Antroposen Objektifi: Çernobil'in Sessiz Tanıkları ve Fotoğrafların Hikâyesi

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, Atlas dergisi fotoğraf editörü Serkant Hekimci'den Çernobil faciasının hikâyesini fotoğrafların diliyle dinliyor ve Çernobil'de zamanın izlerini konuşuyor.

""
Fotoğraf: Serkant Hekimci
Antroposen Objektifi: Çernobil'in Sessiz Tanıkları ve Fotoğrafların Hikâyesi
 

Antroposen Objektifi: Çernobil'in Sessiz Tanıkları ve Fotoğrafların Hikâyesi

podcast servisi: iTunes / RSS

Bir Felaketin Ardından…

1986 yılında gerçekleşen Çernobil felaketi, insanlık tarihinin en karanlık günlerinden biri olarak hafızalarda yer etti. Ancak bu trajedinin etkileri, yalnızca radyasyon seviyeleri veya haritalarla sınırlı değil; Çernobil, aynı zamanda Antroposen çağının en güçlü sembollerinden biri haline geldi. İnsanlık, doğa üzerindeki etkisini bu olayla somut bir şekilde gördü. Şimdi, yıllar sonra, bir fotoğrafçının objektifinden Çernobil’i yeniden keşfediyoruz. Antroposen Sohbetler’de, Atlasdergisinin deneyimli fotoğrafçısı Serkant Hekimci ile bu felaketin görsel hikayesini konuştuk.

Serkant Bey’in 20 yılı aşkın fotoğrafçılık kariyerinde eski Sovyet topraklarında gerçekleştirdiği uzun soluklu projeler ve Çernobil projesi, bu bölgenin hikayesini anlamamız için bir pencere aralıyor. Onun karelerinde yalnızca bir felaketin kalıntılarını değil, kendisinin sessiz tanıklığıyla şahit olduğu olaylar ve aynı zamanda doğanın yeniden doğuşunu, insanın unutulmuş anılarını ve zamanın adeta durduğu bir atmosferi görebiliyoruz. İyi dinlemeler ve keyifli okumalar…

Terk edilmiş mutfak / Fotoğraf: Serkant Hekimci

Utku Perktaş: Merhabalar, Antroposen Sohbetler’e hoş geldiniz, ben Utku Perktaş. Bugün Antroposen Sohbetler’de yine çok özel bir konuğum var. Başlığımız ‘Antroposen objektifi’ ve Çernobil'in konu edeceğiz. Daha önce konu etmiştik. Atlasdergisinin editörü sevgili Özlem Numanoğlu ile konuşmuştum. Aradan epey bir vakit geçti. Ben o dosyadaki fotoğraflara bakınca çok etkilenmiştim açıkçası ve fotoğrafla da ilgilenen yani ilgilenmeye çalışan birisi olarak bir de bunu Antroposen objektifi yapıp bir fotoğrafçının gözünden Antroposen'i konuşabilir miyiz diye aklımdan geçirdim vebugünkü programı da bu çerçeve içerisinde tasarlamaya çalıştık.

Çernobil'in felaket sonrası unutulmaz izlerini ve Antroposen dönemin gerçeklerini
ve dediğim gibi, bunu da bir fotoğrafçının gözünden konuşmaya çalışacağız, kendisinin objektifinden keşfedeceğiz. Program radyo yayını olunca görseller olmayacak ama konuşmak da çok kıymetli diye düşünüyorum. Dolayısıyla fotoğrafların hikayelerini ve duygularını hissetmeye çalışacağımızı düşünüyorum bugün. Çernobil'de o felaket sonrası zaman nasıl durmuş olabilir, bu nasıl hissediliyor? Konuğum Atlas dergisinin deneyimli fotoğrafçılarından Serkant Hekimci. Kendisiyle Sovyet topraklarında yaşadıklarını, karşılaştığı zorlukları ve bu fotoğrafların bize neler gösterdiğini bugün konuşmaya çalışacağız. Ben bu girizgahı çok uzatmadan kendisine hoş geldiniz demek istiyorum. Serkant Bey selamlar, hoş geldiniz!

Serkant Hekimci: Hoş buldum, çok teşekkür ederim öncelikle.

