Yeni Dalga bilimkurgu, cyberpunk ve günümüzü kapsayan yeni medya jenerasyonu üzerine konuşuyoruz.
Jülide Kayaş: Merhaba. 95.0 Açık Radyo Omelas'a hoş geldiniz. Ben Jülide Kayaş.
İsmail Yamanol: Ben İsmail Yamanol.
J.K.: Bilimkurgunun türlerinden ve çeşitli yönlerinden sohbet ettiğimiz programımızın üçüncü bölümündeyiz. Geçen bölümde bilim kurgunun tanımından yola çıktık, tanımlamaya çalıştık. Farklı yaklaşımları, farklı tanımları, dönemleri ele almaya çalıştık.
İ.Y.: Tabii hikayemiz burada bitmedi.
J.K.: ‘Altın Çağ’da kaldık. En son konuştuğumuz altın çağdan sonra ‘yaramazlar’ var dedik; yeni dalga bilimkurgu dönemi. Ondan biraz söz edelim.
Bilimkurguda yeni dalga dönemi, 1960’lara, 1970’lere denk geliyor. Aslında bilimkurgunun altın çağı tamamen bitmiş değil, birbirinin içine geçmiş şeyler. Yani birdenbire diğerleri ‘hard science fiction’ yazmaktan vazgeçmiş değiller. Mühendis ve yazarlarımız devam ediyorlar. Fakat bunun yanında başka bir yaklaşım gelişmeye başlıyor.
İ.Y.: O dönemin toplumsal hareketlerini de düşünürsek aslında böyle bir şeyin ortaya çıkması çok da yadırgayıcı bir şey değil.
J.K.: Çünkü çok karışık bir dönem 1968 dönemi. Bir yandan uzay çalışmaları başlamış, Ay'a gidilecek.
İ.Y.: Toplumsal muhalefetin arttığı bir dönem.
J.K.: Çiçek çocukların olduğu bir dönem. O zaman da insanlar şunu düşünmeye başlıyor; Farklı bir şekilde anlatabilir miyiz bu dertleri? Bilimkurgu bu kadar ilgi görüyor, insanlar rağbet ediyorlar. Peki biz bunu kullanarak kendi derdimizi nasıl anlatırız derken, sadece bu olmak zorunda değil derken, ilk olarak 1967’de Harlan Ellison’ın düzenlediği, topladığı bir öykü antolojisiyle başlıyor bu hikaye de. Dangerous Visions diye bir öykü antolojisi bu.
Bu kitapta 33 kısa öykü var. Daha sonra çok ün kazanacak, çok değerli eserler verecek pek çok yazar yer alıyor antolojide. Burada o zamana kadar hakim olan bir Asimov ekolü var. Hatta geçen programda da söz ettik, Asimov geleneği aslında editörlerden de kaynaklanan bir şey. Ondan farklı bir hava var bu öykü antolojisinde. Gündelik hayatı ele alıyorlar. Yani sadece farklı gezegenler, hayat türleri değil gündelik hayat. Yani, ‘acaba hala dünyada olsak da, kendi dertlerimizle baş başa olsak da bu başka türlü gelişse nasıl olurdu?’ sorusunu konuşmaya başlıyorlar.
İ.Y.: Biraz bilimkurgunun merkezinden pozitif bilimi çıkarıp, sosyal bilimleri yerleştirme amacı taşıyorlar.
J.K.: Evet. O yüzden zaten bir süre sonra evrilerek bizim sosyal bilimkurgu diyeceğimiz türe dönüşüyor bu. Tuhaflaşan bir dünyaya insanların nasıl tepki gösterdiğiyle ilgileniyorlar. Hatta bunun devamında bizlerin çok iyi bildiği ‘Alacakaranlık Kuşağı’ başlıyor. Onun da devamında ne var? “Black Mirror” var. Alacakaranlık Kuşağı’nın devamında onlar geliyor.
