Gümrük Birliği Tartışması

Ekonomi Notları
-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Avrupa mahkemesi, Fransa ve Almanya’nın bütçe hadleri içinde kalmamasından dolayı bir şekilde ceza ödemelerine karar verdi galiba?

 

Hasan Ersel: Bu bana bir konuşmayı  anımsattı; 4-5 yıl önce uluslararası bir konferansta bir İngiliz iktisatçısı, AB’yi kastederek “Bu kadar problemli bir örgüte girmek için niye bu kadar heveslisiniz?” diye sormuştu. AB’nin de, bizimkinden farklı olsa da, çok problemi var. Bu da onlardan birisi.

 

AB, üye ülkelerin enflasyonu artırarak, ya da aşırı borç alarak kendi işlerini çözdüğü bir ortam olmasın, iktisat politikasında disiplin hakim olsun istedi. Bu gayet mantıklı. Avrupa Para Birliği kuruldu ve bunun en önemli unsurlarından bir tanesi de “Büyüme ve İstikrar Paktı” dedikleri bir anlaşma. Üye ülkeler üst üste birkaç yıl, milli gelirlerinin %3’ünden fazla kamu açığı vermeyecekler. Tek bir yıl olabilir tabii. O kadar da katı değil. Bu koşulu sağlamayan ülkeye bir ceza uygulanacak. Bunun da şöyle bir mantığı var: Bir ülke düşünün, disiplinli bütçe politikası yok, o yüzden fazla açık veriyor, bunun için de daha çok borçlanıyor, daha çok borçlanınca mali piyasalar üzerindeki etkisi nedeni ile faizler yükseliyor. Bu arada disiplinli giden, her şeyini kurallara uygun götüren başka bir AB ülkesinin borcunun faizi yükseliyor. Onun bir kabahati yok, ama başkasının hatası yüzünden zarara uğruyor. Bu olmasın diye böyle bir ceza var. Buraya kadar tamam.

 

AB’de bu konuda neler oldu? Önce bu duruma düşen iki ülke çıktı, bunlar Portekiz ve Avusturya. Bunun üzerine AB Brüksel’den kükredi “Bu böyle gitmez, ceza yazılır, sizlerin çok ciddi programlar uygulayarak kamu açığını hemen düşürmeniz lazım” dedi ve bu ülkelerin üzerine çullanıldı ve bu açıklar düşürüldü. Tamam, bu da kurallara uygun... Ama sonra bu durum Fransa ile Almanya’nın başına geldi. Gözlemciler bu iki ülke arasında da bir farka dikkat çekiyorlar. Almanya hiç olmazsa “uğraşıyorum ama düşmüyor” vs. diye açıklama yapıyor ama Fransa “bu bizim için gereklidir” diyerek hiçbir şey yapmadan, sanki AB yokmuş gibi davranıyor. Bunu Fransa’nın aleyhine laf etmek için söylemiyorum, ama bu nokta bir sonuç doğurduğu için önemli. Bu ülkelere bir şey yapılmadı. Bu ülkeler sanki “biz büyüğüz, yaparız” demiş gibi oldu.

 

ÖM: Orwellyen bir açıklama: “Onlar biraz daha eşit!”

 

HE: Evet. Ama buna tepki İsveç’ten geldi. İsveç’te Avrupa Para Birliği’ne girelim mi diye halk oylaması yapıldı ve reddedildi. Ret gerekçelerinden birisi de “Avrupa Para Birliği küçük ülkeleri korumuyor. Nalıncı keseri gibi büyük ülkeler lehine yontuyor” idi.

 

ÖM: Evet, hatırladım.

 

HE: Başka gerekçeleri de var fakat bu önemli bir gerekçeydi. Bu da tabii AB’ye önemli bir darbe oldu. İkinci darbe mahkeme kararı ile geldi. Ama mahkeme kararında şaşacak bir şey yok. Bir kural var, o kuralı uygulamıyor bu ülkelere af çıkarıyorsunuz, diğerlerine yok. Mahkeme “bunu yapamazsınız” dışında bir karar veremezdi.

