İtalyan kuramcı, yazar ve radyocu Franco 'Bifo' Berardi'nin İtalyanca kaleme aldığı günlükleri akademisyen, yazar ve yine radyocu dostumuz Serhan Ada'nın çevirisi ile yayınlıyoruz.
18 Nisan
Maceralı bir hayata alışmış olan ve şimdi Roma ilkbaharı etrafında coşmuşken, onu görmekten dahi mahrum olup zamanını Aventino’da[1] içe gömülen, yıpranmış bir koltukta geçirmek zorunda kalan arkadaşım Andrea, “kıyametin bu kadar sıkıcı olacağını hiç düşünmüş müydün? ” diye soruyor.
İyi soru, iyi bakış açısı.
Nihayet sıkılmak!
Ancak, sıkıntı sisini dağıtmak üzere, soruna bir başka açıdan bakılabilir. Kıyamet düşük hızda bir olay, yakındaki yuvarlanmaları, yakındaki heyelanları görebildiğimiz ancak yönetemediğimiz bir düşüş olarak görülebilir.
Makro olay (iklim değişikliği gibi) ya da mikro olay (virüsün yayılması gibi) karşısında, bilinçli iradenin güçsüzlüğünün ortaya çıkışı sindirmemiz ve üzerinde çalışarak geliştirmemiz gereken bir derstir.
İrade, süreçleri yönetemediğine göre, bunu yapabilecek başka bir yeti var mı?
Sıkılmamak için, Pekin Bilimler Akademisi’nden, çok zeki bir sinolog olan ki bu da Çin’e dair şeylerden söz ederken ne dediğini bildiği anlamına geliyor) Francesco Sisci’nin bir yazısını okudum.
Sisci, Amerikalıların Çin’den katrilyonlarca trilyon milyar tazminat istemesi haberinden yola çıkıyor. Onlara kalırsa bu berbat durumdan Çin suçlu: Lanet olası Wuhan’daki laboratuvarlarından bir virüs kaçtı, bu haberi sakladılar ve saklıyorlar… Sonra onu, Trump’ın ve Mike Pompeo’nun deyişle, Chinese virusü bize attılar. Ekonomimiz tekerlekli sandalyede ve "make America great again" sözünü verenler, aptallaşmış vaziyette, onlar şimdi bunu ödeyecek diyorlar.
Suç Çin'lilerde. Onların yakasına yapışalım.
Amerikalıların Çin bankalarına borçlarını iptal edelim.
Amerikalılar her zamanki gibi ateşle oynuyor.
Galiba Çinli'lerin tepesi atarsa, yumruk yumruğa çarpışmak üzere, köşeden çıkıp gelecek kılıçlı, kalkanlı, mızraklı birkaç yüz Bokser’le karşılaşacaklarını sanıyorlar.
Nein. Geçen 1 Ekim’de o parlak füzeler ve yuvarlacık savaş başlıklarıyla yapılan geçidi unutmasalar iyi olur.
Koronavirüsten öte, bu savaş başlıklarıyla kurban bilançosu yüze katlanır.
Bunu iyi bilen Sisci, virüsün sonucunda başını alıp giden toplumsal felaketlerin yol açabileceği savaş çığlıkları deliliğine karşı uyarıyor.
Amerikan halkının genlerinden gelen şapşallık, valilerinin önleyici tedbirleri kaldırmasını isteyen eli silahlı iri cüsseli adamların [kol gezdiği] Michigan ve Virginia şehirlerinde açıkça görülüyor. Bir – iki bira atıp yerlilere ateş açmaya hazırlanıyorlar. Ancak, sorun şu ki, şimdi [karşılarında] at sırtındaki kızılderililer değil, disiplinli, totaliter bir teknomiliter güç var.
19 Nisan
Geçen haftalarda kolayca ve bir nevi (sorumsuz) neşe içinde yazıyordum, kelimeler adeta kayar gibi çıkıyor ve birbiri ardından direnmeden sıralanıyordu.
Şimdi bir şey değişti. Bir kadın arkadaşımın, sorumluluk gerektiren bir zamanda, “sorumsuz” kelimesini bir tür olumlu anlamda kullanmamdan dolayı beni suçlamasından olabilir.
İşte, sorumluluk kelimesi hiçbir zaman çok hoşuma gitmedi. Ne var ki, her şey günbegün biraz daha dramatik olurken, uçuşan halimden biraz rahatsızlık duyup kendime çekidüzen vermeye başlıyorum.