Bu dönemin en önemli temsilcilerinden birisi, çok iyi bildiğimiz Ballard. Ballard’ı sen de anlatacaksın. Ben birkaç yerine değineyim, onu bayağı bir konuşacağız herhalde. Onun bir derdi var, çok enteresan geliyor bu. Diyor ki, “Bilimkurgunun uzaya sıkışmaması gerekir.” Bu çok enteresan çünkü oksimoron neredeyse. Uzay dediğimizde uzayın sonsuz boşluğundan söz ederiz. Sonsuz boşluk, sonsuzluğa nasıl sıkışırsın? Fakat diyor ki, “Uzaya sıkışmamalıyız.” Bu zaten insanı şöyle bir durup düşünmeye sevk ediyor. Ardından da, “Asıl yabancı gezegen dünyamızdır. Dünyamıza dönüp bakmalıyız.”
İ.Y.: Bilimkurgu edebiyatında kırılma yaratmış yazarlardan biri. Kendisini 2009’da öteden beri boğuştuğu mide kanseri nedeniyle kaybettik ki ölene kadar da aslında bu edebi anlayışını sürdürdü. Ondan pek taviz vermedi. Ballard’a göre bilimkurgu, alışık olduğumuz koşulları değiştiren, bizi değişen bu yeni koşullara uygun biçimde düşünmeye iten, teknolojik, toplumsal ve çevresel gelişmelerin insan psikolojisi üzerindeki etkileriyle ilgilenen bir sanat uğraşıdır. Kendisi bilimkurguyu bu şekilde yorumlar. Dikkat ederseniz burada aslında altın çağ bilim kurgusunda gördüğümüz, alışık olduğumuz şeylerin dışına çıkıldığını fark ediyoruz. Aslında nedir bu? Tam olarak Ballard’ın karşı çıktığı, altın çağda beğenmediği şey nedir? Biraz ondan bahsetmek lazım.
Bir önceki programda hatırlarsan altın çağda bilimsel tutarlılığın hakim olduğunu, o dönemde verilen eserlerin daha çok bilimle uyuşan, bilimle çelişmeyen eserler olmasına gayret edildiğini söylemiştik.
J.K.: Çünkü ilk ortaya çıkışı bilim ve teknoloji yazılarıydı. Oralarda yayınlanırken, ‘acaba biz buna biraz kurgu katarsak nasıl olur’ derken ortaya çıkan bir türdü.
İ.Y.: Dolayısıyla Ballard bu konuda birtakım deneysel çalışmalar vermeye başladı. Onun edebi eserlerinde bilimsel tutarlılık göz ardı ediliyordu ve kendisi daha çok insana, insanın içine, psikolojisine ve topluma yönelmeyi tercih ediyordu. Biraz kötümser kurgular yaratıyordu. Distopyaya kayan hatta bazen post apocalyptic eserler veriyordu. İlginç bir şekilde hiçbir zaman kendisini bir bilimkurgu yazarı olarak da tanımlamadı.
J.K.: Evet, bu da enteresandı. Yalnız bilimkurgu yazarlarında bu epey oluyor. Jules Verne’in kendisi için de konuşmuştuk.
İ.Y.: Dolayısıyla bu deneysel çalışmaların da aslında İngiltere yıllarında bir dönem epeyce rağbet gören Universe diye bir dergi var. Orada bütün yazarlar, o dönemin yeni dalga akımına kapılmış yazarların eserleri burada görücüye çıktı ve o dergi bir dönem için kimi yazarların deneme tahtasıydı. Aslında ortaya koydukları deneysel işin halk tarafından kabul edilip edilmediğini, genel bilimkurgu ana akımı tarafından ne derece sahiplenip sahiplenilmediğini anlamaya çalışıyorlardı. Onun için ilginçti.