 

Şimdi ortalıkta iki soru var: Bunlardan ilki “Bir kural uygulanmıyorsa bir başka kural da uygulanmayabilir mi?” AB’nin temelini oluşturan kurallar konusunda böyle mi düşünülmeli sorusu doğdu insanların kafasında. Bu tabii hoş bir şey değil... İkinci soru var ki bu daha çok iktisat kuramcılarını ilgilendiriyor; “Acaba bu kural anlamlı mı?” Yani Avrupa Para Birliği gibi bir karmaşık yapı kuruluyor, ama çok katı bazı kurallar getiriyorsunuz. Acaba bu kurallar her koşul altında çalışabilir mi? Yoksa ülkelerin buna her zaman uyması mümkün değil mi?

 

Fakat sanıyorum şu sıralarda pratikte en önemli olan soru şu: “AB kuralları geçerli mi, yoksa bazıları için mi geçerli? O zaman bu nasıl bir birlik?” Mahkeme tabii “AB kuralları herkes için geçerlidir” dedi.

 

ÖM: Yani mahkemenin doğal olarak yapması gereken şey, mevcut kuralları uygulayarak bir karara varması, ki bekleneni de yaptı. Peki şimdi ne olacak?

 

HE: Fransa ile Almanya nasıl yollarına devam ettiler? AB üst düzeyde toplandı ve “biz bunlara ceza vermeyelim” dedi. Yoksa “cezayı ödeyin” dendi de bu iki ülke “biz ceza filan ödemeyiz” diye posta atmadılar.

 

ÖM: Bu hukuki bir karar değilmiş, öyle anlaşılıyor.

 

HE: Zaten mahkeme “biz bunu yapmaya gerek görmüyoruz” diyemezsiniz dedi. Tabii AB bastırabilir ve diyebilir ki; “tamam madem ki bu kural var, cezayı ödesinler!” Yalnız AB’de aşağı yukarı her karar oybirliği ile alınmıyor mu? Bütün ülkeler bu karara katılmışlar!

 

Akla gelebilecek bir yol “Bu kural yanlış, değiştirelim” olabilir. Örneğin  %3 değildir de, %4 ya da 3 yıl değil de 5 yıl gibi. Böyle bir eğilim olacağını pek sanmıyorum. (Anımsatayım, bu sistem çok katı, kolay kolay yürümez biçimindeki eleştiriyi ilk yönelten de George Soros’tur. Bunu 1996’da söylemişti.) Daha sonra bu konu iktisatçılar arasında epeyce tartışıldı Eichengreen gibi birçok önemli iktisatçı da bu konuda görüş beyan etti.

 

ÖM: Haklı çıktılar tabii.

 

HE: Evet. Bunu iyi düşünmek lazım, hiç kural koymazsanız bir başka rahatsızlık doğuyor. Bir ülkede maliye politikası saçmalıyor, onun saçmalamasının faturası işi ciddi tutan ülkeye de yazılıyor. Şimdi bu durumda birinin saçmalamasına izin vermemek lazım, ama bunun kuralı ne olmalı? Bu basit bir konu değil, iyi düşünülmesi gereken bir konu. Diyelim ki, işler kötü giderken bu ceza ile -herhalde sembolik bir ceza değil, büyücek bir rakam ki bu kadar gürültü çıkıyor, ne kadar olduğunu bilmiyorum- söz konusu ülkeyi daha da kötü bir duruma sokuyorsunuz. “Öde bakalım!” diyorsunuz ve harcamasını biraz daha arttırıyorsunuz.

 

Böyle köklü bir değişikliği kısa zamanda yapmak olanaklı görünmediğine göre “mahkemenin kararının başımızın üstünde yeri var ama ‘olan oldu’ deyip devam etme” yolu seçilebilir. Bana biraz öyle olacakmış gibi geliyor. Bu noktadan sonra olayı alevlendirmek AB bürokrasisinin de pek işine gelmeyebilir.

