"Rüzgârda uçan tüy gibi savruluyor siyaset; nereye konacağı belli değil"

Ufuk Turu
-
Aa
+
a
a
a

Ufuk Turu’nda, Ahmet İnsel Japonya’da ilk kez bir kadının başbakanlık koltuğuna oturmasını, Çekya’da milyarder Andrej Babiš’in seçim zaferini ve Fransa’da 14 saatte çöken hükümeti ele alarak dünya siyasetinin nabzını ölçüyor.

""
Ufuk Turu: 07 Ekim 2025
 

Ufuk Turu: 07 Ekim 2025

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Ahmet, merhabalar!

Ahmet İnsel: Günaydın!

Özdeş Özbay: Günaydın!

A.İ.: Günaydın!

Ö.M.: Çok karanlık bulutlarla dolu bir ufuk var, o Ufuk Turu’na nereden başlayalım?

Sanae Takaichi

A.İ.: Japonya’dan başlayalım; Japonya’da seçimlerde meclis çoğunluğunu kaybeden Liberal Demokrat Parti’nin başkanı başbakan istifa edince yerine LDP’nin kongresinde - 1955’ten beri aralıksız olarak Japonya’yı yöneten partiden bahsediyoruz burada - başkanlığına ilk defa bir kadın seçildi ve dolayısıyla ilk defa önümüzdeki günlerde Japonya’da bir kadın başbakan olacak. Bu, kadın-erkek eşitliği açısından anlamlı bir değişiklik, üzerinde durulması gereken bir şey. Japonya gibi bu konularda son derece muhafazakar bir ülkede gerçekleşmesi ve de muhafazakar bir parti içinde gerçekleşmesi anlamlı, önemli. Aynı zamanda bu LDP’nin yeni başkanı Sanae Takaichi, aşırı muhafazakar ve milliyetçi bir kadın. Kendisi 64 yaşında ve bir Margareth Tatcher hayranı ki bu da zaten yeterince fikir veriyordur iktisat politikaları konusunda.

Ö.M.: Başka bir şey söylemeye lüzum yok!

A.İ.: Evet, geçmişte, bundan 20 yıl önce gazetecilik yapmış, gazeteciliği sırasında da Hitler’in programının iktidara gelmek için en uygun yol olduğunu iddia eden bir Japon yazarın kitabını öve öve bitirememiş bir kadın. Diğer taraftan Japonya’nın neo Nazi partisinin lideriyle fotoğrafları var ama o artık gazetecilik ilişkisi de olabilir. Milliyetçi derken şunu da belirteyim; mesela bu son parti başkanlığı seçimi için yaptığı konuşma sırasında şöyle bir cümlesi var yani yabancı sayısının artması endişesi karşısında şöyle diyor, “Japonya tamamen farklı kültür ve çevrelerden gelen kişilerin ülkeye girişine izin veren politikaları gözden geçirmelidir”. Diğer taraftan II. Dünya Savaşı’nda da Japon ordusunun işlediği tüm savaş suçlarını reddeden bir tavrı da var. Bundan evvel devrilen başbakan bu konuda çok ciddi adımlar atmıştı yani Japonya’nın II. Dünya Savaşı’nda askeri suçlar, insanlığa karşı suçlar ve özellikle de savaş suçları işlediği konusunu ifade etmiş ve özür dilemişti. Sanae Takaichi ise böyle bir savaş suçunu kabul etmeyi reddettiğini belirtiyor - iktidarda bunu dile getirir mi bilmiyoruz ama en azından Çin ve Güney Kore ile olan ilişkilerin yeniden gerilmesine neden olacak bir tavır bu.

