Daha dünmüş gibi

-
Aa
+
a
a
a

İtalyan kuramcı, yazar ve radyocu Franco 'Bifo' Berardi'nin İtalyanca kaleme aldığı ve halen yazmayı sürdürdüğü günlükleri akademisyen, yazar ve yine radyocu dostumuz Serhan Ada'nın çevirisi ile yayımlamaya devam ediyoruz. 

daha dünmüş gibi kolaj
Nero Editions

26 Mart
 
Sabahın onunda uyandım, dışarı bakıyorum… Dam beyaz ve lapa lapa kar yağıyor. Sürprizler bitecek gibi değil.
 
Farhad Manjoo[1]bir yazısında endişe verici, neredeyse anlaşılmaz bir tartışmaya değiniyor: Maske ve vantilatör gibi sağlık malzemelerinin eksikliği, İtalya’da olduğu gibi, Amerikan sağlık çalışanlarının da takıntısı halinde.
 
Genel olarak teknolojik konular üzerine yazan Manjoo bu nasıl olabilir diye soruyor. Süpersonik hızda gidebilen, uçaksavarlar tarafından görülmeden düşmanı vurabilen görünmez uçaklar üreten dünyanın en güçlü, ultra modern ülkesi, olabildiğince çok sayıda insanı kurtarmaya yönelik kitlesel bir iş yapmakta olan doktorlara ve sağlık çalışanlarına nasıl olur da maske dağıtamaz?
 
Manjoo’nun yanıtı basit ve ürkütücü:
 
“Koruyucu malzemeden mahrum oluşumuz, kapitalizmden ve özellikle kapitalizme bağlı bir dizi patolojiden kaynaklanıyor: Yabancı ülkelerdeki emeğin dayanılmaz cazibesinin ve bundan ileri gelen kırılganlığı dikkate alamama beceriksizliğinin yol açtığı stratejik iflas cayır cayır gelmekte.”
 
Özetle, maskelerin %80’inin Çin’de üretilmiş olması durumu. Piyasa ve rekabet ilahiyatı üzerine vaaz veren ülkelerde maske üretilmiyor. Başka kârlar doğuran ürünlere yatırım yapmak dururken, neden üretelim? Maliyeti ucuz olan ürünleri, emeğin maliyetinin de düşük olduğu ülkelerde ürettirelim.
 
Manjoo’nun yazdığına göre, Birleşik Devletler’de doktorların, salgınla başa çıkabilmek için önümüzdeki aylarda üç buçuk milyar maskeye ihtiyaç duyacakları öngörülürken, [şu anda] sadece 40 milyon maske bulunuyor. Bu vazgeçilmez ve zor bulunan, en basit nesneyi üretebilecek olan şirketler, kitlesel üretime geçmek için en az birkaç ay gerekeceğini söylüyorlar. Virüsün büyük Amerikan şehirlerini lazarettoya[2] çevirmesi için yeterli.
 
Net’te virüsün Amerikan ordusu tarafından Çin’i vurmak üzere ölçüp biçilerek geliştirildiğine dair bir teori dolaşıyor. Eğer böyle ise, Amerikan ordusu subaylarının tedbirsiz adamlar olduklarını kabul etmek durumundayız. Her geçen gün, pandeminin en büyük hasarı vereceği ülkenin Amerika Birleşik Devletleri olduğu hissi pekişiyor.

 

27 Mart
 
Sabah on birde eczaneye gitmek üzere çıktım. Evden çıkmayalı bir hafta olmuştu.
 
Biraz yağmur atıştırıyordu, ama başımda koyu siyah kapüşonum vardı. Carro Sokağı boyunca yürüdüm, sonra San Martino Meydanı’nı geçtim, Oberdan Sokağı’ndaki marketin önünde kuyruk vardı. Goito Sokağı’ndan yürüyüp inanılmaz biçimde bomboş Indipendenza Sokağı’nı geçtim. Manzoni Sokağı’na girdim ve sonunda Parigi Sokağı’na çıkıp komodinimde azalmaya başlayan astım ve hipertansiyon ilaçlarını sipariş ettiğim Regina Eczanesi’ne ulaştım. Yollarda az sayıda insan. Eczanenin önünde beş kişi kuyruktaydı. Hepsinin, kimi yeşil, kimi siyah, kimi beyaz maskeleri vardı. İki metre mesafe arayla bir tür sessiz dans.
 