 

Akla gelebilecek son olasılık AB ülkeleri toplanırlar “Biz yanlış karar almışız, şu Almanya ve Fransa ödesin bakalım” derler. Öyle gözüküyor ki Almanya ile Fransa “Biz hata ettik, şu cezayı ödeyelim” demedikçe bu iş olmaz. Dolayısıyla Avrupa’nın da epeyce ciddi sorunları var.

 

ÖM: Öyle görünüyor. Oradan da şu gümrük birliği ile ilgili meselemize geçelim.

 

HE: AB ile gümrük birliği yaptık, bu iyi mi oldu, kötü mü oldu? Bu tartışmanın dile getirmeye çalıştığım tarafı şu; hiçbir araştırmaya ve incelemeye dayanmaksızın “bu karar Türk sanayiini batırdı” şeklinde yapılan açıklamalar, beyanatlar var, Oysa çalışmalar öyle göstermiyor. Türkiye’nin o kararı alma sürecini iyi izlemek gerekir. Türkiye bunu kafasına koyduktan sonra zaman içinde gümrük vergilerini düşürerek korumayı azaltma programı izlemiştir. Bunu da Türkiye’deki diğer uygulamalardan daha başarılı uygulamıştır. Buna Türkiye’deki sanayi, verimlilik artışı ile tepki göstermiştir. Nereye gittiğimizi Türkiye’de sanayiciler kesimi anlamıştır. Bunun sonucu söylendiği gibi kötü olmamıştır, zaten şu anda ihracattaki artışı yapan sanayi de herhalde gökten inmedi.

 

Bu işin bir yönü. Ama bir başka sorun daha var; AB ile gümrük birliği içinde olmamız, AB’nin üçüncü ülkelere uyguladığı gümrük vergisi oranlarını kabul etmemiz anlamına geliyor. Bunların değiştirilmesine ilişkin karar sürecinde Türkiye yer almıyor. AB üyesi ülkeler toplanıyor, “bizim için en uygun olan şudur” diyor ve onu yapıyor. Bu da gayet normal. Olsa olsa Türkiye ile ilgili çok özel bir şey varsa “aman onu çok da rahatsız etmeyelim” diye düşünebilirler. Ona da mecbur değiller. Dolayısıyla Türkiye oy hakkı olmayan bir klüpte yer almış oluyor.

 

ÖM: Ama bütün kararlar da Türkiye’yi doğrudan doğruya etkileyecek, o zaman tuhaf bir durum çıkıyor ortaya.

 

HE: Ama bu tuhaf durumun nedeni var, AB’nin birileri ile gümrük birliği kurmak gibi bir problemi yok. Bu aday ülkenin ekonomisinin AB’ye üye olma süreci içinde yeniden yapılanmasına yardımcı olacak bir mekanizma olarak düşünülüyor, sürekli bir ilişki olarak değil. Peki Türkiye’nin üye olma süreci çok uzarsa ne olacak? Örneğin AB’nin ihmal ettiği ve bu yüzden de çok eleştirildiği Kuzey Afrika ülkeleri için bir gümrük düzenlemesi yaptığını düşünelim. Bu beklenebilecek bir gelişme. Çünkü AB bunu yaparak söz konusu ülkelerin daha sağlıklı kalkınmasına yardımcı olabilir. Diyelim ki AB gümrükleri indirdi ve bazı ürünlerimizde o ülkeler ciddi rakip hale geldiler.

 

ÖM: Kim bunlar?

 

HE: Mısır, Fas, Tunus, Cezayir, ileride katılırsa Libya. AB’nin böyle bir şey yapması hem beklenebilir hem de dünya açısından yapması iyi bir şey. Güzel, ama “Bizim üzerimizdeki etkisi ne olur?” diye de düşünmemiz lazım. İş burada da bitmiyor. Bir de Türkiye Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyesi, Türkiye AB’nin aldığı bazı kararları uyguladığı zaman DTÖ üyesi olması nedeniyle, bu ne getiriyor ne götürüyor diye de bakmak gerekli.

 

Bence, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde AB ile olan üyelik görüşmelerini mümkün olduğu kadar çabuk bitirmesi bu açıdan da önem taşıyor. Çünkü bu gümrük birliği ilanihaye uzadığı zaman, sonucunu kestiremeyeceğimiz ve gidişatını etkileyemeyeceğimiz bir düzenleme.

