Açık Mimarlık'ta İstanbul'da 23 Nisan'da gerçekleşen depremi konuşuyoruz; yapılanlar, yapılamayanlar, mevzuatlar ve eylem planları...
Y. Y: Günaydın! Açık Mimarlık'ı dinlemektesiniz. Apaçık Radyo'dayız. Canlı yayındayız. Hasan Cenk Dereli bizimle beraber.
C. D: Merhaba herkese.
Y. Y: Evet, İstanbullular olarak oldukça uykusuz bir sabaha uyandık. Eminim şu anda bizi dinleyen, İstanbul’da ya da Türkiye’nin herhangi bir yerinde olan, belki de yurt dışında bulunan dinleyicilerimiz de epey yorgun, uykusuz ve endişeli hissediyor. Çünkü malumunuz, dün öğle saatlerinde İstanbul’da bir dizi deprem meydana geldi. En büyüğü 6.2 şiddetindeydi; 5.9’a ulaşanların da dahil olduğu, ilk 12 saat içinde 100’ü aşkın artçı sarsıntı yaşandı.
Radyomuzda da Çarşamba günü olması sebebiyle Altın Saatler programı yayınlandı. Biliyorsunuz, Okan Tüysüz Hoca ile çok aydınlatıcı, bilgilendirici ve önemli bir söyleşi gerçekleştirdik. Bunu da tekrar hatırlatmak istiyorum. Eğer henüz dinlemediyseniz, Okan Hoca’nın röportajını Altın Saatler’den mutlaka dinlemenizi öneririm.
Biz de bugünkü yayını bir gündem programı olarak gerçekleştirmek istedik. Malumunuz, her ayın son programında genelde Cenk ve Serter’le birlikte tematik yapılar üzerine konuşurduk. Ancak son birkaç aydır, gündem yoğunluğu nedeniyle bu düzenden uzaklaştık ve gündem programlarına ağırlık verdik. Bugün de, tahmin edileceği üzere, deprem gündemimiz var.
Cenk’le birlikte Açık Mimarlık programında yıllar boyunca birçok deprem yayını yaptık. Bugün yine benzer şeyleri konuşacak gibiyiz. Ne kadar tekrar etsek de, sorunlar büyüyerek devam ediyor. Herkese geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Umuyorum ki bu İstanbul depremi, bir şeylerin değişmesi adına bir dönüm noktası olur. Çünkü daha büyük bir depremin kapıda olduğu artık bir sır değil.
Sevgili Cenk şu anda İzmir’de. Hatırlarsınız, İzmir de birkaç yıl önce büyük bir deprem yaşadı, ciddi yıkımlar oldu. Kendisiyle uzun uzun konuştuk; orada durum nedir, neler yapılıyor… Ne yazık ki, hâlâ Türkiye’nin birçok yerinde insanlar geçici barınma alanlarından kalıcı konutlara sağlıklı biçimde yerleşebilmiş değil. Kucağımızda böyle bir sorunlar yumağı var.
Biraz karamsar bir giriş oldu belki ama... Depremin yanı sıra gündemde başka tartışmalar da var. Eğer süremiz elverirse programın ikinci yarısında onlara da değinmek istiyorum. Mimarlık camiasında da çok şey konuşuldu son günlerde. Öğrenciler açık mektuplar yayımladı, onlara cevaben çeşitli açıklamalar yapıldı. Vakit kalırsa, bu tartışmalara da yer vereceğim.
Sevgili Cenk, hoş geldin. Tekrar geçmiş olsun dileklerimi hem sana hem tüm dinleyicilerimize iletiyorum.