Peki Ballard'ın bu bilimsel tutarlılık ilkesine karşı tavrı nereden kaynaklanıyor ya da bu konudaki görüşü nedir tam olarak? Ballard'ın röportajlarını okuduğumuzda, onun bilimsel tutarlılığı bir şekilde hayal gücü eksikliği olarak yorumladığını görüyoruz. Bu tabii altın çağ bilimkurgusuna taban tabana zıt bir olay. Tam tersi.
J.K.: Tam tersi. Ballard diyor ki, “Çok sıkıcısınız.”
İ.Y.: Çünkü hatta verdiği küçük bir örnek de var. Eğer kütle çekim yasasını bertaraf edecek bir teknoloji ortada yoksa, böyle bir şey geliştirilmediyse elimdeki bir bardağı yukarıdan yere bıraktığımda o bardağın düşük kırılması gerekecektir. Çünkü doğa yasası bize bunu söyler. Dolayısıyla bu konuyu, bu senaryoyu işleyen tüm bilimkurgu eserlerinde de o bardağın bilimsel tutarlılık gereği yere düştüğünde kırılması lazım. Bu da aslında bilimkurguda bir tek tipleşmeye neden oluyor mu, olmuyor mu tartışmalarına zemin hazırlıyor. Ballard böyle olmaktansa şöyle bir soru sorar, “Ya o bardak yere düşmeyip de havada asılı kalsaydı ne olur?” “Öncelikle ona şahit olan kahramanımız buna ne tepki verirdi?” “Bu olayda psikolojisi ne yönde etkilenirdi?” “Hadi diyelim bir şekilde bu olayı kanıksadı, benimsedi ve başkalarına aktarmak istedi. Toplum ona bu sefer ne tepki verirdi? Acaba onun bu söylediğine, bu şahit olduğu şeye onay mı verirlerdi, yoksa delirdiğini mi düşünürlerdi?”
J.K.: Tam böyle suya atılan taşın yarattığı dalgalar gibi.
İ.Y.: Görüldüğü gibi çok basit bir sorudan hem insan psikolojisine değinme fırsatı bulduk, hem de o insanın toplum içindeki yerine ve toplumun da o insana verdiği tepkiye değinme fırsatı bulduk. Tam olarak işte Ballard'ın bilimkurgudan anladığı, bilimkurguda olmasını istediği şey de buydu.
J.K.: Evet. Aslında hemen arkasından söz edeceğim Le Guin de örtüşüyor aynı şekilde. Ursula K. Le Guin de yeni dalga akımının çok önemli yazarlarından. Aslında Le Guin’i sadece bilimkurgu yazarı olarak görmek mümkün değil. O kadar üretken, o kadar farklı alanlarda eserler vermiş ki ilki 1969’da. Karanlığın Sol Eli, yazdığı hemen hemen ilk bilimkurgu romanı diyebiliriz. 1974’te Mülksüzler. Her ikisiyle de hem Hugo hem de Nebula Ödülleri’ni alarak tarihe geçtiğini söyleyebiliriz. Karanlığın Sol Eli de Mülksüzler de çok büyük olay yaratıyor. Çünkü tam Ballard’ın da söz ettiği, altın çağ bilimkurgusundan farklı, yeni dalganın savunduğu, dert ettiği şeyleri anlatıyor. Mesela Le Guin’in bir derdi şu, “Roman, karakter üzerinden anlatılır.” Kahraman, evet. Onu da Virginia Woolf’a kadar dayandırıyor. ‘Bayan Brown’ üzerine yazdığı bir makale de var. Ona da kısaca değinirsem şöyle; trende otururken karşısında Bayan Brown’ı görür. Onu anlatmaya başlar. Bayan Brown, kendi halinde, ufak tefek, ayakları minicik bir hanım. Ağaçların, kurtların durumunu merak eden kendisi, yanındaki adamla bunu konuşan birisi iner gider trenden ve der ki, “İşte bir roman kahramanı.” Diyor ki sana, “Yakalayabilirsen yakala ve yaz!” Virginia Woolf'un bu Bayan Brown'undan yola çıkan Ursula da şunu soruyor; Acaba biz Bayan Brown’ı bu haliyle bir uzay gemisinde düşünebilir miyiz? Düşünemeyebiliriz ama onu dünyamızda düşünürsek yine bir bilimkurgu.