U.P.: Ben çok teşekkür ediyorum, vakit ayırdınız, çok da memnun oldum tanıştığımıza. Yüz yüze de bir araya gelir bir kahve içeriz yakın zamanda.

S.H.: Umarım, en yakın zamanda.

U.P.: Şimdi ben kısa bir girizgah yaptım ve bugün ‘Antroposen Objektifi’ başlığıyla Çernobil'in izlerini sizinle konuşacağız ama öncelikle sorulara geçmeden çok kısa sizi sizin ağzınızdan tanımak isteriz.Zira ben eksik bırakabilirim, dinleyicilerimiz için mümkün olabilir mi bu acaba, bir şeyler söylemek ister misiniz bu konuda?

S.H.: Çok ufak özetlemek gerekirse; ben uzun soluklu fotoğraf projeleri çalışmaya çalışan bir fotoğrafçıyım. Temelde dosyalarım, projelerim eski Sovyet ülkeleri ile alakalı ve bu yüzden de imkanım elverdikçe oralarda olmaya çalışıyor, oralarda fotoğraf üretmeye çalışıyorum. Bunları Türkiye'de geçmişte Atlasdergisi ile dışarıdan serbest bir fotoğrafçı olarak paylaşıyordum. Bugün ise derginin kadrolu fotoğrafçısı olarak tekrardan paylaşmaya çalışıyorum. Onun dışında da tabii Atlas'ın fotoğrafçısı olarak derginin bütün işlerinde hem fotoğraf editörlüğü, hem de fotoğrafçılık yapıyorum. Yaklaşık 20 senedir bu şekilde fotoğraf ile yoğun bir şekilde ilgiliyim.

U.P.: Benim çok fotoğrafçı konuğum olmadı açık söylemek gerekirse. Daha önce Coşkun Aral ile konuşmuştum.

S.H.: Ne güzel.

U.P.: Çoşkun Bey'in özellikle Anadolu ile ilgili ve özellikle yaptığı birkaç belgeselde Anadolu'daki Antroposen izlerini kendisiyle konuşmuştum, buradan hatırlatmış olayım. Sizin de açıkçası sosyal medya hesabınız beni çok etkilemişti, oradaki fotoğraflar çok güzeldi. Yani Atlas'ın fotoğrafları dışında ben onları da burada hatırlatmak istiyorum. Dinleyicilerimiz için, sizi takip etmek isterlerse bence arayıp bulabilirler, çok şey kazanabileceklerini düşünüyorum. Fotoğraflarınız çok anlamlı görünüyordu.

S.H.: Teşekkürler.

U.P.: Ben ilk soruya geçiyorum izninizle. Antroposen, felaket olayları bağlamında temsil eden bölgeleri fotoğraflarken bu felaketlerin insanlık için önemini nasıl yansıtmaya çalışıyorsunuz?

Mavi çarmıhlar / Fotoğraf: Serkant Hekimci

S.H.: Tabii... Burada en temelde olana müdahale etmeden yapmaya çalışıyorum. Bunu sessiz tanıklıkla yapmaya çalışıyorum ve bunu sadece Çernobil için değil, bütün fotoğraf çalışmalarımda uygulamaya çalışıyorum aslında. Çernobil’in hepimizin zihninde felaketle eş anlamlı bir yapısı var. Bu yüzden de durumu olduğu gibi göstermek, üzerine çok da bir şey söylememeye çalışmak bence en doğru yol çünkü mekan zaten duymak isteyene yeterince konuşuyor, hatta çığlık çığlığa bağırıyor.