Avrupa Birliği çürük kokuyor. Gizli cimrilik, insandışılık kokuyor. 2015 Yazı’nda, Avrupa Grubu’nun, Aleksis Çipras ve Yunanlıları ve onların demokratik biçimde ifade ettiği iradesini hiçe sayarak bu ülkedeki hayatı altüst eden tedbirleri dayattığı kibir ve vurdumduymazlık gösterisine hepimiz tanık olduk; o günlerden beri, Birlik'in ölmüş olduğu ve Kuzey Avrupalı yöneticilerin duygudan geçtim, düşünme yetisi de olmayan darkafalı cahiller olduğunu düşünüyorum.
 
O yıldan itibaren, zincirinden boşanan göçmen karşıtı şiddet, sınır kapamalar, konsantrasyon kampları, sığınmacıların Türk sultanına ve Libyalı işkencecilere bırakılması ile yalnızca Avrupa Birliği’nin iflas etmiş bir proje olduğuna değil, Avrupa halkının ezici çoğunluğunun sömürgeciliğin sorumluluğunu alamadığına ve sonuçta sırf kendi sefil refahını korumak için konsantrasyon politikalarını kabul etmeye hazır olduğuna kani oldum.
 
Ancak bugün, Avrupa ülkelerinin temsilcilerinin, İtalya’nın sağlık krizinin yükünü beraberce taşıma önerisini tartışmak üzere yaptıkları toplantıda bana göre çizgi aşıldı. Koronabonosu çıkarmak ya da herhalükarda en zayıf ülkeler için borç olarak kabul edilmeyecek sınırsız müdahale tedbirlerine başvurulması önerisi karşısında Hollanda, Finlandiya, Avusturya ve Almanya temsilcileri ürkütücü bir karşılık vererek aşağı yukarı şunu söylediler: Her şeyi on dört gün erteleyelim. Pandeminin, Kuzey ülkelerini, İtalya ve İspanya’yı vurduğu şiddetle vurup vurmayacağını görelim. Öyle olursa tekrar konuşuruz. Aksi halde konu tamamen kapanmıştır.
 
Hollandalı Bay Rutte’nin ve mevkidaşlarının kullandıkları kelimeler tam olarak bunlar değil. Ama erteleme tam olarak bu anlama geliyor.
 
Bay Boris Johnson’un testi pozitif çıktı: Virüs kapmış. Sağlık Bakanı da. Başkalarının başına gelen talihsizlikler üzerine espri yapmak kötü bir şey, dolayısıyla yorum yapmıyorum. Johnson’un on gün önce sürü bağışıklığı için yarım milyon insanın ölmesi gerektiği teorisini ileri sürerek dediklerini hatırlatmakla yetiniyorum: “Maalesef sevdiklerimizin çoğu ölecek”. Son kırk yıl boyunca dünyayı yöneten felsefe, Thatcher’cı neoliberalizmin Hitler nazizminden miras aldığı felsefe, doğal seleksiyon.
 
Bazen işe yaramıyor.
 

28 Mart
 
San Pietro Meydanı’nın mavimtırak karanlığında, aydınlatılmış beyaz bir tentenin altında Francesco’nun beyaz figürü. Orada olmayan, kendisini uzaktan dinleyen halka hitap ediyor. Kollarını açıyor ve Roma’yı ve dünyayı kucaklayan sütunlara uzatıyor. İlahiyat, felsefe ve siyaset bakımından etkileyici şeyler söylüyor.
 
Bu salgının Tanrı’nın bir cezası olmadığını söylüyor. Tanrı çocuklarını cezalandırmaz. Francesco, Pietro’nun eşiğine çıktığında, La Civiltà Cattolica’da[3] çıkan söyleşide ilk söylediği kelimelerden itibaren rahmeti, papalığının alameti yaptı.
 
Tanrısal bir ceza değilse o halde ne? Francesco şöyle cevap veriyor: Biz bir toplumsal günah işledik. Benzerlerimize karşı günah işledik, kendimize, sevdiklerimize, ailelerimize, göçmenlere, mültecilere, prekar emekçilere karşı günah işledik.
 
