimdi ben de şunu sormak istiyorum: Gelecekteki bu zorluklar kaçınılmazken, çocuklara nasıl bir dayanıklılık kazandırılabilir? Bu konuda aklında somut bir yaklaşım var mı ya da yaptığın çalışmalar ışığında, bu sorunun altı nasıl doldurulabilir?
G.U.: Bu noktada, halihazırda içinde yer aldığım bir sivil inisiyatiften de bahsetmek istiyorum; Polen Kolektif. 6 Şubat depreminin ardından deprem bölgesinde çocukların iyi olma hallerini desteklemek amacıyla kurulan bir yapı. Yaklaşık iki yıldır, bir narenciye bahçesinin içinde çocuklara permakültür, doğa ve sanat atölyeleri düzenleyen bu sivil inisiyatifin bir parçasıyım. Eylül ayından beri orada aktif olarak çalışıyorum. Çocuklar için, dayanıklılıklarını güçlendirecek etkinliklerle onların kendi topraklarıyla bağ kurmalarını desteklemeye çalışıyoruz. Orada hâlihazırda yerel eğitmenler de etkinlikler düzenlemeye devam ediyorlar. Merak edenler mutlaka Polen Kolektif’in Instagram sayfasına göz atmalı.
Şu anda bir bahçeyi, Gümüş İlk ve Ortaokulu içinde yer alan bir alanda, kalıcı bir kütüphane ve sanat alanına dönüştürüyoruz. Burası, çocukların hem dayanıklılıklarını geliştirecek, hem de kendilerini ifade edebilecekleri bir alan olacak. Bu beni çok mutlu ediyor ve özellikle altını çizmek istedim.
Seninle daha önce de konuşmuştuk: ritim ve rutin, çocukların hayatında güven duygusunu tetikler. Bu da doğrudan dayanıklılığa katkı sağlar. Bir çocuğun dayanıklı olabilmesi için biraz deneyim kazanması gerekir; bir rutine sahip olması, o ilişkiyi sürdürebilmesi önemlidir. Burası bir orman olabilir, bir ağaç olabilir, bir kedi ya da köpeğe bakım vermek olabilir… Tanıyan kişi ilişki kurar; tanıyan kişi merak eder, derinleştirir ve sorumluluk alır. Bu yüzden dayanıklılıkla ilgili kısımda, çocuklara yaşam döngüsünü anlatmanın da çok faydalı olacağını düşünüyorum. Doğadaki ölümün, aslında canlılığa nasıl katkı sağladığını çocuklara göstermek…
En basit örnekle, kurumuş yapraklar toprağa düşer, böcekler onları yer, toprağa karışır ve bu toprakta yeni bitkiler yeşerir. Sadece bunu anlatmak bile çocuğa, kendi içindeki gücü keşfedebileceği bir alan açar. Ölümle yaşamın ne kadar iç içe geçtiğini ve her ikisinin de yaşamın bir parçası olduğunu deneyimlemiş olur.
U.P.: Çok güzel Gizem, çok teşekkürler. Yine harika bir söyleşi oldu.
G.U.: Çok hızlı geçiyor, daha aklımda bir sürü şey vardı. Şunu da eklemek istiyorum...
U.P.: Lütfen, vaktimiz var, biraz daha vaktimiz var. Ben sana son söz olarak bırakayım, benim bir sorum kalmadı çünkü.
G.U.: Evet, bu son İstanbul depremi insanları oldukça etkiledi. Ben de çok korktum. Ailem ve sevdiğim birçok insan orada yaşıyor. Tam deprem gününde çocuklarla online dersim vardı ve elbette o derste de deprem konusu konuşuldu. O anda çocukları korkutmadan nasıl yaklaşacağımı, ne diyeceğimi bilemedim açıkçası çünkü biz yetişkinler de kaygılanıyoruz. "Bu olur, evet, bu normaldir," demek kolay değil. Aslında orada yaptığımız şey, çocuklara anlatma, duygularını ifade etme alanı açmak. Gerçek olmak çok önemli ama aynı zamanda çocuklara şunu da söylememiz gerekiyor: “Dünya iyidir, güvenlidir, biz yanınızdayız. Evet, bazen dünya sallanır ama biz buradayız ve birlikte güçlenebiliriz.” Bu mesajı vermek önemli.
Şu anda kaygısı çok yüksek olan ebeveynler için de bunu özellikle söylemek istiyorum: Toprağın altından kayma hissi yani depremin yarattığı o sarsıntı duygusu… Bu hissi çocukta biraz daha güvenli, sağlam bir zemine oturtmak için çocuğun doğayla, toprakla daha fazla temas kurması çok faydalı olabilir. Mesela bir tohum eksinler, yürüyüş yapsınlar, dokunsunlar, çimene, toprağa, ağaca… Bunlar, doğrudan örneklerle ama abartıya kaçmadan, depremin teknik detaylarına girmeden, çocuğu korkutmadan yapılabilir. Bu tür temaslar, çocukla birlikte konuyu yumuşatarak paylaşmanın yollarıdır. Burada örnek olarak çamurla oynamayı verebilirim. Çamurla bir şeyleri inşa edip, sonra bozmak, tekrar inşa etmek… Bu çocuklara çok iyi geliyor. Depremi anlamlandırmak adına hem doğal bir malzeme, hem de yumuşak, şekil verilebilir bir şey. İnşa edip bozması da eğlenceli.