20 Nisan
Son günlerde William Burroughs ve Philip Dick’in yazdıklarını yeniden okuyorum.
Onları seksenli yıllarda okumuştum.
Exterminator, Ah Pook is Here, The Job, The Electonic Revolution’u ve bugün kehanet gibi okunabilecek başdöndürücü romanlarının bazılarını okumuştum.
Burroughs [adeta] halüsinasyon halinde, buz gibi bir açıklıkla insan dilinin, organizmanın içine yerleşip onu mutasyona uğratan, işgali altına alan ve dönüştüren bir virüsten başka bir şey olmadığını söylüyordu: “Sözün kendisi evsahibinin nezdinde kalıcı bir duruma gelmiş bir virüs olabilir”. (Elektronik Devrim). “Modern insan bundan dolayı susma yetisini kaybetti. Alt sesinizin akan sözlerini durdurmaya çalışın. Onun tam zıddı, sizi konuşmaya zorlayan bir organizmayla karşılaşacaksınız… Dil genetik bir dara, hiçbir bağışıklığın kâr etmediği, sözün kendisidir.”
Ama eğer dil, organizmaya kendini dayatan, yararlı olanın somutluğuna karşı soyutlamanın mutlak hakimiyetine götüren bir virüsse, o halde bunun, kendi kendini yok etmesinin tarihsel koşullarının, somutluğu, duyarlılığı ve acıyı dille yeniden biraraya getiren bir virüsle mümkün olabileceğini varsayamaz mıyız?
Peki virüs hangi düzlemde etkili oluyor? Diyebilirim ki estetik düzlemde etkili oluyor: Dille somutluğu yeniden birararya getirecek olan algı ve duyarlılıktır.
21 Nisan
Kapanma başladığından beri resim yapmaktan hiç geri durmadım. Yaptığımın resim olduğunu söyleyemem: İmaj parçaları, fotokopiler, gazete kırpıkları ile boya verniklerini, ojeleri, transferleri, reçineleri üstüste getirip kolajlar yapıyorum…
Ev, 35’e 70 ya da 50’ye 70 tablolarla doldu; ama kanepenin üzerine yığılı, ama kitaplık raflarında, ama yerde üstüste.
Takıntı halinde, bazı motifler tekrar tekrar geliyor. Bir karganın saldırısına uğrayan güvercin leitmotivi boyuna geliyor. Hangi sahne olduğunu bildiniz mi?
Bergoglio’nun[2], çaresiz bakışları altında birbirine girişen kargalar ve güvercinlerin resmini yapıyorum. Kendisi bunu, yukarıdan göklerden gelen bir işaret olarak yorumlamış olmalı.
Tarih 26 Ocak 2014, bir diğer papanın içerideki kaosun başa çıkılamaz güçleri karşısında cüppeyi katlayıp koymasından sonra, Francesco’nun Pietro’nun eşiğine çıkmasının üzerinden henüz kısa bir süre geçmişti. Dahi Moretti, kaosun baskısı altında depresyona düşen insanın dramını daha önceden Habemus Papam[3]’da anlatmıştı.
Papa ile [yanında] iki çocuk San Pietro’da bir pencerenin alınlığında. Çocuklar havaya iki beyaz güvercin fırlatırken Papa başlarını okşuyor. Sol taraftan bir kara karga geliyor, kaçmaya çalışan zavallı güvercini birkaç saniye boyunca takip ediyor, sonra onu kapıyor ve sürükleyip yutuyor.
Semboller korkunç biçimde apaçık: Kötülük, aniden kaosun derinlerinden gelip Roma’nın gökyüzünü kuşun kanına boyuyor.
Devam edeyim mi? Etmesem daha iyi. İşaretleri, arkalarında birileri kendilerini göstermek istiyormuş gibi yorumlamak istemiyorum. Ateist oluşum buna izin vermiyor. Ama kimi zaman, tümüyle şiirsel ve habis bir varlığın, koltuklarında oturmakta olan şaşkın izleyici insanlara esrarengiz ama imalı işaretler gönderdiği düşüncesine direnmekte zorlanıyorum.