ABD ile olan ilişkilerinin de nasıl gelişeceğini kestirmek ise çok zor çünkü ABD ile yapılan gümrük anlaşmasını iptal edip yeniden gözden geçirmeyi vaad etti. Ekim ayının üçüncü haftasında Güneydoğu Asya Zirvesi’nde Trump ile karşılaşacak ve orada nasıl bir ilişki kuracakları merakla bekleniyor. Dolayısıyla Japonya’da bir kadının başbakan olması önemli bir gelişme fakat devrilen başbakandan daha muhafazakâr, daha milliyetçi bir kişinin başbakan olması ve tabanın da onu kadın olduğu için değil, bu programı üzerinden desteklediği endişe verici yoksa bir kadını seçmek üzere harekete geçmiş bir muhafazakâr parti olsaydı şapka çıkarırdık.

Ö.M.: Evet, çok karmaşık bir durum. Şunu da hatırlamadan edemiyor insan; gazeteci ve yazar İrfan Aktan’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı ‘Karihōmen’de Japonya’daki Kürt göçmenlerin yaşam mücadelesi hakkında çok ilginç bilgiler verdi. Japonya’daki kimliksizleşme süreçlerinin derin psikolojik ve sosyal etkilerine de odaklanıyordu. Bianet’te de bir yazı çıkmıştı bu konuda; ‘Japonya’da doğmuş bir Kürt bebek bile "Karihōmen" olarak damgalanıyoryani statüsü yok, ona öyle bir ad veriyorlar. Karihōmen, ‘yabancı’ mı demek, ne demek? Bu kavramsal statü eksikliği değil, adeta bir kimliksizlik durumunu da ifade ediyor.

A.İ.: Evet, kimliksizlik. Geçtiğimiz günlerde yeniden ‘karihōmen’lerle ilgili Japonya’da o bölgede yaşayan Kürt kökenlilerin ciddi bir gösterisi oldu ve onlara karşı da önemli bayağı kalabalık bir aşırı sağ hareket karşı gösteri yaptı. Bu konuda ciddi bir aşırı sağ hareket var Japonya’da.

Ö.Ö.: Aşırı sağın partisi Sanseito Partisi değil mi özellikle? Bu parti, öellikle Trump, AfD ile de yakın bir ilişki içerisinde.

A.İ.: Evet. Burada tabi söz konusu olan sadece Japonya’da yaşayan Türkiye kökenli Kürtler değil ama esas onları da ciddi biçimde karşısına alıyor ki Japon hükümeti de alıyor. Burada bazı iddialara göre k, buna yerinde bakmak lazım ama Türkiye hükümeti de oraya giden Kürtleri bir tür PKK’nın uzantısı olarak tanıtarak Japon hükümeti ve aşırı sağ nezdinde de ‘bunlar teröristtir’ propagandası yapmaya devam ediyormuş - ‘muş’ diyorum çünkü bu konuda dolaylı bilgiye sahibiz - ama İrfan Aktan’ın kitabındaki söyleşilerde buna yönelik tanıklıklar da vardı.

Ö.M.: Çok garip bir altüstü oluşmuşluk, altüst olma durumu var ve bu yoğunlaşarak devam ediyor. İlk defa seçilen bir kadın başbakana ‘A ne güzel!’ dedirtecek bir olay diye bakabilirdik ama kendisinin faşizan eğilimli hatta düpedüz faşist olduğunu gösteren belirtiler de olduğunu görünce insan endişeleniyor.

A.İ.: Tabii şunu da dikkate almak lazım; bu başbakan şimdi hükümet kuracak ama partisi çoğunluğa sahip değil. Peki, kimlerle işbirliği yapacak? Bazı sosyologlar bu kadın için ‘rüzgâr gülüdür’ diyorlar yani ‘kendi çıkarları için, iktidarda kalmak için, kendi siyasi pozisyonunu konsolide etmek için tam tersi pozisyonlar da alabilir’ diyorlar. Dolayısıyla hükümeti kiminle kuracağı son derece önemli yani hiç beklemediğimiz biçimde daha yumuşak başlı bir politika da çıkartabilir, onu da belirtmekte yarar var. Şunun için söylüyorum; kendisi gençliğinde ABD’ye gitmiş ve geçmişte bir demokrat partili milletvekilinin yardımcılığını yapmış aynı zamanda, oradan döndükten sonra da Japonya’da bir aşırı sağ partiyle ilişki kurmuş. Bu savrulmalar tabii ki daha çok aşırı sağa yönelik aşırı savrulmalar ama bu savrulmalar katı bir siyasi ideolojik tavırdan ziyade son derece oportünist, fırsatçı bir siyasi tavrın işareti aynı zamanda.