C. D: Teşekkürler Yağmur. Gerçekten herkese geçmiş olsun. Ne kadar konuşsak da bitmeyecek bir mesele bu. Teknik açıdan da oldukça ilginç; sadece bilimsel değil, toplumsal ve politik açıdan da konuşulmayı hak ediyor. Biz Açık Mimarlık’ta, yapı stoğundan yapı teknolojilerine, dirençli kentlerden afet sonrası iyileşme süreçlerine kadar pek çok açıdan bu konuları değerlendirmeye çalışıyoruz. Türkiye’de afet sonrası ya da öncesinde neler yapılabileceği üzerine konuşmak, ne yazık ki hiç tükenmeyecek gibi görünüyor.
Keşke bu meseleleri daha güvenli bir ortamdan, daha umutla, daha heyecanla konuşabiliyor olsaydık. Açık Mimarlık programı 2011 yılında başladı, üzerinden 14 yıl geçti. O dönemde doğan çocuklar artık üniversite çağına geldi. Ancak biz hâlâ aynı sorunları tekrar ediyoruz. Çünkü yapısal değişiklikleri göremiyoruz. Yine de bireysel çabalarla elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmalıyız.
Geçtiğimiz yıllarda konuştuğumuz İzmir depremi örneğin, merkez üssü İzmir’e yaklaşık 68-69 kilometre uzaklıkta, Kuşadası Körfezi açıklarında gerçekleşmişti. Şiddeti 6’nın üzerindeydi, belki de 7’ye yakındı. O deprem çok net bir şekilde gösterdi ki, zeminin yapısı şiddetin ne kadar farklı hissedileceğini belirliyor. Maraş depremi gibi, İzmir’e uzak bir merkezden gelen sarsıntı, ciddi etkiler yaratabiliyor. Bu sadece teknik bir detay değil; hayatlarımıza doğrudan etki eden bir gerçeklik.
Depremin etkisi yalnızca yıkım değil; yapılarının niteliği, şehirlerin içindeki konumları da ciddi riskler yaratıyor. Kentlerin merkezinde, hemen yanı başımızda duran ama bir türlü tahliye edilmeyen yapılar büyük bir tehdit oluşturuyor. Ne yazık ki bu konuda bireysel çabaların ötesine geçemiyoruz. Belediyeler ya da merkezi yönetim tarafından yapılan çalışmalar, afet planları, kentsel dönüşüm projeleri, toplantılar, atölye çalışmaları… Bunların çoğuna yıllardır katıldım. Artık aynı şeyleri tekrar tekrar söylemek yerine, yeni insanların, yeni seslerin o masalara oturması gerektiğini düşünüyorum. Her toplantıda “Biz bunları yirmi yıldır konuşuyoruz,” cümlesini duymak moral bozucu. Belki o cümle hiç kurulmasa, yeni bir bakışla bir şeyleri değiştirebilecek insanlar için yer açılır. Çünkü gerçekten farklı bir enerjiye ihtiyaç var artık.
İstanbul için de yıllardır afet planlamaları yapılıyor. 1999 depreminden sonra, üniversitedeyken, İTÜ ve diğer üniversitelerden hocalarla yürütülen planlamaları hatırlıyorum. Bazı hocalar o hafriyat hesaplarını anlatırken, neredeyse bir heyecanla o felaketi tarif eder gibi oluyordu. Kaç kamyon gerekecek, kaç ton hafriyat çıkacak... Bu soğukkanlı matematiğin ardında hissettiğimiz duygularla başa çıkmak hiç kolay değil.
Tüm bu hesaplamalar bir yandan lojistik olarak bir şehri nasıl yeniden ayağa kaldırabiliriz sorusuna yanıt arıyor. Ama aynı zamanda şu soruyu da sordurtuyor: Gerçekten bu kapasiteye sahip miyiz?
Hatay ve Maraş’ta yaşananlar da gösteriyor ki, geçici barınmadan kalıcı konutlara geçiş hâlâ ciddi bir sorun. İstanbul’da yaşanan son depremin kimilerine göre olumlu bir etkisi olmuş olabilir, belki de beklenen büyük kırılmayı önlediği ya da şiddetini azalttığı düşünülüyor. Ama yine de buruk bir sevinç tabii.