Sonra da hasta bir toplumda sağlıklı kalabileceğimize inanarak aptallık ettiğimizi ekliyor.
 
Sabah on birde Tonino telefon etti; kuzenim, o da doktor (bunların hepsi doktor, ben farkına varmamışım?). Her zamanki aceleci sesiyle nasıl olduğumu sordu ve ailede hep meşhur olan bir laf söyledi: “qui gatta ci covid”[4].

 

29 Mart
 
Peo benim için bir dost, bir yoldaş ama aynı zamanda bir doktor; yıllarca doktorum oldu. Birden fazla defa netameli sağlık durumumla ilgilendi. Kliniğine her gittiğimde, her cinsten ve renkten hastadan oluşan kilometrelerce uzayan bir kuyruk olurdu, içeri girmeden saatlerce bekledikten sonra, beni muayene eder ve şiir gibi derin ve bisturi kadar keskin teşhislerini söyler, çoklu ve çizgi dışı tedaviler önerirdi.
 
Sonra, altı ay önce emekliye ayrılınca, hayat arkadaşının ve en büyük iki çocuğunun yaşadığı, yüzyılın başında mesleğini icra etmeye başladığı Brezilya’ya gitti.
 
Birkaç hafta önce, mezun olmak üzere olan (Skype üzerinden mezun da oldu) küçük oğlu Jonas’ın yaşadığı İtalya’ya dönüverdi.
 
Peo, hemen geri dönmeyi öngörmüştü ama herkes gibi kapana kısılıp kaldı. Broglio Sokağı’nda bir dairede oturuyor. Bu sabah penceremin önüne gelip aşağıdan seslendi. Ben de balkona yaslandım ve birkaç dakika gevezelik ettik.
 
Sonra ağır adımlarla uzaklaştı.
 
Portekiz Başbakanı Antonio Costa, Perşembe günü yapılan Konsey toplantısında, Avrupa bölgesinde yedi yıldır [görülen] büyümeye rağmen, bazı ülkelerin öne sürdüğü koronavirüsle baş etmek için bütçelerinde marj olmamasının (karanlık) nedenleri hakkında bir araştırma yürütülmesini isteyen Hollanda Maliye Bakanı Wopke Hoekstra’ya cevap vermek üzere bir basın toplantısı düzenledi. Hoekstra hiç isim zikretmedi ama, Eurobono çıkarılması gerektiğini savunan, salgından şimdiye dek en çok etkilenen İtalya ve İspanya’yla birlikte “dokuzlar grubu”nu kastettiği açıktı. Yani Hoekstra, pandeminin en sert darbeyi vurduğu ülkelere karşı bir yargılama istiyor.
 
Sosyalist lider [Costa] basın toplantısında, “bu Avrupa Birliği bağlamında iğrenç bir konuşma” dedi. “İğrenç diyorum, çünkü, 2008, 2009, 2010 ve izleyen yıllarda gördüğümüz gibi, bir ekonomik meydan okumayla başa çıkmaya hazır değildik, kimse hazır değildi. Maalesef virüs hepimizi aynı biçimde etkiliyor. Birbirimize saygı göstermez ve ortak bir zorluk karşısında ortak bir çözüm geliştirmezsek Avrupa Birliği’nden hiçbir şey anlamadık demektir…Bu tür bir cevap, mutlak bir sorumsuzluk ve tiksinti uyandıran bir dar kafalılık, Avrupa Birliği ruhunu tamamen torpilliyor. Avrupa Birliği’nin geleceği için bir tehdit.” Costa şöyle noktalamış: “Avrupa Birliği ayakta kalmak istiyorsa, herhangi bir ülkenin bir siyasal sorumlusunun böyle bir cevap vermesi kabul edilemez.”
 
Postadan bir mektup geldi. İçinde bir kart ve kartın içinde ... vardı. Belki yoksun kaldığımı söylediğim çöküntü günlüğünü okuyan biri göndermiş olabilir. Her kimse ona tüm kalbimle teşekkür ediyorum.
 
Gazetelerde Arnavutluk Başbakanı Edi Rama’nın fotoğrafı.
 
Büyük bir soyluluk jesti yaparak küçük ülkesinden otuz kadar doktoru İtalya’ya yolladı. Havaalanına kadar onlara eşlik edip beyaz önlükleri içindeki bu çocuklarla çevrili olarak İtalyanca bir konuşma yaptı.
 