Ö.M.: Çok karmaşık bir durum.

A.İ.: Buradan Çek Cumhuriyeti’ne geçelim isterseniz.

Ö.M.: Evet, lütfen.

Andrej Babiš

A.İ.: Çek Cumhuriyeti’nde seçimler iki gün üzerinden yapılıyor ve Cuma ile Cumartesi günlerindeki seçimlerde Çek Cumhuriyeti’nin en zengin üç isminden biri olan milyarder Andrej Babiš’in partisi ANO, oyların %35’ini alarak birinci parti olarak çıktı ve Babiš başbakan olmaya hazırlanıyor ki daha önce 2017 - 2021 arasında başbakanlık yapmıştı. 200 milletvekillik parlamentoda çoğunluğa sahip değil, 80 milletvekili var yani ittifak kurmak zorunda. Karşısında iktidarı kaybeden partinin oyları %23, başbakan Petr Fiela’nın, Avrupa yanlısı fakat muhafazakar bir parti ile 52 milletvekili var. Diğer taraftan STAN Partisi, merkez partisi ve oyların %11’ini aldı, Avrupa Birliği’ne en yakın pozisyonda olan bir parti. Bir de Korsan Partisi-Piráti var ve o da oyların %9’unu aldı. Dolayısıyla Avrupa Birliği yanlısı bu üç parti, 92 milletvekilliğine sahipler yani yeterli bir çoğunluğa sahip değiller.

Biraz evvel bahsettiğim gibi, Andrej Babiš’in de kendisine 21 milletvekili bulması lazım. Peki, nereden bulacak? Kendisinin görüşmek istediği iki tane parti var; birincisi Motorcular Partisi, ismi motosikletçiler anlamına mı geliyor onu bir türlü öğrenemedim ama bu parti çevre koruma hareketlerine radikal biçimde karşı bir parti yani Apaçık Radyo’nun tam radikal zıddı bir parti diyebiliriz. Aynı şekilde aşırı muhafazakâr, enerji kullanımında kömürün, otomobil kullanımının sınırlanmasının, Avrupa yeşil çevre politikasının uygulanmasının yani bütün bunların hepsine karşı ve onlar da oyların %7’sini almış. Bir de klasik bir aşırı sağ parti olan Özgürlük ve Doğrudan Demokrasi Partisi var ancak Babiš lehine ciddi biçimde oy kaybettiler ama %8 oy ile 15 milletvekiline sahipler. Dolayısıyla bu üç partinin toplamı Babiš’e bir çoğunluk sağlıyor ama bu çoğunluk büyükciddi aşırı sağ, muhafazakâr, Avrupa Birliği karşıtı ve çevre karşıtı güçlü ve katı bir muhafazakâr çoğunluk. Bir de oyları %5’in altında kalarak parlamento dışında kalan sol partiler koalisyonu var Bu Komunist partisinin merkezinde olduğu sol partiler koalisyonu, tamamen Rusya yanlısı bir politika öneriyor. Bu koalisyonun adı Stačilo! yani ‘yeter’ demek ama demek ki yetmemiş seçmenlerin gözünde bu slogan.

Andrej Babiš, özellikle Avrupa Birliği karşıtı olmadığını iddia ediyor, Rusya yanlısı olmadığını da iddia ediyor ama kendi partisi ANO, Avrupa Birliği parlamentosunda merkez sağ gruptan ayrılıp Marine Le Pen ve Viktor Orbán’ın yer aldığı ve kurduğu ‘Vatansever’ grubuna üye oldu ve bence bu da size yeterince bir fikir verir.