Francesco, İsa’nın savaşını, hakikat adına değil, merhamet, insan deneyiminin acı tatlı paylaşımı adına veren bir adamın siyaset dersini veriyor. Sözlerinden ve eylemlerinden bir felsefe dersi de çıkıyor. Kaos, anlam, duyu ve akıl gücümüzü aştığında, içinden şer güçleri çıkıyor. Tanrı’nın iradesi kendini şer’de göstermiyor. Mart ayındaki gece vaazında Francesco bunu papa dilinde şöyle ifade etti (başka nasıl ifade edebilirdi?): Tanrı evlatlarını cezalandırmaz, virüs tanrısal bir ceza değil.
O halde? E o halde, virüs bizim yönetme ve tedbir kapasitemizi aşan kaosun karmaşıklığıdır.
Kültür tarihi de deneyimin kaosu ile bilincin geçici düzeyi arasındaki ilişki, bu kaosmosun tarihidir.
Gazetede bir fotoğraf: Kornaya basıp yıldızlı ve çizgili bayraklarını sallayan otomobiller kuyruğu. Silahlı yurttaşlar kapanmaya karşı gösteri yapıyor, özgürlüklerini geri istiyorlar.
Bir hanım üzerinde FREE LAND yazılı bir pankart çıkarıyor.
Özgürlük.
Neden söz ediyorlar? Bunlar, özgürlüğü kurucu belgelerine yazmış, ama baştan itibaren, kendi özgürlüğünü yüceltirken milyonlarca insanın köleliğini atlamış bir ulusun beyaz yurttaşları.
Jefferson ve ortakları ünlü Bağımsızlık Bildirgesi’ni yazdıklarında, on üç eyaletten oluşan konfederasyonda, özgürlüklerinden tümüyle yoksun 600.000 Afrikalı bedavaya çalışıyordu. Kutsal metnin yazımı sırasında biri sorunu ortaya getirdi. Gerçekten de ilk halinde, İngiltere’yi kolonilerinde kölelik rejimi kurduğu için mahkûm eden bir cümle vardı. Köleliği zikretmek, ikiyüzlülüğü, Amerikan siyasal uygarlığının dayandığı o boktan kutsal metnin tüm sahteliğini ele vermek anlamına geleceği için bu cümlenin çıkmasına karar verildi.
Kimin özgürlüğü, neye yarayacak?
Özgürlük retoriği viral belirsizliğin darbeleri altında darmadağın oluyor. Alınan pozisyonların temel zafiyeti burada. Ki materyalist olmaktan epey uzak bir özgürlük metafiziği getirmek isteyen Giorgio Agamben’in de hemfikir olduğu bir retorik.
O arada petrol talebi, küresel pazarlarda petrolün değerini önce sıfıra indirdi sonra da sıfırın altına düşürecek bir noktaya doğru geriliyor: Birkaç varil alacak olursan [girdiğin] zahmet için ödeme yapıyorlar. Teksas-Arap, İran vb. [petrol] depoları dolu olduğundan, okyanuslarda petrol yüklü gemiler demirli. Yerin altını havalı matkaplarla deşip altüst ederek şist gazı çıkaran Amerikan sanayii harap halde. Sonsuza kadar harap olmasını dileyebiliriz. Ancak Kanada sınırından Meksika sınırına kıtayı kateden bir boru var. Bu Keystone Petrol Boru Hattı. Bu hattı, topraklarını savunan kızılderili topluluklarını sopalayarak ne pahasına olursa olsun inşa etmek istediler. Bu boru da ağzına kadar kara sıvıyla dolu olmalı.
Bu yağlı şeyi ne yapacağız?
22 Nisan
Guardian şu son sıralarda basının atladığı bir konuya dikkatle eğiliyor: Seks ne olacak? Daha doğrusu, bu haftalarda seks ne durumda, özellikle yükselmekte olan kuşağın, (Zoom gibi) Z kuşağı olarak adlandırılanların cinsel davranışları ne yönde değişecek?
Doktor Julia Marcus, gazeteye verdiği mülakatta şunları söylüyor: “Şu sıra benim tavsiyem, evde kalalım ve ancak en zorunlu hallerde diğer kişilerle etkileşime girelim. Bunu yaparken en az bir metrelik mesafeyi koruyalım. Bu bana seksin şu anda tehlikeli olduğunu düşündürüyor.”
Ancak Doktor Carlos Rodriguez- Diaz, derhal bu durumdan dertlenen gençlerin yardımına yetişiyor: “Gelecek haftalarda cinsel ilişkiler azalabilir ama, sexting gibi, porno video konferans gibi, erotik parça okuma ve mastürbasyon gibi başka erotizm biçimleri de var.”