Yaşadığımız şehirde, bulunduğumuz yerlerde, yürüdüğümüz sokaklarda riskler o kadar fazla ki... Örneğin İzmir’de, bir sağanak sonrası yaşanan taşkın sırasında, açıkta kalan bir elektrik kablosuna temas eden bir vatandaş hayatını kaybetti. Ona yardım etmek isteyen kişi de aynı şekilde yaşamını yitirdi. Bu sadece bir örnek; düşen bir sıva parçası, gevşek bir pencere pervazı bile ölümcül olabiliyor. Ve bu hikâyeler, bu travmalar, sadece bugüne değil, yüzyıllara yayılan bir belirsizliğin parçası.
O yüzden, bireysel olarak alabileceğimiz her önlemi almamız gerekiyor. Bu, radikal kararlar vermeyi de içeriyor. Güvenliğinden emin olmadığınız bir yapıda oturmamak, yaşam alanınızı elden geldiğince güvenli hâle getirmek bu kararların en başında geliyor.
Elbette planlama düzeyinde bazı adımlar da atılıyor. İstanbul'da da son dönemde çeşitli çalışmalar yapıldı. Ancak bu çalışmaları hayata geçirecek kişilerin bir kısmı şu anda görevde değil; bazıları gözaltında. Bu da başka bir trajediyi gözler önüne seriyor. Türkiye’de yaşamak, tüm bu zorlukların içinde var olmaya çalışmak ve buna rağmen direnmek demek. Belki de en çok bu yüzden konuşmaya, hatırlatmaya ve hatırlamaya devam etmek gerekiyor.
Y. Y: Evet, çok güzel toparladın, teşekkür ederim. Gerçekten Türkiye'de yaşamak, bireysel bir dirençlilik geliştirmeyi de beraberinde getiriyor tam da dediğin gibi. Ama her şeye rağmen, belki de biraz daha güvenli, yaşanabilir şartları sağlamamız önemli. Fakat böyle derin bir ekonomik kriz içindeyken, bizim deprem dirençlilik anlayışımızın, özellikle yönetimsel düzeyde, çoğunlukla bireysel borçlanmaya dayalı, yapı stokunun yenilenmesine odaklanması büyük bir sorun. Bu ortamda insanlar ne yapsın?
Dünden beri birçok kişiyle konuştuk. Pek çok kişi, "Yaşadığım yere güvenmiyorum ama şu anda yapabileceğim bir şey yok," diyor. Evet, İstanbul güçleniyor deniyor, buldozerlerin önünde yıkılan yapılarla fotoğraflar paylaşılıyor, özellikle 6 Şubat depremleri sonrasında. Ancak bu ekonomik güvencesizlik ortamında insanlar nasıl oturdukları yerleri yenilesin? Zaten pek çok insanın bir evi bile yok. Hele ki kiracıysanız ve İstanbul'da yaşıyorsanız, geçmiş olsun. Ortalama kiralar bazı semtlerde 64 bin lira ile 30 bin lira arasında değişiyor. Hatta bazı bölgelerde 22 bin liraya kadar “düşüyor.”
Basına yansıyan fotoğraflarda da görülmüştür; daracık sokaklarda insanlar tıkış tıkış. Neden? Çünkü afet toplanma alanları kapatılmış. Bu, sıkça haberleştirildi zaten. Detaylara gireceğim ama tam da senin dediğin gibi, Okan Tüysüz Hoca'nın da dün özellikle vurguladığı gibi, deprem dirençli bir kent demek yalnızca yapı stokunu yenilemek değil. Kentin altyapısıyla, ulaşım ağlarıyla, çevresiyle birlikte ele alınması gereken bütüncül bir dirençlilik senaryosundan bahsediyoruz. Ama bizde hâlâ “herkes oturduğu evi yenilesin, borç alsın, müteahhite versin, kat karşılığı yapsın” anlayışı egemen. Bu modelin on yıllar alacağı çok açık. Sadece düşük faizli kredilerle insanların kendi yapılarıyla ilgilenmesini beklemek, kapsamlı bir sosyal konut politikası olmadan çok zor.