 

ÖM: Bu da olağanüstü tuhaflıkta bir süreç, yani kendi kaderini belirleme hakkına sahip olmadığımız bir hukuki durum.

 

HE: Biraz hoş olmayan bir benzetme olacak ama, hani Lozan anlaşması 1929’a kadar Türkiye’nin gümrük vergilerini arttırmaması gibi bir madde koymuştu ve korumayı bu biçimde devre dışı bırakmıştı. Neredeyse ona benzer bir yapı var.

 

AB üyeliğine hazırlanan bir ülke için, AB gümrük düzeni içerisinde çalışmaya alışmasının çok büyük yararı var. Tabii bu geçiş süresi makul uzunluktaysa. Ama süre uzarsa o zaman gümrük birliği içerisinde yaşamanın sıkıntıları artabilir. “Sizinle gümrük birliği yapmaktan vazgeçtik” diye ortaya çıkarsak, bu defa AB’nin gümrük duvarlarını koyabildiği ülkeler tarafına geçmiş oluyoruz. Onun da maliyeti olduğunu unutmamak lazım.

 

ÖM: Peki nasıl çözülecek?

 

HE: Bir kere müzakerelerde ciddi olup, olabildiğince çabuk üye olma koşullarını sağlamak gerekli. Bence bu dönemde ne yapılabileceğini ortaya koymak için bir dizi akademik çalışmaya ihtiyaç var. AB Kuzey Afrika ülkelerine yönelik şöyle bir strateji izlerse bizim üzerimizdeki etkisi ne olur? Başka ülkelere böyle yaparsa ne olur? Bütün bunları düşünüp, önümüzdeki 10 yıl içerisinde gelişebilecek olumlu ve olumsuz senaryolar yaratılarak, Türkiye’nin yatırım açısından, yabancı sermaye çekme stratejisi açısından nasıl politikalar izlemesi gerektiği üzerinde durulmalı. Ondan sonrası biraz politik maharet gerektirir. Eğer AB üyesi değilseniz, fakat Avrupa’nın gözünde itibarlı iseniz, siyasal temaslar yoluyla sizi çok zorda bırakan bir düzenleme yapılmasını engelleyebilirsiniz.

 

ÖM: Bu durumda müzakereler Aralık’ta başlarsa eğer, -zaten her şey ona endekslenmiş durumda- bu meselelerin üzerinde çok önemle durulması gerektiği gibi bir sonuca da varabiliriz herhalde?

 

HE: Kalkıp da AB’ye “Kardeşim siz gümrüklerinizi bana göre ayarlayın” desek, dinlemezler. Ama şunu diyebilirsiniz, “Bizim yaptığımız çalışmalara göre şu kararı, şu yılda alırsanız bizi çok fena vuruyorsunuz. Bunu yapmayın, mesela iki yıl sonra alın.” Bu mantıklı bir talep ise, göz önüne alınır. Belki kabul ederler, belki de etmezler. Ama bunu ciddiye alınabilecek biçimde söyleyebilmek için o endüstriyi, dünyadaki gelişmeleri göz önüne alan ciddi teknik çalışmalar yapılması lazım. Tabii burada o alanda çalışan iş adamlarının, işçilerin, onların temsilcilerinin vs. katkıları çok önemli. Bunların doküman haline gelmesi gerekli. Bu günlük politika anlamında politik bir olay değil. Dolayısıyla bu altyapı olduğu zaman, iktidarda kim olursa olsun bunu götürüp önlerine koyup, siyasal maharetini göstererek kabul ettirmeye çalışması ve Türkiye’yi bir şekilde bu gümrük birliği içerisinde olmaktan dolayı zarara uğramaktan koruması lazım. Tekrar ediyorum bunu başarabilmenin ön koşulu, Türkiye’nin bu üyelik sürecini başarı ile götürmesi ve saygınlık kazanması. Üyelik sürecinde dalga geçen bir ülkeyi kimse dinlemez.

 

(15 Temmuz 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır)