"Ne Şirketlere, Ne Devletlere: Güç Kamusal Alana”

-
Aa
+
a
a
a

Sermayenin Ötesinde’de Haluk Levent, yılın son programında güneş enerjisindeki kırılmalardan eşitsizlik krizine, yapay zekânın kamusal denetiminden bilim üzerindeki performans baskısına uzanan geniş bir çerçevede ekonominin toplumsal ve siyasal etkilerini ele alıyor.

""
Sermayenin Ötesinde: 25 Aralık 2025
 

Sermayenin Ötesinde: 25 Aralık 2025

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Günaydın Haluk, merhabalar.

Haluk Levent: Merhaba.

Özdeş Özbay: Merhabalar.

Ö.M.: Evet, yıl sonuna az bir zaman kalmışken bir genel değerlendirme yapmak iyi olabilir herhalde senin programın çerçevesinde. Gelecek hafta da zaten yıl sonu değerlendirmesi için bir Roundup olacağı için Açık Gazete de olmayacak.

H.L.: Evet, bu yılın son programı oluyor. Dolayısıyla “Bu yıl ekonomide ne olup bitti?” diye yola çıktım. Kısa bir arama yaptığınızda, düşen enflasyon gibi başlıklar ve ekonomistlerin sıkça tekrarladığı değerlendirmelerle karşılaşıyorsunuz ama açıkçası bunlar bizim çok ilgimizi çeken şeyler değil. Ben biraz daha farklı başlıklar seçtim; iktisadi olduğu kadar toplumsal etkileri de son derece güçlü olan meseleler. Zaten programda genellikle konuştuğumuz konular da tam olarak bunlar.

Şimdi, güneş enerjisinde olup bitenler aslında Bill McKibben’ın kitabıyla birlikte küresel ölçekte nerede durduğumuzu epey toparlıyor ama yine de burada yaşananları biraz daha yakından ele almakta fayda var. Öncelikle şunu söylemek gerekir: Özellikle güneş panellerinde büyük bir ucuzlamaya yol açan, malzeme temelli kısıtları neredeyse ortadan kaldıran silikon paneller artık çok yaygınlaştı ve ciddi biçimde ucuzladı.

Daha da önemlisi, yenilenebilir enerjide — özellikle rüzgâr ve güneşte — uzun süre en temel sorun kesintililikti yani enerjinin her an üretilememesi meselesi. Bu sorun, depolama teknolojilerinde, özellikle pillerde yaşanan büyük bir atılımla büyük ölçüde aşıldı çünkü pil teknolojilerinde iki önemli bariyer vardı ve ikisi de esas olarak lityum ve benzeri nadir elementlere dayanıyordu. Birincisi, bu malzemelerin nadir olmasıydı; ikincisi ise nadir olmalarının yanı sıra çevreye verdikleri zararın son derece yüksek olmasıydı. Bu iki engel yüzünden de uzun süre fiyatlar aşağıya çekilemiyordu. Ancak sodyum-iyon pillerle birlikte bu bariyer büyük ölçüde aşılmış oldu. Böylece Bill McKibben’ın kitabında çizdiği çerçeve, teorik bir gelecek tasviri olmaktan çıkıp, bir bütün olarak gündelik hayatımıza girebilecek bir noktaya gelmiş durumda.

Programın başında zaten röportajdan da söz etmiştiniz ve Bill McKibben’ın işaret ettiği başlıkları da konuşmuştuk. Dolayısıyla bunları tekrar açmaya gerek yok ama sonrasında bir haber daha geldi — doğrusu oldukça ilginç bir haber — ve bu haber Çin’den geldi tabii.

Bina camlarından güneş enerjisi yoluyla elektrik elde edilmesi meselesinin aslında oldukça uzun bir geçmişi var. Türkiye’de de, Şişecam’ın Ar-Ge çalışmalarında bu yönde bir ürünün yaklaşık 15–20 yıl önce geliştirildiğini hatırlıyorum. Yanılmıyorsam Mersin’de bir binada bu camların kullanıldığı somut bir uygulama da hayata geçirilmişti ama Çin’den gelen haber şu: Bu verimliliği bir hanenin ihtiyacının %75’ini karşılayabilecek düzeye çıkaran bir teknolojik gelişme ve üstelik şeffaflığı da artan bir teknoloji. Panel şeklinde camlarda şeffaflık düşüyordu ama burada o da aşılmış görünüyor yani normal cam kullanımıyla bir hanenin ihtiyacının %75’ini karşılayabilecek düzeyden bahsediyoruz. Burada verimlilik derken yanlış anlaşılmasın; sözünü ettiğimiz şey %75 gibi bir oran değil; zaten %40’lara ulaşılması bile başlı başına büyük bir başarı, neredeyse bayram sebebi olurdu ama yine de bu gelişme son derece önemli.

Ö.Ö.: Pardon, bir araya girerek… Kaliforniya’da mesela çok ciddi bir verimlilik artışı sağlanmış durumda. Az önce sözünü ettiğin bataryalar sayesinde, güneş battıktan sonra ya da rüzgâr olmadığında bile enerjinin depolanmasına imkân veren sistemlerle Kaliforniya eyaleti gerçekten büyük bir atılım yaptı.