İstanbul’u ve diğer büyük kentleri deprem dirençli hale getirmek gerçekten çok ciddi bir mesele. Evet, senin de bahsettiğin gibi bazı yerel yönetimlerde ve merkezi yönetimde çalışmalar yapılıyor. Fakat bu çalışmalar genellikle konuşmacıların yıllardır aynı şeyleri söylediği, raporların hazırlandığı, planların açıklandığı, ardından pek bir şeyin değişmediği süreçlere dönüşüyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2019’da bu durumu aşmak için bir Deprem Çalıştayı düzenledi. İstanbul Planlama Ajansı’nın web sitesinden ulaşılabilen bu raporlar çok önemli. Örneğin “İstanbul Olası Deprem Kayıp Tahminleri İlçe Kitapçığı” herkesin mutlaka incelemesi gereken bir çalışma. 2018 yılında İBB ve Boğaziçi Üniversitesi'nin ortaklaşa gerçekleştirdiği başka bir çalışmaya göre, 7.5 büyüklüğünde bir deprem senaryosunda 48 bin yapı ağır hasar alacak, toplamda 194 bin bina orta ve üzeri seviyede hasar görecek. Bu, binaların %22.6’sının yıkılacağı anlamına geliyor. 25 milyon ton enkaz oluşacak. Düşünelim: Kaç bin kamyon seferi yapılmalı ve bu enkaz nereye dökülecek?
Yine o çalışmada, bin 45 atık su noktası ve 355 doğal gaz noktası hasar görecek. 120 milyar TL yapısal ve yapısal olmayan ekonomik kayıp yaşanacağı öngörülmüş—bu, 2018 bütçesiyle. Bugünün kurlarıyla tablo çok daha karamsar. Yani mesele sadece binaların yıkılması değil; yolların kapanması, su ve enerji altyapısının çökmesi gibi çoklu riskleri de kapsıyor.
6 Şubat depremlerinden sonra İstanbul'da ciddi bir hareketlilik oldu ve Büyükşehir Belediyesi bir “Deprem Seferberlik Planı” açıkladı. Biz de o dönem Altın Saatler özel yayınlarında Gürhan Ertür ile bunu detaylı konuşmuştuk. Plan beş başlıkta toplanıyor:
1. Afet odaklı kentsel dönüşüm
2. Altyapı ve ulaşım ağlarının afetlere dirençli hâle getirilmesi
3. Sismik araştırmalar
4. Afet sonrası toplanma ve geçici barınma alanları
5. Eğitim ve kapasite geliştirme
Ama tüm bunlara rağmen, o basın lansmanında da vurgulandığı gibi, yetki karmaşası devreye giriyor. Büyükşehir Belediyesi olarak bir plan açıklasanız bile, ilçe belediyeleriyle, merkezi yönetimle birlikte çalışacak hukuki düzenlemeleri yapmadan bu planlar parçalı kalıyor.
Türkiye’de bilimsel bilgi üretiminde bir sıkıntı yok. Çok nitelikli uzmanlarımız, yöneticilerimiz var. Fakat iş uygulamaya geldiğinde, yasal çerçeveler, yetki alanları, mevzuat engelleri sebebiyle büyük tıkanıklıklar yaşanıyor. Basın toplantısında da vurgulanan en önemli konu buydu zaten: “Bu planı yaptık ama umarız ki uygulamayı engelleyen yapısal problemler kaldırılır.”