İ.Y.: İçine çekebiliriz.
J.K.: Evet, içine çekebiliriz. Çünkü dünyayı bu sefer tersine değiştirebiliriz. Başka bir duruma geliriz. Bir yandan şunu da söylemek gerek, aynı şey Ballard için de geçerli, bu insanlar bilime ve teknolojiye karşı değiller. Hatta tam tersi. Ursula diyor ki bilimkurguya dair, “Bilim ve teknolojiye dayalı yazmasa da bilimcilerin nasıl düşündüğüne ve nasıl bilim yapıldığına dair bir fikri olması gerekir bilim kurgu yazarının. Özel olarak insanlara odaklanmak, işin insanlarla olan ilgisini yok ediyor. Oysa iyi bir bilim kurgu bizi evrene dahil eder.” Yani yeni bir evren yaratılıyor. Belki yeni dalgadaki problem şu, o yaratılan evrenin de hayal gücüne dayalı olması. Yani bardak, evet, her seferinde yere düşüyorsa çok sıkıcı. Ama sen hayal gücünle ona farklı evrenlerde farklı fizik kurallarıyla, farklı bir dünyada ortam yaratırsan belki de düşmeyecek.
İ.Y.: Oranın normali de olacak.
J.K.: Evet. İnsanların buna tepkisi normal olacak.
İ.Y.: Zaten yeni dalgadan bahsederken bir anda tüm bilimkurgu edebiyatının hemen bu akıma kapıldığını ve bu yönde eserler verdiğini söylemek zor. Öyle bir şey hiçbir zaman olmadı.
J.K.: Hepsi bir arada gidiyor bunların.
İ.Y.: Yani her şeyin iç içe geçtiği bir dönemdi. Kaldı ki zaten altın çağ bilimkurgusunun savunucuları tarafından da yeni dalgaya bir sürü eleştiri getirildi. Bunların kimisi haklıydı, kimisi sadece bu tartışmaların bir parçası olabilmek için bitmeyen polemiklerdi. Örneğin altın çağ bilimkurgusunun yeni dalgaya getirdiği en basit eleştirilerden biri, en temel eleştiri diyelim hatta, yeni dalganın tanımladığı bu yeni bilimkurgu anlayışının bilimkurgunun sınırlarını muğlaklaştırdığını, bulanıklaştırdığını; dolayısıyla bilimkurguyu fantastikten ayırt edemeyecek hale gelmemize yol açtığını; bilimkurgunun nerede bittiğini, fantastiğin nerede başladığını anlayamamamıza yol açtığını iddia ediyorlardı.
J.K.: Ursula'nın buna çok güzel bir cevabı var. Diyor ki, “Bilimkurgu edebi bir gelenektir ve fantezinin değil, gerçekçiliğin çocuğudur. Gerçekçi bir hikaye, yaşanabilecek olmakla birlikte yaşanmamış bir konuyu ele alır, öyle değil mi? Birçok bilimkurgu hikayesi şu an var olmayan fakat gelecekte var olabilecek dünyalarla ilgilidir. Gerçekçilik de, bilimkurgu da gerçek olabilecek hikayeleri ele alır.”
İ.Y.: Adım adım günümüze doğru yaklaşıyoruz.
J.K.: Yavaş yavaş cyberpunk başlıyor.