Ben gerek Atlas, gerekse kendi fotoğraf çalışmalarımda belgesel fotoğraf çatısı altında fotoğraf üretmeye çalışıyorum. Bunun yöntemi de doğrudan fotoğraf. Doğrudan fotoğrafta fotoğrafçı, kadrajına müdahale etmez, hayatın akışına çok fazla karışmaz. Karşısında fotoğrafçının bir görüntüler okyanusu vardır. Oradan durumu en doğru şekilde özetleyecek ve atmosferi en doğru verecek kadrajları izleyiciyle buluşturmaya çalışır. Buna bir örnek vermek isterim; şöyle ki, Çernobil'den tabii ki nükleer santral çalışanlarının çalışanları ailelerinin yaşadığı Pripyat şehri var. Bugün artık hayalet bir şehir durumunda. Biz orayı da Özlem ile birlikte gezmiştik. Buralarda çocuklar için anaokulları, kreşler yapılmış. Bu kreşlere girdiğimizde ortama dramatik etki arttırılsın diye müdahale edildiğini hissettik biz çünkü 35 yıldır insanlar Çernobil'e giriyorlar, çıkıyorlar. Gerek yasal yöntemlerle, gerek yasa dışı yöntemlerle de giriyor, çıkıyor kişiler, kurumlar ve bu ortamda biz normalden fazla bir etki olduğunu hissettik. Ben bu noktada durdum çünkü oranın doğasında olmayan bir şeyi fotoğraflayıp izleyiciye yanlış bilgi vermek istemem. Müdahaleden kastım aslında bu. Bu anlamda bir müdahalede bulunmuyorum ama şunu da belirtmek isterim; fotoğrafçı, çektiği fotoğraftan soyutlanamaz. O kare içerisinde o fotoğrafçı mutlaka vardır. Fotoğraf belki teknik anlamda basittir ama arka planında büyük bir birikimle bence çekilir, üretilir.

Ben bölgeye gitmeden önce - aslında geçen belki 10 senede – Çernobil ile ilgili çok fazla bir şeyler okumaya çalıştım. Belgeler, kitaplar okudum; belgeseller izledim ve bende bir Çernobil zaten vardı, oraya gittiğimde karşılaştığım bir Çernobil vardı. Ben bu ikisi arasında bir köprü vazifesi görerek izleyiciye aslında gördüklerimi sunmaya çalıştım. Biraz şöyle diyebiliriz, izleyicinin gördüğü aslında benim Çernobil'in.

U.P.: Evet.

S.H.: Ben nasıl görmek istiyorum Çernobil'i? Aslında o şekilde aktarıyorum. Çernobil'in bendeki etkisi ne ise izleyen de büyük oranda aslında onu görüyor.

U.P.: Sanıyorum bu noktada işin özgünlüğü de buradan geliyor. Yoksa herkes fotoğraf çekebilir. Tabii ki herkes bir şeyleri yansıtabilir ama fotoğrafların o belli ölçüde anlattıklarını - yani dosyayı hazırlayıp yazan var, bir de fotoğraflarla dosyayı yazan var. Siz zannediyorum dosyayı fotoğraflarla yazan oluyorsunuz ki bu da dosyaya ayrı bir özgünlük katıyor, ayrı bir şekilde kıymetini arttırıyor diye düşünüyorum.

S.H.: Zaten fotoğraf mümkün olduğu kadar söze gerek kalmasın diye, fotoğraflarla var olduğu kadar bir hikaye kurmaya çalışıyorum ama tabii ki yazı onu okuyucu için destekliyor.

U.P.: Ben bu yaklaşımı çok beğendim. Dolayısıyla aslında fotoğraflarla sizin zihninizi de okuyoruz.

S.H.: Öyle olması lazım ve fotoğrafçının da orada olması lazım. Bütün o karelerde fotoğrafçıyı izleyenin hissetmesi lazım.

U.P.: Ben şimdi bir de böyle bakacağım tekrardan çünkü bu da önemli bir şey. Yani bu kesinlikle sadece resme bakıp geçmek ya da fotoğrafa bakıp geçmek değil. Bir de böyle bakacağım, eksik olmayın, çok güzel bir başlangıç oldu.

Şimdi Çernobil'de fotoğraf çekerken - sonuçta zor bir yer - insan bir yandan da endişe edebilir. Aştığınız en büyük zorluk neydi ve bunu, eğer böyle bir zorluk var ise nasıl aştınız?

S.H.: Bence temelde iki büyük zorluk vardı ve bence aşamadık, kısıtlı zamanımız vardı. Zaten zorluklardan bir tanesi kısıtlı zamandı ve kısıtlı zamanda bunları aşmak zordu. O yüzden de ben aslında tekrardan bölgeye dönmek istiyorum ve bölgede tekrardan daha geniş bir zamanda da çalışma yapmak istiyorum.