Doktorlarının Arnavutluk’da yedek olarak beklemektense, daha fazla yardıma ihtiyaç duyulan buraya geleceklerini söyledi. Arnavutların, en zor yıllarda kendilerini kabul edip misafir eden (fazlaca iyi) İtalyanlara müteşekkir olduklarını ve “bizden çok daha zengin olmakla birlikte sırt çevirenler gibi yapmayıp” yardımımıza gelmekten mutluluk duyduklarını da eklemeyi unutmadı.
 
Bravo Edi, eski dostum.
 
Onu 1994’de, Paris’de tanıdım; bir kadın arkadaşımın evinde oturuyordu.
 
Tiran Güzel Sanatlar Akademisi’nde okumuş olduğunu söyledi ve çok eğlenceli bir olay anlattı. Enver Hoca’nın mutlak kendine yeterlilik politikası zamanlarında öğrenciyken adından söz edildiğini duyduğu şu Picasso’nun eserlerini görmeyi istemiş. Akademi müdürü onu yanına katıp ofisine götürmüş, kapıyı kilitlemiş ve raftan bir kitap çekerek Picasso’nun olduğu sayfaları açıp kitabı elinden bırakmadan bu gence görmek istediği eserleri göstermiş.
 
Edi Rama Paris’de ressamlık yapıyordu, gece vakti metroya iniyor, reklam afişlerini koparıp üzerine resim yapıyordu.
 
Üzerinde regârenk bir mikrofona tekme atan yeşilimtırak bir ayak olan eserlerinden biri bizim evde. Post-tekno sürrealizm.
 
Sonra, 1995’de ben Università Città konsorsiyumunda[5] çalışırken İtalya’ya geldi. Ben de kendisini Santa Lucia büyük amfisinde bir konferans vermeye davet ettim.
 
Bir dolu Arnavut geldi ve büyük bir patırtı halinde hepsi aynı anda konuşmaya başladılar, sonra sözü Edi aldı ve hepsi sustular.
 
Edi hemen sonra Arnavutluk’a döndü, 1996’da Piramit planının yol açtığı mali çöküşü izleyen ayaklanma çıktı ve yurda geri dönmüş olan sürgün o noktada kültür bakanı oldu.
 
Beni oraya davet etti: Tiran’a bir Rus uçağıyla gittim. Havaalanı Pazar yeri gibiydi. Kocaman el kol hareketleriyle oğullarını ve kocalarını karşılayan kara giysiler içindeki yaşlı kadınlar, hayvanlar, bağırtı çağırtı, delice bir gürültü. Ama dışarıda beni camları mavi siyah bir otomobil bekliyordu.
 
O zamanlar gıpgri, neredeyse bir hayalet gibi görünen şehri bir baştan öbür başa katettik. Sonraki yıllarda Edi belediye başkanı olunca, tüm duvarları farklı renklere boyattırdı.
 
Mavi camlı siyah oto beni Edi’nin beklediği Kültür Bakanlığı binasına götürdü.
 
Bakanlık tamamen boştu. Hiçbir şey, oturmak için sandalye dahi yok, her yer toz içinde ve dalgalı sarıya boyalı duvarlar var. Edi, dizine kadar gelen beyaz kanvas pantolon ve kocaman yeşil cepleri olan ceketiyle Afrika’daki bir İngiliz kaşifi kılığı içinde bir odada beni bekliyordu.
 
Kucaklaştık, sonra fazla çıplak ortamdan dolayı özür diledi – “elimdeki bütçe ne kadar biliyor musun? Sıfır virgül sıfır sıfır. Arnavutlar berbat yoksuldular ama bir sürü yaratıcı, eğitimli ve kozmopolit insanları vardı.
 
Edi bana, “Veltroni[6] para yollayacağına söz verdi” dedi. Umarım sahiden yollamıştır.
 
Beni her gün … tüttürülen bir arkadaşının proleter evinde konuk etti. Tiran’da çok güzel bir hafta geçirip bir gönüllü örgütünde çalışan Toskanalı çocuklarla tanıştım. Sonra bir otobüse binip bin pencereli şehir Berat’ı görmeye gittim. O yolculuk sırasında adamın biri beni evine davet edip yatağın altında duran iki-üç kalaşnikof gösterdi.
 