İ.Y.: Cyberpunk’ın ortaya çıktığı dönemde aslında bilimkurgu yazarlarının aklında şu soru vardı; Altın çağ bilimkurgusuyla yeni dalga akımını birleştirebilir miyiz? Aynı potada eritebilir miyiz? Bunları barıştırabilir miyiz? Bu sorudan hareketle de ortaya yeni fikirler atılmaya başlandı. Örneğin bunlardan bazıları melez eserler üretmeye dayalı şeylerdi. Hem altın çağ bilimkurgusunun özelliklerini yansıtan hem de yeni dalga gibi konulara eğilen eserler verildi. Cyberpunk bunun dışında başka bir şey yaptı. Tabii birazdan cyberpunk’ın ne olduğunu genel hatlarıyla anlatmaya çalışacağız ama önce bir iddiasını, bu birleştirme iddiasını anlatalım dinleyenlerimize. Cyberpunk dedi ki, iki tarafı da birleştirmenin çok basit bir yolu var. Gelişmiş bir teknolojiyle siber uzay yaratırsak yani bir sanal alem yaratırsak ve olaylar o sanal alemin içinde geçerse o zaman hem altın çağın dediği gibi ortada gelişmiş bir teknoloji var, yani bizi siber uzaya bağlayan bir gelişmiş teknolojiden bahsediyoruz, hem de bu sefer bir sanal alemin içinde olduğumuz için aslında orada yaşanabilecek her şeyde yine bilimkurgu sınırları içinde istediği kadar fantastik olursa olsun kalmak zorunda.
Mesela sanal alemdeki karakterimiz bir ejderhanın sırtına binerek bu şehirden başka bir şehre gidebilir ve biz bunu yadırgamayız. Muhtemelen dinleyenlerimiz “Ready Player One” filmini, o meşhur filmi izlemiştir. Oradaki karakterlerimiz sanal alemde yaşıyorlar çoğunlukla ve orada uçanlar, kaçanlar, her türlü şey gözlerimizin önüne seriliyor ve biz bunların hiçbirisini yadırgamıyoruz, bilimkurgu dışı görmüyoruz. Aslında bu noktada çok başarılı bir iş yaptığını ve zaten o dönemde özellikle hem bilgisayar hem de internet teknolojilerinin yavaş yavaş gelişmeye başladığı bir dönemde seslenmesi de bir anda zaten yükselişine, parlamasına yol açtı.
J.K.: Tam onu diyecektim. Biraz da şeyden de kaynaklanıyor ortaya çıkışı herhalde; bilimkurgunun teknolojinin gerisinde kaldığını hissetmeye başlaması. Teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki neredeyse nefes nefese, hemen ensesinde hissediyor nefesini.
İ.Y.: Fransız yazar ve akademisyen Renard’ın bu konuda çok güzel bir sözü vardır. O hep şöyle der, “Bilimkurgu her zaman bilimin birkaç adım önünde olmalı. Eğer bilim, bilimkurguya yetişmeye başladıysa ortada bir sorun var demektir.” Hatta bundan hareketle Jules Verne’i bilimkurgu yazarı olarak bile saymaz. O kadar da katıdır bu tanımında.
J.K.: Evet, biraz önce andığımız sonsuz polemiklerden birisi olabilir herhalde. Ama bu cyberpunk’a ihtiyaç duyulması, teknolojinin bilimkurguya yaklaşması bizim altın çağ yazarlarımızın da kendi kendilerini sıkıştırması anlamına geliyor. Onlar ister istemez bu cyberpunk’a biraz daha tolerans göstermek zorunda kaldılar sanırım.
İ.Y.: Evet. Cyberpunk aslında, gelişmiş teknolojiye sahip distopik bir gelecekte insanla makine arasındaki o sınırın bulanıklaştığı bir kurgular bütünüdür. Aslında çok slogan gibi bir tanımı da vardır; ‘Yüksek teknoloji, düşük hayat’ diye. Çünkü tam cyberpunk’ın ruhuna uyan bir ifade. Örnek vermek gerekirse sinemada daha yaygın olduğu için “Blade Runner” örneğin. “Blade Runner”da gördüğümüz ortam, bir şirketin tüm dünyaya egemen olduğu, androidlerin hayatlarımıza girdiği ve insan, bilinç, bilinçaltı, kişilik...