U.P.: Aslında bitmedi bu çalışma o zaman?

S.H.: Tabi bitmedi. Aslında orada gördüğüm pek çok şey beni daha fazla orada olmaya, gelecekte orada olmaya itiyor - imkanlar dahilinde tabii. Sakıncası var mı bilmiyorum bunu burada söylemenin ama bununla ilgili destek de arıyorum çünkü bunları kendi içinizde söyleyebilirsiniz ama bunlar kendi başıma yapmam için güç projeler. Oralarda olmanın,bu işin ciddi bir yazışma kısmı var, izin kısmı var, bunların hepsi güç şeyler. Bu yüzden de ben dönmek istiyorum. Özellikle Çernobil Köpekleri isminde bir fotoğraf serisi yapmak istiyorum.

Yalnız köpek / Fotoğraf: Serkant Hekimci

U.P.: Neden köpekler?

S.H.: Hatırlarsanız, hikayede hem Svetlana Alekseyeviç'in kitabından - hem de belgesel ve televizyon dizisi de aslında büyük oranda - yararlanılmıştır. Burada felaketten sonra bölgedeki insanlar tahliye ediliyor. Başta köpekler olmak üzere canlılar etki yaratmasın diye yok ediliyorlar aslında ama tabii ki tüm canlıları da yok etmek mümkün değil. Bir kısmı kurtuluyor ve insanlar, yok edici birimler onlara ulaşamıyorlar ve üreyerek bugüne kadar çevrede ciddi bir köpek popülasyonuna sebep oluyorlar. Bu benim çok dikkatimi çekmişti oradayken ve ne yazık ki ne ile karşılaşacağımı tam da bilmeden ya da belki düşünemeden, o an normalde hayvanlara yardım eden bir insan olarak yardım edemedim yani ufak bir mamayla bile yardım edemedim. Bu yani yardım edememek bana biraz açıkçası dokundu. Hiç olmazsa fotoğraf makinemle onların hikayesini anlatmak istiyorum - tabii sadece köpekler bağlamında değil. Bölgeye geri dönerek Çernobil Köpekleri isminde bir seri yapmak istiyorum.

U.P.: Ne kadar nefis bir kurgu olacağını düşündüm siz anlatırken. Bunu da bilmiyordum ben. Ayrıca Svetlana Alekseyeviç’in ismini de andınız, ben de kendisini çok severim. Alekseyeviç, kalemi çok kuvvetli bir yazar yani kesinlikle başka bir yerde. Bende de bütün kitapları var ve genel olarak çok çok başarılı bir yazar olduğunu biliyorum ben de. Şimdi genel olarak hani Sovyet topraklarına odaklanıyorsunuz ya, bu ne kadar zamandır böyle devam ediyor? Kaç yıllık bir süreç bu odaklanma?

S.H.: Benilk defa2012 yılında Rusya'da bulundum. Bir fotoğraf sergisi açtım St. Petersburg'ta ve o dönemlerde de Türkiye'de, İstanbul'da ağırlıklı olarak demiryolu, tren fotoğrafları çekiyordum. Dedim ki, ‘Ben bunu neden Rusya'da yapmıyorum?’ Çünkü dünyanın en büyük demiryolu ağına sahip ülkelerinden bir tanesi Rusyave o zamandan bu zamana Rusya’ya gidip geliyorum. Tabii bu sadece demiryoluyla kapsamlı değil, insana da ulaşmaya çalışarak devam ediyor. 2012'den beri aralıklarla gitmeye çalışıyorum. En son 2020'de, pandemi tam patlarken Avrupa'da aslında Ural dağlarındaydım. Dağlarında derken dağlarda değildim ama orada bir şehirdeydim, fotoğraf çalışması yapıyordum. Hatta Atlas da yayınladık bu çalışmayı. Devamında da Kazakistan'a geçecektim çünkü bu sadece Rusya ile sınırlı değil. Benim Sovyet coğrafyasına olan tutkum bu, diğer ülkeler de var işin içinde ve Kazakistan orada önemli bir ülke. Kazakistan'a geçecektim ama geçemedim, pandemi patladı, kapılar kapandı. Ben de İstanbul'a dönmek zorunda kaldım ve o tarihten beridir de aslında ne Rusya'ya gidebiliyorum, ne Kazakistan'a gidebildim. Kazakistan'da yakın zamanda devam etmek istiyorum çalışmalarıma.