Ancak 2024’ten bu yana çok uzun bir zaman geçmedi. Planın şu an hangi aşamada olduğunu da bilmiyoruz çünkü yeni bir kamu duyurusu yapılmadı. Ve görünen o ki, dün yaşananlar ışığında, henüz ciddi bir uygulama sürecine girilememiş gibi duruyor maalesef.
C. D: Biraz uzattım belki ama… Aslında tüm bu olup bitenler içinde en çarpıcı olan şey şuydu: İnsanların, endişeyle açık alanlara yönelmesi. Yol kenarındaki viyadüklerden başlayıp boş arsalara, kent parklarına kadar, yapılaşmamış ne kadar alan varsa, birer sığınak gibi dolmaları… O boşluklara sığınmaları, bir tür barınak bulmaları gerçekten çok çarpıcıydı. Ve elbette, bu durum kimse için sürpriz değildi.
Bu, hep söylenen bir şeydi. Hep uyarılan, hep konuşulan bir şeydi ve şimdi yaşanıyor: Bu kadar yüksek nüfus yoğunluğuna sahip, bazı ülkelerden bile büyük bir metropolün, neredeyse nefes alacak boşluğu kalmamış olması... Bu kadar sığınaksız, bu kadar korumasız hale gelmiş olması gerçekten çok acı. Söyleyecek bir şey kalmıyor bazen.
Kıyı alanları... Keşke korunabilseydi diyoruz. Ama onlar da farklı şekillerde mülkiyet transferleriyle yapılaşmaya açılıyor. Sınırlar çiziliyor. Oysa her yer yapılaşma üzerinden değil, yaşam üzerinden değerlendirilse… Hele ki senin de belirttiğin gibi, o korkutucu senaryolarda yaşanacak bir yıkım anında bu kentte milyonlarca insanın nereye, nasıl hareket edeceği hesaplandığında. Kıyıya erişimin, sahil alanlarının kamusal karakterinin korunması ne kadar hayati bir mesele haline geliyor.
Ama acil bir durum olmadığı sürece bu konular göz ardı ediliyor. Ne yazık ki bunu da yaşıyoruz.
İzmir bunun bir örneği. İzmir’deki deprem sonrası yüksek yapılaşma aynı hızla devam etti. Oysa kentteki fay hatları İstanbul kadar bile iyi analiz edilmiş değil. Naci Gör Hoca'nın yakın zamanda yaptığı açıklamada da ifade ettiği gibi: Süregelen çalışmalar var ama henüz netleşen bir tablo yok. Ona rağmen, bilinen riskli dolgu alanlarında dev konut projeleri yükseliyor. Bunlar eski fabrika arazileri, endüstriyel bölgeler ya da dezavantajlı mahallelerin “dönüşüm” yoluyla dönüştürüldüğü yerler. Ve kararlar, genellikle yerelin ihtiyaçlarını önceleyen, kent sakinlerinin olası bir afetteki önceliklerini temel alan yapılar üzerinden verilmiyor.
Bunu içinden yaşayarak, izleyerek ve bazen çaresizlikle tanıklık ederek görüyoruz. İstanbul’da olduğu gibi İzmir’de de, başka kentlerde de aynı yoğunlaşma, aynı eğilim sürüyor. Ne yazık ki.
Y. Y: Evet, çok haklısın. Tam da geçtiğimiz hafta, Şişli Kent Konseyi Başkanı Cem Solmaz’ı canlı yayında konuk ettim ve bu meseleyi konuştuk. Çünkü Şişli Belediyesi’nin hemen karşısında, binlerce kişiyi ağırlayabilecek büyüklükte bir afet toplanma alanı var. Ve bu alanda, uzun süredir çeşitli yasal süreçlere ve davalara konu olmuş bir şirketin rezidans inşaatı yükseliyor. Üstelik Şişli Belediyesi’ne kayyum atanmış durumda. Yeni yönetimin bu projeye dair yaklaşımı ne olacak, henüz bilinmiyor. Bu başlı başına büyük bir soru işareti.