Berat’a yeniden gitmeyi isterim ama önümüzdeki zamanda seyahat edebilecek miyiz bilmiyorum.
 
Bu sakin günlerde beni en çok meşgul eden sorunun bu olduğunu itiraf ediyorum.
 
Hindistan’dan, hükümetin kapanma kararından sonra endişe verici görseller geliyor. Bankaların önünde uzun kuyruklar, şehirlerinden ayrılıp köylere giden insan toplulukları. Özellikle geçici işi olanlar şimdi tümüyle yoksullaştılar. Otuz yıllık neoliberal diktatörlük her yerde toplumsal prekarite, fiziksel ve psişik zafiyet yarattı.
 
Er ya da geç Tony Blair gibi, Matteo Renzi ve Narendra Modi gibiler için bir Nürnberg gerekecek. Bunların hücrelerimize zerk ettiği neoliberalizm çok derinlere inen bir alanı mahvetti, toplumun köklerine, birlikte yaşama, linguistik ve psişik genoma saldırdı.

 

30 Mart
 
Guardian’da Micah Zenko virüsün yayılmasının Amerikan istihbarat tarihinin en büyük fiyaskosu olduğunu yazıyor. New York’dan her gün daha dramatik haberler geliyor. Vali Cuomo, Trump’ın direktifleriyle açık biçimde çelişen kararlar alıyor.
 
New York Times’da Roger Cohen’in bir yazısı dikkatimi çekti. Yazı lirik tonu da olan bir yurttaş yazını örneği. Ama, her şeyden önce, Amerika Birleşik Devletleri’nin (sağlığın da ötesinde) yakın toplumsal geleceğine dair bir alarm zili.
 
Bazı bölümlerini çeviriyorum:
 
“Sessiz ilkbahar. Gezegen suskun, o kadar suskun ki neredeyse güneşin etrafında döndüğü hissediliyor, küçüklüğü hissediliyor ve arada, hayatta kalmanın yalnızlığı ve faniliği hissediliyor.
 
Korkuların baharı. Yutkunma zorluğu, bir hapşırık ve zihin alıp başını gidiyor. Brooklyn’de Front Street’de dolanıp duran bir fare, bir köpeğin kaptığı çöp torbasını görüyorum ve sefil, iğrenç kıyamet habercisi bir baş dönmesi hissediyorum. Boş sokaklarda tek tük yayalar, bir nötron bombasından arta kalanlar gibi. İnsan saç telinin binde biri kadar bir patojen etken, uygarlığı askıya aldı ve hayal gücünün yularını çözdü… Topyekûn bir reset zamanı. Fransa’da insanlara, evlerinden çıkıp yürüyebilecekleri bir kilometre çapındaki alanı gösteren bir web sitesi. Hepimize tanınan dünya ölçüsü bu kadar.”
 
Cohen, birkaç iyi başarılmış lirik dolandırmadan sonra öyle ise’ye geliyor.
 
Cohen’in bir Bolşevik değil, Sandersçı sosyalizmin çok uzağında, aydınlanmış bir liberal düşünür olduğu hesaba katılırsa daha bir ilginç:
 
“Zenginler kazançlarını küreselleştirebilsin diye mükemmelleştirilen teknoloji, aynı zamanda insanların cüzdanlarını serbest inişe geçiren paniği küreselleştirmek için gereken mekanizmayı da yarattı.
 
Kimi mistik sesler şunları fısıldıyor: Bu salgın bitince çevreye daha fazla saygı göstererek ne yapıyorsak daha farklı biçimde yapalım; aksi halde, yeniden perişan oluruz. Bu düşüncelere direnmek kolay değil, belki direnmemeliyiz de, aksi halde hiçbir şey öğrenmemiş oluruz.”
 
Cohen kılıcı tam bu noktada saplıyor:
 
“Başkan Trump’ın bir seçim yılında acziyet, egoizm ve endişe uyandıran bir karışımla pandemiye verdiği cevaba tanık olmak kabul edilebilir bir şey değil; bir tür korona-darbeden korkmamak da elde değil. Panik ve yönünü bulamama diktatörlük heveslilerinin serpilmesini sağlayan öğeler. 2020’de [yaşanacak] otokratik bir sapma tehlikesi virüsün kendisinden daha az tehlikeli değil.
 