Radyasyon ölçüm cihazı / Fotoğraf: Serkant Hekimci

U.P.: Anlıyorum. Rusya'ya gitmek de kolay değil, benim de böyle bir tecrübem olmuştu. Doktorayı bitirdiğim yıllardı ve Moskova Doğa Tarihi Müzesi'ne gitmiştik. Ben de hatırlıyorum yani vize almak ve kapıdan girmek kolay değil. Yapmıştık ama ben de çok strese girmiştim.

S.H.: Rusya'dan başlarsak evet, başka bir ülke üzerinden bir örnekle geleyim mümkünse, şöyle bir şey anlatayım aslında; iki ay kadar Japonya'da kalmıştım, bir imkanım olmuştu ve orada da bu kurşun törenlerini, Çin konserlerini fotoğraflamak için kaldığım yerde zaman zaman tren istasyonuna gidiyordum. Bir gün bir tripodla birlikte tren istasyonuna gittiğimde oradaki görevliler beni durdurdular. ‘Herhalde yasaklayacaklar’ dedim ama tam tersi beni bir makineye yönlendirdiler. Birkaç yen karşılığında ben 24 saatlik bir çekim izni aldım çok şükür. Evet, çok şaşırmıştım. Çok rahat bir şekilde tripodumu kurdum, bana yardımcı oldular. Bunun tam tersini Rusya'da yaşadım, beni çok defa istasyonlarda engellediler, pasaportumu almakla tehdit ettiler. Polis merkezine de çekildim. Sovyet coğrafyası, Rusya zor topraklar, buranın insanları zor insanlar, sistem zor bir sistem ama tam da bu sebepten aslında benim için çok çekici çünkü şöyle düşünelim; bundan 35 yıl, 37 yıl önce bir yabancı elinde fotoğraf makinesiyle bu coğrafyalarda dolaşamazdı, mümkün değildi.

Bir örnek daha vereyim; Sovyetler döneminde Trans-Siberian trenine bindiğinizde bugünkü son durak Vladivostok'tur. Oraya kadar gidemezsiniz çünkü Rus donanmasının ana üssüdür. Bir yabancı bir önceki durakta inmek zorundaydı. Ama bu bakirlik anlatılmamıştı - özellikle Sibirya beni müthiş şekilde cezbediyor ve aklımı başımdan alıyor. Sibirya'da olma imkanım oldu ve aslında bu zorluklara rağmen koşa koşa dönmek istediğim yerler buralar benim için.

Reaktör ve koruma alanı / Fotoğraf: Serkant Hekimci

U.P.: Ben de aynı şeyleri hissetmiştim. Şöyle bir şey; insanı insan yapan özelliklerden bir tanesi merak ve bu tür şeyler merakı o kadar tetikliyor ki... Yani sonuçta merak ediyorsunuz. Ben, Doğa Tarihi Müzesi'ne gittiğimde de tamamiyle başka bir perspektiften söyleyeceğim, inanılmaz bir koleksiyon ile karşı karşıya kalmıştım ama o kadar kapalı ki - yazılar Rusça, bir özet buluyorsunuz ama anlamıyorsunuz. Koleksiyon ise acayip zengin ama kimseye açılmamış. Oraya girmiş olabilmek inanılmaz bir şeydi ama sınırlı zaman var, hepsini çalışmanız imkansız ve ben de tekrardan gitmek istiyorum. Ama kapıda karşılaştığımız ve sonra çıkarken de karşılaştığımız, pasaportların ucuna, kıyısınabakıp adamlar reddedebiliyorlar. Yaşamak da beni inanılmaz germişti ve ‘aman’ dedim, ‘gidelim Türkiye'ye’. Geri dönmek istiyorum ama yine de bir mesafeyle yaklaşıyorum. Dediğiniz gibi, o merakı acayip tetikleyen bir ülkeydi ve çok da farklıydı.

S.H.: Çok farklı.