Ooo! Önümüzde, video konferans yoluyla bir attırma opsiyonu var demektir. Kabalık ettiğim için özür dilerim, kastım bu değildi.
Ciara Gaffney cinsel siber-devrim üzerine ilginç bir makale yazmış: “Z kuşağının cinsel durgunluğundan söz edildiğini hafif nostaljiyle hatırlıyorum: Yeni kuşağın aşırı smartfon, sosyal medya ve online pornografi nedeniyle, cinsel bakımdan raşitik, düzüşmeyi beceremeyen ya da bunu pek de istemediğine dair paternalist bir kaygı. İstatistikler de bunu bir ölçüde doğruluyordu: 1991 ile 2017 arasında seks yapan yüksek okul öğrencisi oranı %54’den %40’a düşmüştü. Şimdi bu dünya pandemisi oldu ve yeni bir cinsel rönesans filizleniyor.”
Ciara Gaffney’nin makalesinin tuhaf tezi, pandeminin, kökünde temassız bir duyarlılığın gelişmesi olan, yeni bir cinsel devrim için gerekli koşulları yaratması üzerine: “Koronavirüs öncesi pembe boyalı dönemde çıplak görüntü göndermek bir tür utanç konusuydu. Bu tür görüntüler yersiz, aynı zamanda biraz patetik olarak algılanırdı. Kapanma dönemimde ise çıplak görüntü gönderisi, pişmanlık içermeyen bir cinsel özgürleşmenin övünç etmeni olarak muzaffer bir dönüş yapıyor. Mesafe ile zümre haline gelen Z Kuşağı, fiziki seksin çoğu kez olanaksız olduğu bir dünyada, cinselliğin anlamını yeniden icat edecek gibi görünüyor. Özgür aşk hareketinin zamanın kabullerini sarsması gibi, Z Kuşağı’nın rönesansı organik cinsel ilişki kabullerini sallayacak.”
Seksenli ve doksanlı yıllarda ortalıkta dolaşan siber-seks söylemleri beynimin içinde dönüp duruyor. Elektronik teknolojinin yakın bir gelecekteki gelişme alanlarından birinin sanal gerçeklik aşısı ve tele-uyarıcı sensörler olması ihtimal harici değil. William Gibson’un 1984’deki Neuromancer’ında böyle yapılıyordu.
“Karantina cinsel keşfi teşvik etmekle kalmayıp onu zorunlu hale getiriyor: Gerçek hayatta karşılığı olmayan, çıplak bedenlerle thirsty traps (susuz tuzaklar) deneyimlemek”.
Thirsty trap, susuzluk getiren tuzaklar - ama ya sonra su yoksa!
Sanal gerçeklikten alınan uyarıların uzaktan iletiminin demografik açıdan yararlı bir işlevi olabilir. En azından gelecek yirmi-otuz yıl boyunca üremekten vazgeçilebilir. Ne var ki, tenin tene değmediği, çok yakın mesafeden bakıştaki o alaycı göz kırpmanın olmadığı, koku duyusunu dışlayan bir zevk evreninin var olduğunu sanmıyorum. Belki de ben eski kafalıyım.
Aynı zamanda New York Times, Amerika’da eve kapanmış ve aralıksız bir haber akışına maruz kalmakta olan gençler arasında bir bir panik krizinin yayılmakta olduğunu yazıyor.
24 Nisan
Rolando’nun Facebook'taki mesajını okuyorum ve bana biraz dokundurduğunu anlıyorum.
Rolando, belirleyici ve yıkıcı olacak önümüzdeki yıllarla başetmek için ayalgücü dışında somut programların gerekli olacağını söylüyor. Rolando henüz otuz yaşında değil ve yakın geleceği benim gibi bir yetmişliğin düşünemeyeceği bir somutlukta düşünüyor.
Ona hak verme eğilimindeyim.