Trump bugün bu. Tutarsız, bilim karşıtı ve milliyetçi: Darbe almış müttefiki İtalya için (Birleşik Devletler bir yandan İtalyan ordusundan gizlice test kiti isterken) bir tek merhamet sözü yok. Bir tane düzgün söz yok, sadece dar kafalılık, küçüklük ve savrulmalar. Temizlik hastası olan o adam sahtecilik mikrobunu yaydı.”
 
Aynı gazetede, Trump için verilen onayın hiç bu kadar yüksek olmadığını da okudum: Amerikalıların çoğu ve özel olarak Second Amendment[7] nüfusu, evlerinde silah bulunduranlar, onun tarafındalar ve onun saldırganlığıyla kendilerini rahatta hissediyorlar.
 
Amerika’nın geleceği üzerine sezgiler.
 

1 Nisan
 
Geert Lovink’in[8] Amsterdam’da kurduğu Network Culture Institute’un sitesinde Tsukino T. Usagi imzalı bir makale okuyorum: “Bulut Denizcisinin Günlüğü: Koronavirüs Zamanı Şangay’da Hayat” (The Cloud Sailor Diary : Shanghai Life in Time of Coronavirus) genç bir prekar emekçinin kaleminden, içe bakan ve hülyalı bir üslupla Şangay’da son bir ayın hikâyesi. Bir bölümü [burada] çeviriyorum:
 
“Salgının başladığını resmen duyuran haberlerden sonra, Şangay’da deniz kıyısında bir yürüyüş yaptım. Huangpu Nehri’nin ağır bir dumanlı sis tabakası nedeniyle bulutsu bir görünümü var. Zehirli. Tam bir kıyamet görüntüsü. Gece kendimi kötü hissetmeye başladım. Soğuk algınlığı ya da grip olabilir diye düşündüm. Ertesi gün, hep yaptığım gibi, çalışmaya gittim. Rahatsızlığım artıyordu. Ateş, boğazda kuruluk, soluk alma zorluğu gibi semptomlar başladı. Televizyon haberlerinde enfeksiyon olarak tarif edilen duruma tam uyuyordu.
 
Şöyle düşündüm: ‘Belki de ölme vaktim geldi’. Ama paniğe kapılmadım. Bu semptomlara yol açmış olabilecek senaryoları kurgulamaya başladım: İçinde tanımadığım yolcuların olduğu bir metro vagonundaydım. İçlerinden birinde virüs olabilirdi. İş arkadaşlarımdan biri uzun uzun havaya doğru öksürmüştü. Bu berbat günde hava korkunç kirliydi. Koronavirüsten önce de rüzgârın taşıdığı o sisli duman beni her gün öldürebilirdi. Ama şimdi havaya baktığımda, sadece koronanın tehdidini görüyorum. Tüm diğer tehditler ortadan kalkmış olabilir mi?
 
İnsan uygarlığı rastlantısal yeniden üretim hatlarının yönlendiriciliğinde, aralıksız hareket halindeki bir makinenin üzerinde koşuyor. Yeniden üretim fabrikasının bir yeri yok. En acımasız, aynı zamanda en denetimli altyapı o. Silikon Vadisi’ne katkısı da azımsanmayacak derecede olan düşük maliyetli bilişim emeğinin yeri Hindistan. Şu günlerde bilim insanları ölüm korkusunu yenmeye yarayacak yöntemler arıyor. Dünyalılar bir gün insan bebek yerine makine bebek sahibi olmayı isteyecekler. Ama bu yok oluşu engelleyemeyecek.”
 

2 Nisan
 
San Francesco da Paola[9]. Adaşım.
 
“Ses, orada, dışarıdaki ve aynı zamanda dijital çöldeki sessizliği bozan takoz”; muammalı, yoğun bir tefekkürün ardından böyle yazmış arkadaşım Alex.
 
Bir başka mesajda Alex, Milano’daki karasal olmayan Macao stüdyolarından yayın yapan Radyo Virüs’den söz ediyor.
 