Ö.M.: Evet. Bu arada sen az önce bahsedince arabaların daha çok kömür ve petrol kullanılmasının arkasında, dünyanın en ikonik otomobil markalarından biri olan Çekya’daki Škoda’nın da arkasında yer alıyordur çünkü Škoda Vision Gran Turismo diye bir hedef ile zengin sporları, motor sporları mirasından feyz alarak büyük turizm vizyonu ile belki Andrej Babiš’i de destekliyorlardır.

A.İ.: Olabilir buna bakmak lazım ama dediğin doğru, hakikaten olabilir. Biliyorsunuz, Slovakya, Çekoslovakya’nın bölünmesinin ardından çok büyük bir otomobil sanayi devralmıştı. Slovakya’da Robert Fico, Macaristan’da Viktor Orbán ve şimdi Çek Cumhuriyeti’nde de Andrej Babiš. Bu üçlünün Avrupa Birliği içinde bir karşı cephe oluşturma ihtimalleri var. Şunu da belirteyim ki her ne kadar Babiš, Victor Orban’ın yanında çok gözükmek istemese de Avrupa Birliği parlamentosundaki gruba girerek zaten yeterli mesajı vermiş oldu. Kendisinin Orbán ve Fico gibi Rusya yanlısı olmadığını iddia ediyor ama iktidar olmak için eğer anlaşırlar ise birlikte kuracağı koalisyonun diğer ortakları da Ukrayna’ya yardım konusuna tamamen karşılar.

O bölgede özellikle Petr Fiela’nın başbakanlığında Ukrayna’ya yardım konusunda en çok uğraşan, en çok yardımı yapan ülkelerden bir tanesi Çek Cumhuriyeti’ydi ama bu yardım konusunda büyük değişiklikler olabilir. Rusya’ya destek konusu da halkın pek tasvip ettiği bir şey değil. Bir de şu var; Çek Cumhuriyeti’nde halkın büyük çoğunluğu Avrupa Birliği’nden çıkma diye bir şeyin söz konusu olmadığını belirtiyor yani böyle bir gariplik de var. Avrupa Birliği’ne karşı partiler belki iktidara gelecekler ama Avrupa Birliği’nden çıkmak diye bir şeyi gündemlerinde tutmuyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse Avrupa Birliği’ndeki aşırı sağ partilerin - başta Giorgia Meloni ve Marine Le Pen olmak üzere - yeni tavrı bu. Yakın tarihe kadar bütün bu ülkelerde Brexit’ten beri, her ülkenin kendi adıyla anılan ‘Italexit’, ‘Flexit’, ‘Slovexit’ tabirleri çok kullanılıyor ve buralarda da ‘Avrupa Birliği’nden çıkma referandumu yapalım’ tabiri çok kullanılıyordu ama son birkaç yıldır ve özellikle de Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasından beri bunu pek duymaz olduk. Dolayısıyla Avrupa Birliği içinde kalarak fakat birliği bir federasyon, bir entegrasyon unsuru yapmadan ülkelerin, ulus-devletlerin egemenlik haklarını Avrupa Birliği komisyonuna devretmeden bir tür yan yana gelme halini savunuyorlar.

Avrupa Birliği projesinin de tabii Rusya açısından çok avantajlı hale gelmesi demek, özellikle Avrupa Birliği’nde son günlerde, son haftalarda hızlanan ortak savunma projelerinin de bir şekilde yavaşlaması demek aynı zamanda. Her ülke kendi ulusal egemenliğini kendisi tutarsa ve bir ortak güce devretmezse bir ortak savunma projesini gerçekleştirmek de bir o kadar zor olacak demektir.

Ö.Ö.: Ortak bir Avrupa ordusuna aşırı sağın itirazı var mı?

A.İ.: Şöyle itirazı var; Avrupa Birliği ordusunun kumanda merkezleri her ülkenin kendi merkezinde olmalıdır ancak bu da çok gerçekleşecek bir şey değil.

Ö.M.: Bütün bu anlattıkların benim aklıma ki sık sık getirdiği gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirini de getirdi. Kendisinin, “Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında” diye başlayan şiiri.

A.İ.: Bu şiir tam da şimdi Fransa’nın durumuna tekabül ediyor.