“Tüm ilerici güçlerin, ellerini vicdanlarına koyup ilk ve son defa Machivalli’den ders almalarını rica ediyorum: ‘Niyetim anlamak isteyene yararı olacak bir şey yazmak olduğundan, bir şeyin tahayyülündense, fiiliyattaki hakikatin peşinden gitmeyi daha uygun buldum. Pek çokları gerçekte ne gördükleri ne de bildikleri cumhuriyetlerin ve prensliklerin hayalini kurdular’. Rica ediyorum, hayalgücünün müstakbel cumhuriyetleri artık bitsin: Gelecek saltanatın jest ve vaatlerine sadaka vermek isteyenler gidip yürek ferahlığıyla Francesco’yu izlesinler. Diğerleri doğrudan fiili gerçekliğe yönelip kendilerine ve başkalarına masal anlatmaktan vazgeçsinler. Gelecek yıllar belirleyici ve yıkıcı olacak” diye yazmış Rolando.
Ben kimim ki Machiavelli’nin sözüne kuşkuyla yaklaşayım!
Ama genç Amerikalılar arasında yayılan panik krizine baktığımda, Machiavelli’nin ve dostum Rolando’nun sözünü ettiği “fiili hakikat”in ne olduğunu kendime soruyorum.
Bugün Birleşik Devletler’de elli bin ölüm eşiği aşıldı. Bunlar resmi rakamlar. Böylece Vietnam savaşındaki ölü sayısı da aşıldı. İşsiz sayısı yirmi altı milyonu aştı. Başkan televizyonda her gün arz-ı endam ediyor: “İğneyle dezenfekte olunmasını ve virüs sıcaktan kaçtığı için güneş banyosu alınmasını önerdi”. Sonra, her geçen gün daha esprili oluyor: LIBERATE MICHIGAN! LIBERATE MINNESOTA! and LIBERATE VIRGINIA! and save your great 2nd Amendment” (Michigan’ı serbest bırakın! Minnesota’yı serbest bırakın! Virginia’yı serbest bırakın ve o büyük Anayasa İkinci Değişiklik Maddesi’ne sahip çıkın!).
Trump ikinci değişiklikten her bahsettiğinde açık bir iç savaş tehlikesi var demektir.
Demokratların perişan hali neredeyse komik zirveler yapıyor. Görülmeye başlayan senaryo ise o kadar komik değil. Bir yanda İkinci Değişiklik halkı, Trumpist halk, silah taşıma hakkını öne sürüp onları ortalık yerde sergiliyor. Öte yanda, en zengin, üretken, küreselleşmiş kıyı eyaletlerinin gücü. Bir yakada Kaliforniya ve Oregon, öte yakada New York. Kırsal alanlara karşı metropoliten alanlar, beyaz milliyetçiliğe karşı kozmopolitizm. Demokratlar kartlarını, internetteki takipçi sayısı Trombon’dan [Trump’tan] yüz kat daha az olan Biden adlı bir beye oynuyor.
25 Nisan
Dün, Repubblica’nın direktörünün, yerine daha hizaya gelecek bir gazeteci koymak üzere, gazetenin sahibi olan Agnelli ailesi tarafından değiştirildiğini öğrendik. Ayrılan direktörün adı Carlo Verdelli. Kendisini tanımıyorum, hakkında fazla bir şey söyleyemem. Ama, mafya tipi ya da faşist ölüm tehditleri almasından birkaç gün sonra çıkışının verilmesinden etkileniyorum. Biçare Verdelli, bir yandan Repubblica okurları onu savunmak üzere imza toplarken, patron John Elkann tarafından işinden atılmak için ne yapmış olabilir?
Kesin olarak bilmiyorum, ama daha birkaç gün önce, gazetede vergi cenneti Hollanda hakkında bir yazı çıkmış olması akla geliyor. Belki de Verdelli, Agnelli’lerin şirketinin, adı FIAT iken onyıllar boyunca İtalyan vergi mükellefleri tarafından finanse edilmiş olsa bile, bugün adının FCA olduğunu, merkezinin Hollanda’da bulunduğunu ve vergisini o ülkede ödediğini (yani ödemediğini) unutmuştu. Agnelli’lerin bundan alınmış olması doğal.
Milano’da bir partizanın mezarına çiçek getiren bir düzine gencecik çocuk bir polis güruhunun saldırısına uğradı: Onlara kötü muamele ettiler, kelepçeleyip yerlerde sürüdüler. Görüntülerde bu göstericilerin saldırgan olmayıp maske taktıkları ve hiçbir provokasyon niyetlerinin olmadığı anlaşılıyor. Onlara neden böyle hınçla saldırıldı? Sınırı olmayan denetim teknolojileriyle donanmış yeni bir polisiye güç üslubuna tanıklık ediyor olabilir miyiz? Bu salgın korkusunun meşrulaştırdığı bir üslup ama o bir düzine çocuk hiç kimsenin sağlığı için tehlike değildi.