U.P.: Moskova'yı gördüğümde ben de çok etkilenmiştim açıkçası yani eski şehirden, sosyalist dönemden gelen oradaki kültür karmaşası da farklı - Lenin'in mezarının yanında şimdi McDonald's'ın açılmış olması gibi.

S.H.: Video vardır, belki siz de görmüşsünüzdür; Moskova'da ilk defa McDonalds açılıyor 90'larda, duvar yıkıldıktan sonra ve muazzam bir kuyruk var orada. İşte bu sebeplerden, biraz önce bahsettiğiniz sebeplerden dolayı aslında ben de 16 defa gitmek durumunda kaldım çünkü bu aslında çok güzel. Bunun aslında ideali de orada bir süre yaşamak, o havayı solumak, o insanlarla oturup yemek paylaşmak. Ben çok kısıtlı zamanlarda hareket etmek durumunda kalıyorum ve o kısıtlı zamanlarda elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. O yüzden bir ısrarla ancak başarılı olabilirim ki henüz yapmak istediğim işlerin daha %30’undayım. Bence kocaman bir alan daha duruyor çünkü çok büyük bir coğrafyadan bahsediyoruz - sadece Rusya değil, diğer eski Sovyet ülkeleri.

U.P.: Oradaki kültür de çok büyük yani çevreye etki eden kültürü de çok büyük. Bambaşka şeyler var yani her şey çok büyük.

S.H.: Bambaşka dengeler var. Bir başka zorluk daha söyleyeyim size; hava şartları. Tabii ki Rusya'dan bahsediyoruz. Ben bir kez sadece yaz döneminde, bir Haziran ayında Rusya'da olmuştum ve hakikaten beni etkilemedi. Kazan şehrindeydim, fazla nem yoktur, sıcaktır ama benim için her yer gibiydi Rusya. Ama ben Rusya'ya gitmeden önce Rusya'yı kurguladığımda ki çoğu insan da belki öyledir - bizim Rusya'mız o karlar altındaki Kremlin'dir, o soğan kubbeli kiliselerdir. Ben hep o Rusya'yı seviyorum ve mümkün olduğu kadar o Rusya'yı bulmaya çalışıyorum. Bu soğuğun da aslında getirdiği avantajlar ve dezavantajlar var. İklim durumu aslında benim fotoğrafım için son derece avantajlı bir durum çünkü bütün bu havanın zor şartları, karlı şartları da aslında fotoğrafa bir atmosfer veriyor, bir ışık veriyor ama tabii ki bir yandan da zor. Trans-Siberian treninin Habarovsk diye bir şehri var, durak noktalarından bir tanesi orada, hemen Amur Nehri kıyısında. Elim, parmağım deklanşöre gitmedi, dondum, resmen dondum, parmağım deklanşöre gitmedi. Veya hava erken kararır Rusya'da, çok erken hareket etmeniz gerekir ve fotoğraf makinesinin pilleriniz çabuk biter soğukta. Veya bir sonraki şehre gideceksinizdir ama bir sonraki şehir trenle dokuz saattir. Yani kurgulamak çok zordur Rusya'yı ama bütün bu zorluklardan çok beni hala yıldırmayan, bana çekici gelen şeyler var.

U.P.: Çok güzel açıkladınız yani aslında bu kısım çok güzel doğaçlama gerçekleşti. Şimdi kurgunun dışına çok çıkmadan ki aslında cevabı da verdik bu soruda biraz ama Sovyet topraklarında fotoğrafçılık yapmanın sunduğu en önemli zorluklar ve fırsatlar nelerdir diyecektim ve hemen hemen üzerinden de geçtik gibi oldu.

Fotoğraf: Serkant Hekimci

Peki, şunu sormak istiyorum - sadece bunu bunu konuşmadık - bir Atlas fotoğrafçısı olarak özellikle bu Sovyetlerde, Rusya topraklarında çevresel dönüşümleri gözlemleme şansınız oluyor mu? Az değil yani 12-13 yıldır, 12 yıldır zannediyorum bölgeyle ilgileniyorsunuz ve aynı zamanda yolculuklar yapmışsınız.