Ö.M.: Evet, ona da gönderme. “Bir garip rüya rengiyle uyuşmuş gibi her şekil, Rüzgarda uçan tüy bile benim kadar hafif değil” diye devam ediyor Ahmet Hamdi.

A.İ.: Zygmunt Bauman’ın Likit Toplum kitabını hatırlar mısınız?

Ö.M.: Evet.

A.İ.: Zygmunt Bauman o kitabında her şeyin likid hale geldiğinden bahseder; her şey likit hale gelir, hiçbir ilişki sürekli değildir, her şey her an tersine çevrilebilir ve her şey likit haline gelir. Tabii bu aslında biraz Marx’ın bundan bir buçuk yüzyıl önce söylediği ‘katı olan her şey buharlaşıyor’ tespitinin de bir devamı aslında.

Ö.M.: Evet, aynen öyle. Dün akşam haberlerinde de Özdeş bunu söylemişti zaten!

Sébastien Lecornu

A.İ.: Fransa ile bitirelim isterseniz çünkü orada gerçekten beklenmedik bir bulvar komedisi diyebileceğimiz bir cephe. Biliyorsunuz, bulvar komedilerinde bir şey gelişir, gelişir, çat kapı açılır ve bambaşka bir şey olur, kapıdan birisi girer, bir şey söyler ve tamamen tersi şeyler oluşmaya başlar yani bulvar komedilerinde öngörülmedik komik durumlar oluşur, komik veya trajik oluyor tabii bunlar. Fransa’da da 28 günün sonunda cumhurbaşkanının atadığı başbakan ki kendisi bir önceki hükümetin savunma bakan idi ve Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un çok yakın çalışma arkadaşı Sébastien Lecornu, Pazar akşamı bir hükümet oluşturdu. Bu hükümet açıklandı ve resmi gazetede de yayınlandı. Hükümetin açıklanmasını takip eden saatlerde hükümet ortaklarından sağ parti Cumhuriyetçiler Partisi lideri, “Biz yarın toplanacağız ve bu hükümette kalıp kalmayacağımıza karar vereceğiz,” dedi yani daha hükümete bir - iki saat önce veya öğleden sonra ‘evet’ demişken hükümet açıklandıktan birkaç saat sonra bu konuda kesin kararlarının olmadığını söylediler.

Ö.M.: Tam da demin belirttiğimiz gibi, “Bir garip rüya rengiyle uyuşmuş gibi her şekil rüzgârda uçan tüy bile benim kadar hafif değil”.

A.İ.: Evet, hafif değil yani nereye gideceği belli değil o tüyün, o kadar hafif ki nereye gideceği belli değil. Sabahleyin uyandıktan biraz sonra, saat 9-10 civarında başbakan başbakanlıktan istifa ettiğini bildirdi. Fransa tarihinin en kısa başbakanı 4. Cumhuriyet Dönemi’nde, 1950’lerin başında 48 saat sürmüştü yanılmıyorsam. Bu hükümette ise 24 saat bile sürmedi.

Ö.M.: 14 saat deniyor.

A.İ.: Evet, öyle.

Ö.M.: Akıl alır gibi değil gerçekten!

A.İ.: Emmanuel Macron, hükümet daha kurulmadan, bakanlar görev devri yapmadan başbakanın istifasını kabul etti ki aslında görevlerine çok ihtiyaç yoktu çünkü 15 tane bakanlıktan 13 tanesi bir önceki hükümetin bakanlarıydu zaten. Biiliyorsunuz, Fransa’daki sistemde başbakan istifa ettiği andan itibaren bakanlar istifa etmiş sayılıyor, dolayısıyla atanmış ama bir anda da istifa etmiş konumuna düştüler yeniden.

Ö.M.: Daha göreve başlamadan istifa etmiş konumuna düştüler.