“Yazık sadece bu kadar yayın yapıyor” diyor.
Daha fazla yayın yaptıralım.
Onu buradan dinleyebilirsiniz.[10]
 
Lombardiya Bölgesi ile merkezi hükümet arasındaki polemikler veryansın, sorumluluğun ötekine mi berikine mi ait olduğu araştırılıyor. Bunu Renzi ve Salvini gibi sinik hesapçıların yapıyor olması şaşırtıcı değil; onların işi başkalarının başına gelen talihsizlikler üzerinden spekülasyon yapıp kendilerini göstermek. Ne var ki, bana göre, şu an için fuzuli tartışmalar bunlar. Hem sadece salgının ortasında ne yapılacağına yoğunlaşmak, kimin ne yapmadığıyla uğraşmaktan daha iyi olduğundan değil. Ama özellikle, bu aylarda gerçek sorumluluk, nesnel olarak zor bir durumda iş yapmaya çalışanlarda olmadığından.
 
Sorumluluk son on ve aslında otuz yıldır, yani Maastricht’ten bu yana emeğin maliyetini özelleştirip budayanlarda.
 
Bu politika yüzünden halk sağlığı sistemi zayıflatıldı, yoğun bakım bölümleri yetersiz hale geldi, yerel sağlık ünitelerinin finansmanı kesildi, sayıları azaltıldı ve küçük hastaneler kapandı.
 
Bu hikâyenin sonunda kabahat bir memura ya da yöneticiye yüklenmeye çalışılacak. Sol sağı ve sağ solu suçlayacak. Tuzağa düşmeyelim. Başka türlü radikal olmak gerekecek. Hepsinin paylaştığı neoliberal dogmanın yarattığı yıkımda sağ ve solun sorumluluğu eşit.
 
Ve özellikle kaynakları şu anda bulundukları yerden alıp halk sağlığına, araştırmaya yöneltmek gerekecek.
 
Ve askeri harcamaları keskin biçimde budayıp bu parayı topluma yöneltmek gerekecek.
 
Otoyollar, demiryolları, su gibi kamu mallarını sahiplenenleri tazminatsız kamulaştırmak.
 
Artan oranlı refah vergisini getirmek.
 
Bu program pekişmeli, yayılmalı; dernekler, kişiler ve kurumlar da buna dahil olmalı.

 

3 Nisan
 
Sağcı bir tarihçi olan, sıkı milliyetçi ve Amerikan misyonu taraftarı Paul Johnson’un anıtsal Amerikan Halkının Tarihi’ni okuyorum.
 
Amerikan uygarlığı hızla çözülmekte olduğundan onun örüldüğü iplikleri yeniden anlamaya çalışıyorum.
 
Bu [çöküş], Bin Ladin’in stratejik dehası ile Dick Cheney ve George Bush’un taktik sersemliklerinin tüm zamanların en büyük devini kaybedebileceği tek savaş olan kendisine karşı savaşa sürüklediğinde, 11 Eylül 2001 sonrasında başladı. Dev savaşı kaybetti ve kaybetmeye devam ediyor, sonunda bu iç (toplumsal, kültürel, siyasal, ekonomik) savaş devi içeriden lime lime edene kadar da devam edecek.
 
2016 yılından bu yana Birleşik Devletler bir iç savaşın sınırında.
 
Şimdi Trump seçimleri kazanmaya hazırlanıyor gibi. Amerikan halkının aşağı yukarı yarısı ondan hoşlanıyor. Geçtiğimiz günlerde, ellerinde yeterince silah yokmuşçasına silah almaya koşanların hoşuna gidiyor.
 
Öbür yarı (yani: FBI, ordunun bir bölümü, Kaliforniya Eyaleti, New York Eyaleti, başka bazı eyaletler ve özellikle büyük metropoller) Başkan’ın saldırganlığından alınmış vaziyette kendilerini, büyük kozmopolit toplulukları daha sert, Orta Batı’daki köyleri ise belki daha az vuran virüsün öfkesine terk edilmiş hissediyorlar.
 
Trump, kendisine karşı yumuşak başlı davranmayan valiler karşısında yumuşak başlı olmayacağını söyledi. Nitekim Kaliforniya, merkezi devletten sağlık yardımı almıyor.
 
O ülkede işler nasıl gelişecek bilmiyorum ama, özel teşebbüs ve bireysellik kültürü virüs için adeta düğün davetiyesi olan Amerika’da, salgının başka yerlere göre daha yıkıcı etki yapacağını ve salgından sonra müthiş şeyler olacağını sanıyorum.
 