S.H.: Yolculuklar yaptım. En uzun kaldığım yaklaşık üç haftaydı. Belki de Rusya’da bir aydı, o da Sibirya yolculuğundaydı. O yüzden böyle çok çok güçlü bir değerlendirmem yok açık konuşmak gerekirse. Ancak buradan tabii ki ben bütün ülkeyi elimden geldiği kadarıyla takip etmeye çalışıyorum. Bu kadar ziyaretten sonra arkadaşlarım da çok oldu tabii, çok fazla arkadaşım oldu. Benim en çok dikkatimi çeken, her yaz Yakutistan'da çok ciddi orman yangınlarını görüyorum. Her yıl etkisi daha da fazla büyüyor ve daha yok edici bir hal alıyor.

U.P.: Aslında bunun, küresel ısınmanın en önemli maliyeti gezegene yani artmaya da devam edecek.

S.H.: En çok dikkatimi çeken bu. Yarın bir gün bununla ilgili bir çalışma da yapmak isterim ama dediğim gibi bunlar hep zaman ve imkan meselesi.

U.P.: Tabii kaynak çok önemli. Ben kaynak sorununu da çok iyi anlıyorum. Bunu yapalım buradan yani sizi bu anlamda destekleyebilecek herhangi bir kaynağa vesile olabilirsek programda çok nefis olur.

S.H.: Hem Çernobil için, hem de Rus coğrafyası için çok sevinirim.

U.P.: Dediğiniz gibi, baştaki şeyi tekrar vereceğim; ‘Sonuçta fotoğrafçı kendi perspektifini ve kendi zihin yapısını fotoğrafın içine koyuyor’ dediniz. Bu önemli bir şey.

S.H.: Tabii.

U.P.: Anladığım kadarıyla da...

S.H.: O yaratıyor fotoğrafın kimliğini.

U.P.: Çernobil yazısında Özlem Hanım'ın yarattığı metin diyeyim ve sizin yarattığınız fotoğraflar bu anlamda çok anlamlı bir şey uyandırmıştı bende ki gerçekten akılda kaldı ve hala kendini koruyan bir yazı olarak da bugün hala konuşuyoruz. Çernobil'deki çalışmalarınız izleyicileri hangi duygusal veya düşünsel tepkileri uyandırıyor?

S.H.: Biraz önce aslında konu oraya geldi, oradan döndük. Bence fotoğrafçı merak edendir ve anlamak isteyendir. Ben Rus coğrafyasını, eski Sovyet coğrafyasını çok merak ettiğim ve anlamak istediğim için aslında gidiyorum. Bence bir projenin dinamiklerinin en temeli de bence bunlardır: Merak ve anlam arzusu. İzleyici de bence merak edendir, anlamak isteyendir. Yoksa o dergiyi almaz, o internet sitesini açmaz, o yazıyı okumaz. Karşılıklı bir şekilde bir araya gelebiliriz izleyiciyle. Fotoğraf ile izleyen arasında köprüyü kuran daha önce de söylediğimiz gibi fotoğrafçıdır. Bu yüzden de fotoğrafçıya biraz odaklanırsak aslında bu sorunuzun cevabı ortaya net bir şekilde bence çıkacak.

Karşınızda bir görüntüler denizi var ve siz bir dergi için veya bir kurum için veya kendiniz için fark etmez
gerçekliği göstermeye çalışıyorsunuz, gerçekliği göstermeye çalışıyoruz. Çünkü dediğim gibi, belgesel fotoğraf çatısı altında bunu yapıyoruz. Ancak ne kadar bunu yapmaya çalışırsanız çalışın kendi gerçekliğinizden sıyrılamazsınız yani aslında son tahlilde izleyenin gördüğü fotoğrafçının gerçekliğidir bence.

Dediğim gibi, ben Çernobil'i nasıl göstermek istiyorsam aslında o şekilde aktarabilirim -
ötesi izleyiciyi kandırmak olur. Benim Çernobil'im felaket yapısına uygun olarak biraz karanlık, biraz soğuk ve ağır bir ruhu var. Felaketten etkilenenlere saygı gösteriyor ama taraf tutmuyor, bir suçlu göstermiyor ve son kararı izleyiciye bırakıyor. Bütün bu çerçevede aslında fotoğraflarımı üretmeye çalışmıştım.