A.İ.: Yeni göreve atanan bakanların bazıları görev devri teslimi yapmadan istifa etmek zorunda kaldılar yani daha makamlarına gitmeden istifa etmiş durumuna düştüler. Buna ilaveten yetmedi, tüy çok hafif çünkü biliyorsunuz o bahsettiğin tüy, Emmanuel Macron öğleden sonra istifa eden Başbakan Lecornu’a Çarşamba akşamına kadar bir anlaşma imkânı bulup bulamayacağı konusunda araştırma görevi verdi. Sonuçta başbakan olarak mı araştıracak yoksa istifa etmiş başbakan olarak mı araştıracak bunu bilmiyoruz şu anda ve Çarşamba akşamına kadar bir çözüm bulamaz ise Macron da sorumluluklarını yerine getireceğini söyledi.

Bu iki şey demek; büyük ihtimalle parlamentonun feshedilmesi ve seçimlere gidilmesi ama az bir ihtimalle de kendisinin istifa etmesi. Normalde sistemi tıkayan esas unsur aslında artık Emmanuel Macron’un orada olması gibi gözüküyor çünkü herkes cumhurbaşkanlığı seçimine kendini hazırladığı için bir türlü koalisyon kurma imkânına sahip değil. İkincisi Macron’un çok yakın adamı Lecornu’u bu hükümette sanki Macron’un partisi bu seçimlerin, bu kamuoyu yoklamalarının en büyük kaybeden partisi değilmiş gibi diğer küçük sağ partilerden bakan temsilcilerini dışlayarak 15 bakanlığın neredeyse 11’ini Macron’culardan oluşturdu. Tabii çok büyük tepki uyandırdı, sağda da tepki uyandırdı.

Ö.M.: Neler olup biteceği konusunda ne diyebiliriz?

A.İ.: Onu öngörmek mümkün değil ama Emmanuel Macron’un stratejisiyle bitireyim; onun kafasında şöyle bir şey var, Çarşamba’ya kadar verdiği sürenin sonunda ‘sorumluluklarımı yerine getiririm’ diyerek erken seçime gideceğini hissettirmek, adını koymadan belirtmek ve dolayısıyla erken seçime gitme korkusu taşıyan partilerin burada toparlanıp bir koalisyonu kabul etmelerini sağlamak. Niye erken seçim korkusu? Çünkü herkes biliyor ki erken seçimde Sol geçen seferki gibi tek cephe olarak birleşemeyecek, ikincisi sol seçmenler de aşırı sağa karşı sağ partileri ikinci turda desteklemekte daha çekingen davranacaklar. Dolayısıyla aşırı sağ parti Marine Le Pen’in partisi, bir önceki seçimlerden daha da büyüyerek parlamentoya girecek. Erken seçim olursa bu durum aşağı yukarı kesin. Bu tehdidi aba altında yaba göstererek partilerin davranmasını temenni ediyor ama bazı çevrelerde galiba Macron’a olan tepki aşırı sağa olan tepkiden kadar büyük

Ö.M.: Evet, çok acayip olacak. Son bir not ekleyeyim izninle; Fransa Başbakanı Sébastien Lecornu hakkında daha önce de sahte yüksek lisans diploması suçlamasıyla şikayette bulunulmuştu.

A.İ.: Tam öyle değil; birincisi, Fransa’da milletvekili olmak için herhangi bir diploma sahibi olmak gerekmiyor, Fransa’da lisans diploması üç yıllık, hukuk fakültelerinde Türkiye’de olduğu gibi avukatlık ve hakimlik yapmak için üç yıl eğitim lazım. Üç yıllık lisans diplomasından sonra iki yıllık master programının birinci senesini bitirenler, avukatlık ve hakimlik yapma hakkı kazanıyorlar. Lecornu, bu masterın birinci senesini bitirmiş, belgesini almış fakat özgeçmişinde hukuk masterı diploması olduğunu belirtiyor. Fransızca’da bir kelime oyunu var; ‘hukuk masterı diploması değil, hukuk metriz’ diplomasına sahip’.

Ö.M.: Çok karmaşık! Peki, bunu konuşmaya devam edeceğiz tabii ki. Çok teşekkürler Ahmet.

A.İ.: İyi günler!

Ö.Ö.: Görüşmek üzere.