Buna karşılık, sanayicilerin kârları bakımından “vazgeçilmez” milyonlarca emekçi, on iki çocuğun Milano’nun çeperindeki bir sokakta yarattığından çok daha büyük tehlike içeren koşullarda yaşamak zorunda.
26 Nisan
Kuşkular içindeyim, boş tahminde bulunmak istemem, ama anlıyor gibiyim: 2020 viral pandemisi bir geçişe işaret ediyor ya da onu açığa çıkarıyor. Modern [dönemde] insanlığın bakışını belirleyen yayılma ufkundan, gelmekte olan insanlığın bakışını şu ya da bu biçimde belirleyecek gibi görünen yokoluş ufkuna doğru bir geçiş söz konusu.
27 Nisan
“Yeniden açın! Normale dönülsün!”. Şimdi çığlık bu.
Anlamak mümkün mü? Bir kutunun içine kapalı yaşamak kimsenin hoşuna gitmiyor ve insanların toplumsal hayatı canlı kılan, onu besleyen etkinliklere geri dönmek istemesi meşru bir şey. Ancak normale dönmek, bu beklentilerin ve yeryüzünü öfkelendiren, canlı organizmayı viral fırtınalara maruz bırakan otomasyonun geri dönmesi demek.
Frédéric Neyrat’nın[4] “Virüsün Monologu”nu okuyorum: “Sevgili insanlar, tüm o gülünç savaş çağrılarınızı susturun. Bana yönelttiğiniz intikamcı bakışlarınızı yere indirin. Adımın etrafındaki korku halesini kaldırın. Biz dünyanın bakteriyel derinliklerinden gelen virüsler, Yeryüzü’ndeki hayatın hakiki devamıyız. Biz olmasak günyüzünü hiç göremezdiniz. Biz, maymunlardan da çok, taşlar ve yosunlar gibi sizin atalarınızız. Her olduğunuz yerde, ama olmadığınız yerlerde de yine biz varız. Evrende sadece kendi imgenizden olanları ve size benzeyenleri görüyorsanız vay halinize! Ama özellikle sizleri benim öldürdüğümü söyleyip durmaktan vazgeçin. Sizler, benim dokularınıza yaptığım etkiden değil, benzerlerinizin sizi tedavi etmemesinden ölmektesiniz. Sizler, tıpkı gezegendeki herşeyin karşısında davrandığınız gibi, aranızda bunca gözü doymaz olmasa, ciğerlerinize verdiğim hasardan sağ kurtulmak için hâlâ yeterince yatağınız, hemşireniz ve solunum cihazınız olurdu. Bana daha ziyade teşekkür edin. Ben olmasam, aniden verilen bir kararla durduruluveren bu şeyleri kimbilir daha ne kadar zaman zorunlu diye size yutturacaklardı? Küreselleşme, yarışmalar, hava trafiği, bütçe kısıntıları, seçimler… Sizi, hayatınızı sessizce yapılandıran bir yol ayrımına getirdiğim için bana teşekkür edin. Ekonomi mi, hayat mı? Ekonomi bittiğinde felaket de biter. Ekonomi felakettir. Bu geçen ay [sadece] bir görüştü. Şimdi ise bir olgu. Onu ortadan kaldırmak için ne kadar polis, gözetim, propaganda, uzaktan çalışmaya ihtiyaç duyulacağını görmezden gelemeyiz. Dostlarınıza ve sevgililerinize iyi bakın. Onlarla birlikte, etki altında kalmadan, adil bir hayat biçimi üzerine bir daha düşünün. İyi hayat kümeleri oluşturun ve onları genişletin, ben size bir şey yapmam. Bu kitlesel bir disipline dönüş değil, bir dikkat çağrısı. Her türlü düşünceden azade olmaya değil ama ihmale karşı. Sağlığın her işin üstünde olduğunu size başka nasıl hatırlatabilirim? Her şeyin o sonsuz küçücük şeylerden oluştuğunu.”