Second amendment halkı büyük metropoller halkına karşı ya da tam tersi.
 
Leopar desenli bir iç savaş mı?


 
Bugün tuvalette La Repubblica’yı okurken, 3. sayfada, salgının azıttığı bir zamanda, görevlerini yaparken ölen 68 doktor arasında onun çerçeve içinde fotoğrafını gördüm.
 
Valter Tarantini, Minghetti Lisesi D sınıfının en yakışıklısıydı. Hem de yarışmasız filan en yakışıklısı: Sarışın, uzun boylu, açık renk gözlü, güler yüzlü, alaycı, neşeli, umursamaz. Biraz suratsız olsam ve Marx’ın Kapital’ini okusam da, belki tam da bu yüzden benden hoşlanırdı. Lise iki ve üçte sıra arkadaşıydık. O, ben, Pesavento ve Terlizzesi, en arka sıra: Hafif anarşist bir dörtlü, çok farklı da olsak dosttuk.
 
Valter, Rizzoli 1 Sokağı’nda iyi bir burjuva apartmanının beşinci katında, Gaisenda Kulesi’nin[11] tam karşısında otururdu ve ben öğleden sonraları, biraz felsefe anlatmak için onlara giderdim; zira Ludovico Geymonat’ın kitabını okumaya niyeti yoktu, kafasında Hegel ile Kant’tan başka şeyler vardı; kızlardan çok hoşlanırdı. Zaten, dediğine bakılırsa, jinekolog olmak istiyordu. Oldu da, ne kadar şapşal olduğunu siz anlayın. Forli’de çalışıyordu ve görevini yaparken ölen altmış sekiz doktordan biriydi.
 
Boğazıma bir yumru durdu, küçük fotoğrafını görünce perişan oldum. Doktor Tarantini yetmiş bir yaşındaydı, ama fotoğrafta hâlâ yakışıklı ve hem nazik hem hafif küçümseyen bir gülümsemesi vardı. 1967 yazındaki sınavdan sonra onu bir daha görmedim ve şimdi pişmanım, eski okul arkadaşlarımın on yıl önceki yemeğine gitmediğim için içimden ağlamak geliyor ve onun beni sormuş olduğunu biliyorum. Onu bir daha görmedim ama gerçekten daha dünmüş gibi onu hatırlıyorum. Ne saçma sapan bir cümle çıkıverdi. Daha dünmüş gibi… Halbuki onu son kez elli yıl önce görmüştüm, sonra bu sabah tuvalette, La Repubblica’da, üçüncü sayfadaki o küçücük fotoğrafa kadar da bir daha görmedim.

 

[1] Farhad Monjoo (1978): 2018’den bu yana New York Times’da köşe yazıları yayınlanan ABD’li gazeteci.
[2] Lazaretto: Gemilerin karantinaya alınmak üzere bağlandığı yer. (Venedik’deki Nazaretto’nun değişmiş kullanımıyla) (ÇN)
[3] Papalık yayın organı.
[4] Aslı Latince “qui gatta ci cova” (“işin içinde iş var”) olan bir deyimin salgına uyarlanmış hali. (ÇN)
[5] Bologna’daki üniversiteler arası konsorsiyum.
[6] Walter Veltroni (1955): 1996-1998 yılları arasında İtalya Kültür Bakanı.
[7] ABD Anayasasına 1791’de kabul edilerek giren yurttaşların silah edinme ve bulundurma hakkını öngören “İkinci Değişik Madde”.
[8] Geert Lovink (1959): Hollandalı medya kuramcısı ve eleştirmeni aktivist. (ÇN)
[9] San Francesco da Paola: XV. yüzyılda Paola’da yaşamış ve ölüm yıl dönümü olan, 2 Nisan günü kendi adına “Aziz Günü” edilmiş, “Ufaklar Tarikatı“nın kurucusu bir yoksul keşiş.
[10] Milano’da bulunan Macao Yeni Kültür Sanat ve Araştırma Merkezi Macao tarafından web ortamında yayın yapan Virüs Radyo’nun adresi: macaomilano.org/radiovirus 
[11] Bologna’da, Orta Çağ’da soylu ailelerin yaptırdığı kulelerden biri.