Yalnızca teoride kalan bir sorun da değil bu. Daha dün yaşadığım çok somut bir örneği dinleyicilerle paylaşmak istiyorum. Benim oturduğum mahallede dört adet resmi afet toplanma alanı var. Bunlardan biri, geniş bahçesiyle tanınan, köklü bir Fransız lisesi. İstanbul’da 6.2 büyüklüğünde bir deprem olduğunda, bu toplanma alanı kapalıydı. Evet, kapalıydı. Akşam saatlerinde muhtarlığın açıklamasıyla bunu öğrendik. İlk bir iki saat bile değil; insanlar canını kurtarıp oraya ulaşmışken, kapıda asma kilit vardı.
Bu nasıl olabilir? Bu soruyu sormaktan vazgeçmemeliyiz. Çünkü İstanbul’un başka noktalarında da benzer haberler geldi. Üstelik bir yandan da basında şu başlıklar çıkıyor: “İstanbul'da deprem sırasında açık olan AVM'lerin tam listesi.” Gülsek mi, ağlasak mı bilemiyoruz. Oysa biz yıllardır bunları konuşuyoruz: Bir zamanlar afet toplanma alanı olan birçok yer artık rezidans, AVM, özel projelere dönüşmüş durumda. Bakırköy'den Bayrampaşa’ya, Bahçelievler’den Zincirlikuyu’ya… Nerede büyük bir boşluk varsa, şimdi büyük şirketlerin projeleri var.
İPA’nın bir verisi var: 42.200 kişinin barınabileceği alanlarda, toplam 95 adet ve her biri 20 bin metrekarenin üzerinde olan alışveriş merkezi bulunuyor. Bu devasa bir sorun. Çünkü hadi bir alan AVM olmadı diyelim, yine de afet anında oraya ulaştığınızda kapısında kilit bulabiliyorsunuz. Bu kabul edilemez.
6.2 büyüklüğündeki bir depremde bunu yaşadıysak, 7 ve üzeri senaryolarda nelerle karşılaşabileceğimizin çok ciddi işaretlerini almış olduk. Bu yüzden yetkililerin bu meseleyi acilen, ciddiyetle ele alması gerekiyor.
Ve son olarak… Bu konular üzerine yıllardır büyük bir özveriyle çalışan Tayfun Kahraman’a bir selam göndermek istiyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanı olarak görev yaptığı sırada, tam da bu meselelerle ilgili çok önemli çalışmalar yürüttü. Ama ne yazık ki, uzun süredir görevinde değil. Buradan kendisine selamlarımızı ve dayanışmamızı iletmek istiyorum.
Buyur Cenk, senin de son olarak eklemek istediklerin varsa, sözü sana bırakayım. Ben sözü böyle bir selamla tamamlamak istedim.
C. D: Çok iyi yaptın, herkese geçmiş olsun diliyorum. Örgütlenelim, planlı olalım ve birbirimize sahip çıkalım. Başka diyebileceğimiz bir şey yok.
Y. Y: Evet, buradan verebileceğimiz en kıymetli mesajlar bunlar. Deprem gündeminin yanı sıra başka da çok mesele konuşuldu mimarlık gündeminde. Mimarlık öğrencileri çok çok aktifler. Mesleğin etik sorumluluklarının, sınırlarının nerelere kadar dayandığını ya da bu sınırların nasıl ihlal edildiğini. Tam da bu rezerv alanlara, rezerv alan ilan edilen ya da afet toplanma alanlarına yapılan büyük projelerde. Nasıl başka türlü sermaye ve mimarlık ilişkileri var? Biraz böyle bunların gündeme geldiği bir on gün, on beş gün yaşamış olduk. Süremiz yetse biraz daha onları detaylı olarak vermek istiyordum ama belki gelecek ayın gündem programında. Bakalım, Türkiye gündemi çok hızlı değişiyor ama…