Bruno Latour, “Kriz Öncesi Üretime Dönüşü Engelleme Eylemleri Hayal Etmek” de [şöyle diyor]: “Kororonavirüsten çıkan ilk ders aynı zamanda en şaşırtıcı olanı: Herkesin yavaşlamasının ve başka bir yöne gitmesinin olanaksız olduğunu söylediği bir ekonomik sistemin, dünyanın her yerinde ve aynı anda durmasının mümkün olduğu birkaç hafta içinde fiilen ispatlandı. Çevrecilerin hayat tarzının değişmesine dair tüm tezlerine sürekli olarak ‘küreselleşme nedeniyle’ hiçbir şeyin yolundan çeviremeyeceği ‘ilerleme treni’nin geri döndürülemez bir güce sahip olduğu cevabı veriliyordu. Ne var ki, birdenbire yavaşlaması ve sonra durması mümkün olan bu gelişmeyi bunca kırılgan yapan da bu küresel doğasıydı.”
Gelgelelim, sanrılar içinde ama berrak bu yeni bilinçlenmenin ne yarın ne de önümüzdeki aylarda bir ortak duyuya döneceğini ummak saflık olur. Şu anda en temel güç, neredeyse hep varolan salgının geri geleceği telaşından da çok normale dönme telaşı.
O halde normale geri döneceğiz ve bu geçmişte maruz kaldığımızdan da beter olacak. Zira, sömürüye, prekarlığa, günlük aşağılanmanın yanına bir de mesafelenme, ötekiyle temas etmekten duyulan sürekli gerilim eklenecek.
Ama sorun şu ki, bu normalliğe dönüş hızla ortadan kalkacak. Ancak, şunu doğru anlayalım, virüsün geri dönmesinden dolayı değil. Herkes gibi ben de koronanın kontrol altına alınacağını ya da aşı bulunacağını ya de ne bileyim ne olacağını öngörüyorum.
Asıl konu bu değil. Asıl konu otomatikleşme makinesinin geri dönüşü olmayan bir kaosun içine girmiş olması. Küresel ekonomik sistemin çöküşüne çare yok: Yüz milyonlarca iş kaybı, petrol fiyatının sıfırın altına inmesi, sayısız ticari işletme ve sanayi girişiminin iflası…
Bir köşeye konulmuş olan ama asla vazgeçmeyen sağın siyasal kan davalarında patlama. Ulusal çıkarların yenilgiye uğraması ve Batı dünyasının sarı tehlike takıntısı. Çin’in çok ileri düzeyde denediği ve şimdi izlenecek bir örnek olup yayılacak tekno-totaliter kontrol tekniklerinin yetkinleşmesi.
Virüsün madde somutluğu, mutasyon geçirerek yayılan bu somut olma hali, insan organizmasının derininde bir şeyleri değiştirdi, ama asıl soyutlama makinesini durdurdu. Onu tekrar çalıştırmak imkânsız bir girişim olur. Ve bu dersten ne kadar yararlanacağız? Askeri sistemin bizi yokoluştan korumayıp onu hızlandırdığını öğrendik. O halde, askeri sistem sökülüp başka bir şeye döndürülecek. Ya silah fabrikalarında çalışan milyonlarca insan nasıl ayakta kalacak? Edindiğimiz derslerden biri, gelir elde etmek için çalışmanın gerekmediği. Hayatta olma geliri bir gerçeklik haline geldi ve öyle kalmalı. Ancak bugün, silah üretmek ve petrol çıkarmak zorunda olan milyonlarca insan mutlaka eylemsiz kalmak zorunda değil. Gezegendeki hayatın koşullarını bozan enerji sisteminin yerine bir başkasını geçirmek üzere yapılması gereken, bir yerden bir yere gitmek için, ısınmak ve geceleri aydınlanmak için yapılması gereken çok şey olacak.
Yararlı üretim ile paraya dayalı soyut üretimi ayırdetmeyi öğrendik. Zenginliğin, değer biriktirmekten değil, akıp giden zamandan keyif almaktan ve kendimizi sömürtmeksizin üretebileceğimiz şeylerden geldiğini öğrendik.
Gelmekte olan fırtına süresince bu ders yine gelecek, kaçınılmaz olarak.
[1] Roma sırtlarında bir semt.
[2] Jorge Mario Bergoglio: Papa Francesco.
[3] Habemus Papam (“Bir Papamız var”): İtalyan yönetmen Nanni Moretti’nin 2011 tarihli filmi.
[4] Frédéric Neyrat (1968) : Siyasal ekoloji üzerine çalışmaları olan Fransız kuramcı. ABD Wisconsin-Madison Üniversitesi’nde profesör. Multitudes ve Lignes dergileri yayın kurulu üyesi.