Her Perşembe Açık Radyo’da ekoloji mücadelesi içinden “Neden insandan umudu kesmemeliyiz?” sorusuna yanıt olabilecek örneklere yer vermeye çalıştığımız Yeşil Bülten’de “insan” kavramı üzerine Prof. Dr. Fuat Ercan ile yaptığımız sohbet ardından bir “Editör Görüşü” yazısı.
Son zamanlarda çevrenizde, insanın “dünyadaki en büyük sorun” olduğu tespitinin giderek artan sıklıkta yapıldığına tanık olmuşsunuzdur. “Dünyadan insanı çıkarsan bir sorun kalmaz”, “insanın yaptıklarına karşı doğa öcünü mutlaka alır”, “insan doğadaki kanserli hücre” ve benzerleri bu sıralar gündelik konuşmaların dahi içinde bolca yer buluyor. Kimi zaman düşünsel tembelliğin de eseri olduğunu düşündüğüm bu ahkâm kesmeler, kökleri hayli geniş bir kavrayışın sonucu olarak karşımıza çıkıyor aslında. İnsanı tarihselliğinden, içinde yaşadığı toplumsal ve ekolojik ilişki setlerinden kopararak yapılacak insan doğasına dair analizlerin eksik ve/veya hatalı olacağı aşikar. Ayrıca bu argümanların temellendiği yerin yaygın insani faaliyet ile insanın özgürleşme mücadelesi arasında yapılması gereken kritik ayrımı ıskaladığını da düşünüyorum. Fuat Ercan’ın söylediği gibi
“Eğer insan doğadaki kanserli hücre gibiyse, doğasında yok etmek varsa, o zaman bununla mücadele edecek bir özne kalmıyor geriye.”
Barındırdığı tüm farklılıklara ve eşitsizliklere rağmen insan türünü topluca suçlu ilan etmek aksi yönde çabaları anlamsızlaştıran bir boşvermişliği de beraberinde getiriyor: İnsanının doğasında bu var! Ne yapabiliriz ki?
“Çağdaş sanayi sistemi ve bunun tekelci evresindeki bazı etkenlerin” güçsüz, yalnız, kaygılı ve güvenlikten uzak hisseden bir insanın gelişmesine yol açtığını anlattığı “Özgürlükten Kaçış” kitabında Erich Fromm, özgürlük arayışının metafizik bir güç olmadığının altını çizerek ekliyor; “ama doğal yasalarla da açıklanamaz; bu bireyleşme sürecinin ve kültür gelişiminin zorunlu bir sonucudur.” İnsanın toplumsal tarihi, özellikle kapitalist sanayileşme sonrası dönem, bir özgürleşme mücadelesi olarak da okunabilir; köleliğe karşı mücadele, siyahların beyazlarla eşit haklara sahip olma mücadelesi, kadınların, işçilerin, LGBTİ’lerin hakları için verdikleri mücadele insan türünün toplumsal adalet için farklı alanlarda yürüttüğü mücadelelerden sadece birkaçı.
Henüz sadece bireysel zaferler kazanılsa da (emekliliği beklemeden bir sahil kasabasına veya köye yerleşenler, yılda iki haftalık tatilin sınırlarını aşıp dünyayı gezmenin bir yolunu bulanlar bugünün pek popüler hikâyelerinden) insanlığın fabrikalardan, plazalardan, endüstriyel çiftliklerden, AVM’lerden özgürleşmek için yürüttüğü bir mücadele de sürüyor. Bu mücadele, kent ve ekoloji hareketlerinde vücut bularak İstanbul’un Kuzey Ormanları’ndan parklarına ve mahallelerine, Trakya ve Anadolu’nun kırlarına, Karadeniz’in derelerine, Akdeniz ile Ege’nin sahil ve dağlarında olduğu gibi gezegenin her yerinde karşımıza çıkıyor.
Krizin büyüklüğü oranında artık uluslararası bir mücadele halini alan iklim hareketini de buraya eklemek ve ona bir parantez açmak gerekiyor. İklim değişikliği reddiyecilerine karşı bir argüman olarak kullanılmaya başlansa da artık yerleşik bir kalıp olan “insan kaynaklı iklim değişikliği” tanımının başta işaret etmeye çalıştığım kritik ayrımı ıskaladığını belirtmeliyim. Sadece yaygın kabul gören bir kavrama dayanarak söylemiyorum bunu. Yılda bir toplanan BM İklim Zirvelerinin, bakanlıklarda süren pazarlıkların, sektörleşen “Sivil Toplum Kuruluşları” alanına sıkıştıkça iklim hareketinin insanın özgürleşme mücadelesiyle bağları zayıflıyor. Bu ortam gezegeni kurtarabilecek iradenin özneleşmesinin de önüne geçiyor.
İstanbul, Uskumruköy’de ağaç kesiminin fotoğrafını çekip insanları haberdar etmeye çalışırken bıçaklanan yine de “insanlara çok güveniyorum” diyebilen Oruç Karacık’ın (http://acikradyo.com.tr/yesil-bulten/3-kopruden-sonra-istanbulda-ormanlari-savunmak)
veya
doğa ile daha adil bir ilişki kurmanın peşine düşüp Alakır’ın sesi olan ve uğradıkları saldırılara rağmen geri adım atmayan Birhan Erkutlu ve Tuğba Günal’ın veya madenler Istrancaların sedir ağaçlarına zarar vermesin diye uğraştıkları için canlarından olan Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun veya yaşamı savunmak için her vadide, her derede, her merada bitiveren, adları saymakla bitmeyecek yaşam savunucularını gezegeni yaşanmaz hale getiren “insan” tanımı içine sokmak en hafifinden haksızlık olacaktır.
İnsanın özgürleşme mücadelesi ile doğanın özgürleşme mücadelesini birleştiren tüm bu çabalara haksızlık yapmadan sorunun nedenine dair daha açık tarifler yapmanın vakti gelmedi mi? İnsanın özgürleşme mücadelesi ile onun karşısına dikilen yaygın insani faaliyet (hadi adına kapitalist sanayileşme diyelim) arasında yapacağımız ayrım, insanın kendisiyle birlikte gezegendeki tüm canlı yaşamı kurtarabilmesi için sandığımızdan daha kritik önemde olabilir. Hele ki böylesi bir “Büyük Gerileme”* dönemindeyken bunu değiştirebilme kabiliyetine sahip doğadaki yegâne türden umudu kesmenin hiç sırası değil.
* “Büyük Gerileme” tespitini Türkçesi 2017 yılında Emine Bora çevrisiyle Metis Kitap’tan çıkan Heinrich Geiselberger’in hazırladığı “Büyük Gerileme: Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma” isimli kitaba atıfla kullanıyorum