J.K.: İnsan nedir? Replikantlar insan mıdır?
İ.Y.: Evet, bu mevzuların masaya yatırıldığı bir eser. Biraz önceki o tartışmaya binaen yine “Matrix”teki şeyi de düşünebilirsiniz. Normalde bir kaşığı elimize alıp onu sadece düşünerek bükmemiz mümkün değildir. Ama bir sanal alemin içindeyseniz yani bir Matrix'in içindeyseniz, onu yaptığınızda kimse size şaşırmayacaktır. Yine bilimkurgu sınırları içinde kalmış olursunuz.
Dolayısıyla cyberpunk hareketinin aslında bu iki türü de birleştirme çabası meyvesini de verdi. Bir dönem inanılmaz yükselişe geçti. Bunu da William Gibson’ın “Neuromancer” eserini vermiş olması da çok büyüktü. Ama sonra cyberpunk’ın bir duraklama dönemine girdiğini söyleyebiliriz.
J.K.: Burada ilginç bir tartışma yok mu sence? Yani hep şey vardır ya, bilimkurgunun kehanet vari olması, bilimkurgu bize gelecekten haber veriyor ya da teknolojiyi belirleyen bilim kurgudur. Buna pek çok bilimkurgu yazarı karşı çıkar, “Hayır, biz kahin değiliz. Bizde kristal küre var da size teknolojik gelişmeleri haber veriyor değiliz.” Burada ikisinin sürekli bir etkileşimi söz konusu. Yani cyberpunk mı teknolojiyi haber veriyor yoksa teknolojik gelişmeler mi cyberpunk’a sebep oluyor, oradaki anlatıya sebep oluyor? Oradaki o etkileşim ve DNA sarmalı gibi sonsuz döngü, o da çok heyecan uyandırıcı. Ne dersin?
İ.Y.: Bence de öyle. Zaten bilimle bilimkurgu arasındaki o ilgileşim öylesine ilgi çekici ki hangisinin hangisini daha fazla etkilediği hep tarih boyunca tartışılmıştır.
J.K.: Bu da bizim bilimkurguyu neden bu kadar çok sevdiğimizi gösteriyor. Çok verimli bir alan. Sadece buradan yola çıkarak sürekli, sürekli devamını getirebilir.
İ.Y.: Bugün uzaya araç gönderilen NASA'daki çalışanlar arasında yapılan bir araştırmada %85 beş oranında hepsinin bilimkurgu hayranı olmasının bir tesadüf olmadığını söyleyebiliriz.
J.K.: Tabii, astronot oluyor. Bu gelişmeler devam ettikçe, diyoruz ya yeni türler ortaya çıkacak. Şimdi internetle beraber yeni medya jenerasyonu dediğimiz bambaşka bir döneme geliyoruz. Şu anda tam da onun içinde yaşıyoruz herhalde. Çünkü biraz şeyi andırıyor; eskinin o fanzin, dergi furyasını, çılgınlığını andıran bir şey.
İ.Y.: Onun dijitale kaymış hali.
J.K.: Tam dijitale kaydırılmış hali. Herkesin kendi mecrasını rahatlıkla yaratabildiği bir yer. Bu nelerle başladı? İlk başta bloklar vardı. Hatta hemen isim verelim; Andy Weir. The Martian yani Marslı ilk önce blok halinde yazıldı. Amazon'da satışa çıkardı. Ondan sonra pek çok yayınevine gönderiyor.
İ.Y.: Ben o dönemi hatırlıyorum. Hatta romanı yazarken bir yerde bilimsel bir mevzuda takılıyordu, kendi okurlarından yardım istiyordu. Hemen bilim insanları imdadına yetişiyordu.