Unutmamak gerekiyor ki ülkemiz bir deprem bölgesi. Her an, her yerde böyle bir şey yaşanabilir ve çocuklar bunu çok derinden hissediyorlar. Biz farkında olmasak da kendi aralarında bu konuları konuşuyorlar. Bu yüzden onların dünyasında güveni yeniden inşa etmek için, birlikte yapılabilecek iki küçük örnek vermek istedim. Hem somut, hem de duygusal olarak işe yarayacağını düşündüğüm öneriler bunlar.
U.P.: Ben hep şöyle düşünüyorum; İstanbul’daki son deprem, beni de farklı sebeplerden dolayı oldukça kaygılandırdı. Bir anda gelen bir haberdi aslında. Neyse ki baktığımızda üzücü bir şey yaşanmadı. Genel olarak her şey yolunda gözüktü ama depremin kendisi ne yazık ki artık hayatımızın bir gerçeği.
Sen konuşurken bir şey aklıma geldi; acaba çocuklara şöyle mi anlatmak iyi olabilir? Sonuçta biz yaşayan bir gezegenin üzerinde yaşıyoruz ve bu gezegen, arada sırada —evet, çok yavaş ve uzun aralıklarla —hareket ediyor. Kocaman, devasa bir gezegen bu. Dolayısıyla biz de gezegenin bu hareketlerine ne kadar saygılı davranırsak yani onun doğasına ve bileşenlerine ne kadar özen gösterirsek, bu hareketlerden de o kadar az etkileniriz gibi geliyor bana. Yani karşımızda bir düşman yok aslında; üzerinde yaşadığımız bir gezegen var ve bu gezegen de bizim gibi canlı, cansız değil. Depremler de bunun bir göstergesi. Sonuçta bu dinamik süreç olmasaydı, bugün burada oturup bu konuyu konuşamıyor olabilirdik. Tarihteki depremlere, gezegenin bu canlılığına borçluyuz bir bakıma—hatta belki birbirimizi tanıyor olmamızı bile… Birçok şey birbiriyle bağlı. Böyle bir algı oluşturduğumuzda belki daha sağlıklı bir bakış açısı gelişebilir.
Mesela ben İstanbul’a uçakla giderken, yukarıdan şehre baktığımda bir tane bile yeşil alan göremiyorum. Oysa Avrupa’daki başka büyük metropollere gittiğimizde, havadan baktığınızda yeşil alanları bolca görebiliyorsunuz ama İstanbul öyle bir noktaya gelmiş ki artık bu anlamda oldukça korkutucu bir hal aldı ve herkesin dilinde sürekli felaket senaryoları var. Bu da çocukları daha da tedirgin eden, yoran bir dünya görüşü yaratıyor çünkü bizden farklı olarak onların bu depremleri görme ihtimali - kalan ömür uzunlukları düşünüldüğünde - çok daha yüksek. Ne zaman olacağını bilmiyoruz elbette ama sonrası da onlar için çok önemli. Bu yüzden, belki de onlara ‘Biz yaşayan bir gezegenin üzerindeyiz’ fikrini anlatabilmek, bu süreci anlamlandırmaları için iyi gelebilir. Bilmiyorum… Sen anlatırken bu düşünce geldi aklıma.
G.U.: Elbette. Depremi algılayabilmek için bile toprağın altındaki canlıları, kökleri, mantarları—yani miselyum ağını—anlamak çok önemli. Bunları kavramak, çocuğun depremi daha somut bir şekilde anlamasını sağlar çünkü aslında o hareketin kendisi yerin altındaki yaşamla bağlantılı. Her şey birbiriyle bağlı, birbirinden ayırmak pek mümkün değil.
U.P.: Gizem, çok teşekkürler, gerçekten çok güzel bir söyleşi oldu.
G.U.: Ben de çok teşekkür ederim, zaman su gibi aktı gerçekten.
U.P.: Evet, zamanı çok güzel akıttık, sohbet çok keyifli geçti. Ben söyleşilerimizin burada biteceğine inanmıyorum, bence buradan yeni konular doğacak ve bu seri - arka arkaya olmasa da - aralıklarla sürecek, buluşmaya devam edeceğimizi düşünüyorum ve bu beni çok mutlu eder. Bugün, bu kaydı yaparken benim için heyecanlı günlerden biriydi ve artık yavaş yavaş programımı kapatıyorum. Bugünkü programın sonuna geldik.
Konuğum Gizem Ulufer ile birlikte Çocuklar, Doğa, Gelecek: Korkusuz Bir Bilinç Mümkün mü? başlığı altında, derinlemesine ekofobi kavramını ele aldık. Bu kavramın tanımını yaparak, çocuklarla doğa arasındaki ilişkiyi nasıl daha sağlıklı bir hale getirebiliriz sorusu üzerinden konuştuk. Bir sonraki Antroposen Sohbetler’de buluşmak üzere, hoşçakalın.