U.P.: O zaman şöyle diyebiliriz; Antroposen'in objektifi dedik ama sizin yaklaşımınız da ne olursa olsun kendi perspektifinizi de koysanız yine objektif bir yaklaşım oluyor yani nesnel bir yaklaşım yapmaya çalışıyorsunuz.

S.H.: Tabii.

U.P.: Çok güzel, çok teşekkürler. Bunlarla esasında Çernobil dosyasını bu anlamda bitirmeye çalıştım - bitmez ama süremiz kısıtlı olduğu programın sonuna geliyoruz veson olarak bir fotoğrafçı olarak Antroposen'i nasıl tanımlıyorsunuz diye sormak istiyorum.

S.H.: Evet, ben insanın sürekli tüketme, sonsuz bir tüketme evresi olarak tanımlıyorum aslında. Benim çerçevem de biraz böyle. Ben fotoğrafla ilgileniyorum 20 yıldır. Bu bir teknolojik buluş aslında. Evet, her aşaması insana ait, bütün süreci insana ait. İlgilendiğim fotoğraf türü de insanı odağına alıyor. Beni harekete geçiren ve merak ettiğim de hep insan: Günümüzdeki insan, tarihteki insan, göç eden insan, şehirleri kuran, savaşan, yok eden insan, Çernobil gibi felaketlere sebep olan insan. Ama insanın bu açmazını, bu kontrastını, bu doğasını da seviyorum. Benim için benim hikayeme altyapı oluyor fotoğraf hikayemde aslında. Bu anlamda da insanlık çağına inanıyorum ben her şeyden önce. Önceden doğadan etkileniyorduk, şimdi ise doğa üzerinde geri döndürülemez etkilerimiz var ve Çernobil ile Fukuşima da bunun örnekleri.

Ben gidişat üzerinde çok iyimser değilim. Ben insanın kötü doğasının
günümüzde - ne yazık ki - daha baskın olduğuna inanıyorum. Bence yaşadığımız iki büyük savaş yeterli olmadı, insan durdurulamaz, daha fazlasına ihtiyaç duyma dürtüsü var. 20'li yaşlarda belki çok doğru bir zaman değildi ama Nietzsche okumaya çalışırdım. Belki bugünler daha doğru bir zaman olabilir. Onun bahsettiği bir üstinsan vardı - şimdi Almancasını hatırlayamayacağım. Ama belki de o konuma geçmemiz lazım, daha çok üretmemiz lazım. Sadece tüketmeye odaklanmamamız lazım ve başka canlılar için bir şeyler yapabilmemiz lazım. Bence bizi gerçekten var eden, varoluş ve anlam arayışı.Hepimiz anlam arayışındayız ve bunun cevabını üretmek, diğer canlılara da yardım etmek olduğuna inanıyorum. Genelde fikirlerim bu şekilde.

U.P.: Çok teşekkür ederim. Yani sonuçta doğru bir yaklaşım sizinkisi. Benim de hep üzerinde durduğum şey ki özellikle 1950'den sonra nüfus artışı, hızlı ivmelenmeyle tüketimi aşırı tetikleyen bir dönemi tanımlıyor. Serkant Bey çok teşekkür ederim, çok üretken bir söyleşi oldu ve iyi ki geldiniz, iyi ki vakit ayırdınız. Umarım daha çok görüşme şansımız olur.

S.H.: Umarım, çok isterim. Özellikle Sovyet coğrafyası üzerine sohbet etmeyi çok isterim.

U.P.: Alekseyeviç üzerine de konuşabiliriz, çok güzel olur. Ben o zaman izninizle yavaş yavaş programı kapatacağım. Bugün konuğum Atlasdergisi fotoğrafçısı Serkant Hekimci idi ve ‘Antroposen Objektifi’ başlığıyla Çernobil'i tekrar konu ettik ve Çernobil'de zamanın izlerini konuşmaya çalıştık. Ama tabii her zaman olduğu gibi söyleşi biraz kendini aştı, konu dışına çıkmış olabiliriz. Önümüzdeki haftalarda tekrar buluşmak üzere hoşça kalın.