J.K.: Evet. Neredeyse bir yerde ortaklaşa yazılan bir esere dönüşüyordu. Bu çok enteresan. Yani yazarla okur arasındaki etkileşim – iletişimin böyle olması, yazarın yazdığı şeyi anında yayınlayabilmesi, bunlar avantajlarını getiriyor. Ama bir yandan, şu anda ülkemizde de olan şey, her yerde. Bu neye dönüşüyor? Bu ürünler başta bloktu. Marslı hikayesi öyle çıktı. Forumlar var, forumlardan yola çıkıyor. Şu anda neler var? YouTube'da videosunu hazırlayabiliyor ya da podcastini yapabiliyor ya da artık alıyor yayınevlerine götürüyor ve normal kitap bastırıyor.
İ.Y.: Evet. Ücretli kitap bastırma bu dönemde yine sıkça karşımıza çıkan bir durum. Online şekilde yazılan ve insanların okuyabildiği platformlar var. Bunun dışında yine başka şeyler, daha ilginç şeyler de var. Mesela yazarla okur arasındaki etkileşim hiç olmadığı kadar bir arada. Bu bazen iyi, bazen kötü.
J.K.: Çok iyi de olabilir. Yazarı tamamen demoralize eden de vardır. Yazarı yok da edebilir.
İ.Y.: Yazarsınız. Binbir emekle bir tane öykü ortaya çıkarıyorsunuz. Bayağı gözünüz gibi bakmışsınız, sevmişsiniz, yazmışsınız ve tek tuşla onu yayınlayıp artık kamuya ait bir ürün haline getiriyorsunuz.
J.K.: Ve hayatınızın hatasını yaparak ‘yorumlarınızı, görüşlerinizi beklerim’ diyorsunuz.
İ.Y.: On dakika sonra bir bildirim geliyor ve gelen yorum, ‘beğenmedim’.
J.K.: ‘Beğenmedim’ olsa keşke. Fakat şu da var. Bu yazar okur etkileşiminin olumsuz yönleri, bir yandan ortaya çıkan eserlerin niteliği açısından da sorun olabiliyor.
İ.Y.: Çok fazla eser üretilmesi kalite anlamında ortalamayı da tabii düşürebiliyor. Yani bu istatik olarak bir gerçek.
J.K.: Galiba bugün de programın sonuna geldik. Biz kendimizi kaptırdık konuşmaya. Bunları zaten hep farklı farklı zamanlarda, farklı farklı programlarda döne döne konuşacağız sanırım. Bize her zaman [email protected] adresinden ulaşabilir, görüş ve yorumlarınızı -mümkünse biraz önce konuştuğumuza benzemesin, güzel yorumlar bekliyoruz- gönderebilirsiniz arkadaşlar, dinleyiciler. Oradan ulaşabilirsiniz. Kaçırdığınız programları, Açık Radyo’nun web sitesindeki kayıt arşivinden ve spotify'dan program kaydına her zaman ulaşıp dinleyebilirsiniz. Bizi dinlediğiniz için çok teşekkür ederiz. 15 gün sonra, Salı günü, 15:30’da yeniden görüşmek üzere. Hoşça kalın.
İ.Y.: Hoşça kalın.
Omelas programında adı geçen eserler:
- Dangerous Visions, Harlan Ellison, Doubleday, 1967
- Karanlığın Sol Eli ya da The Left Hand of Darkness, Ursula K. Le Guin, Çeviren: Ümit Altuğ, Ayrıntı Yayınları, 1969 (özgün), 2021 (Türkçe)
- Mülksüzler ya da The Dispossessed, Ursula K. Le Guin, Çeviren: Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yayınları, 1974 (özgün), 1990 (Türkçe)
- Marslı ya da The Martian, Andy Weir, Çeviren: Emre Aygün, İthaki Yayınları, 2019