H.L.: Evet, evet… Biz bunu yalnızca mikro ölçekte düşünmemeliyiz. Hanelerde kullanımını çok önemsiyorum ama bu aynı zamanda elektrik piyasasını kökten sarsabilecek bir dönüşüm. Bill McKibben’ın röportajında da özellikle altını çizdiği mesele buydu.

Öte yandan, piyasayı tamamen ortadan kaldırmadan güneş enerjisinin yaygınlaşmasını mümkün kılan bir çözüm de bu kesinti probleminin aşılması çünkü bu sayede büyük ölçekli santrallerin ikame edilebildiği, şebeke sisteminin ve dolayısıyla şirket egemenliğinin sürdürülebildiği bir yapı da ortaya çıkıyor. Anladığım kadarıyla şu anda gidilen yön tam olarak bu. Ama bireylerin kendi çözümlerini üretmesi de dipten gelen güçlü bir dalga. Bunun önüne geçmek ise pek de kolay olmayacak gibi görünüyor.

Sonra eşitsizlik meselesi, artık bir acil durum olarak karşımızda. Dünyanın eşitsizlik konusunda geldiği noktayı gösteren iki önemli rapor art arda yayımlandı. Bunlardan biri, G20 yönetimine özel olarak, Güney Afrika hükümetinin talebiyle Joseph Stiglitz tarafından hazırlanan rapordu. Bu raporda, eşitsizliğe karşı küresel ölçekte bir acil durum ilan edilmesi gerektiği vurgulanıyor ve iklim paneline benzer biçimde, bağımsız ve sürekli çalışacak bir eşitsizlik paneli kurulması öneriliyordu.

Bu panel iki temel hareket noktası öneriyordu: Birincisi, eşitsizliği üreten ana kurum olarak piyasaya doğrudan müdahale edilmesi; ikincisi ise sosyal transfer sistemlerinin ciddi biçimde güçlendirilmesi. Bu da teknolojik işsizliğin arttığı, çalışmanın zorunlu olmaktan çıktığı bir dünyada sosyal transferlerin kamunun en önemli müdahale araçlarından biri olduğunu gösteriyor.

Buradan da yapay zekâ gibi radikal biçimde dönüştürücü teknolojilerin kamulaştırılması meselesine geliyoruz. Bu artık giderek daha fazla dile getiriliyor ve ben de uzun süredir bunun gerekli olduğunu savunuyorum. Burada MI6’in yeni başkanının yaptığı konuşma gerçekten çok çarpıcı; ilk kez bir kadın başkan görevde ve konuşmasında dünyayı asıl tehdit edenin devletler değil, şirketler olduğunu açıkça söylüyor.

Ö.M.: MI6 derken?

H.L.: İngiltere İstihbarat Teşkilatı. Bu başkan, çatışmalı ortamları yaratan teknolojilerin kontrolünün giderek devletlerden şirketlere kaydığını ve bunun da gücü çok daha öngörülemez hâle getirdiğini söylüyor. The Guardian’da yer alan haberde de buna örnek olarak, Elon Musk’ın Starlink sistemi ya da Google’ın sahip olduğu devasa gözetim kapasitesi gösteriliyor.

Eskiden tehdit olarak daha çok Çin gibi devletler gösterilirdi ama bu başkan doğrudan şirketleri işaret ediyor. Yapay zekâ destekli robotlardan, biyolojik silahlara, hiperkişiselleştirilmiş kontrol ve gözetim araçlarına kadar uzanan bir tehdit alanından söz ediyor. Bu şirketlerin olağanüstü bir iktisadi güce ve benzeri görülmemiş bir gözetim kapasitesine sahip olduğunu, pek çok alanda devletleri fersah fersah geride bıraktığını görüyoruz ve bu durum, bugün yaşadığımız eşitsizliğin en temel kaynaklarından birini oluşturuyor.

Ö.Ö.: Burada Anand Giridharadas’ın yeni kitabına da değinmek isterim; Winners Take All: The Elite Charade of Changing the World’de küresel elitlerin dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda nasıl şekillendirdiğini çok çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Chris Hedges ile yaptığı söyleşide de bu ayrıcalıklı kastın yol açtığı toplumsal ve siyasal yıkımı son derece net bir şekilde ortaya koyuyor.

H.L.: Evet, söylediklerinle büyük ölçüde örtüşüyor. Ben biraz daha ileri gidiyorum açıkçası ve teknoföderalizm kavramının bu tabloyu açıklamak için yeterli olmadığını düşünüyorum. Eğer gerçekten yeni bir sınıflı toplum biçimi ortaya çıkıyor ise bunun mübadele tarzının da farklı olması gerekir. Kōjin Karatani’den hareketle, bu yeni mübadele tarzının 'performans' olabileceğini düşünüyorum - üzerinde çalışıyorum; yakında bunu daha net biçimde konuşuruz.

Ama asıl mesele şu: Eğer bu şirketlerin elindeki güç geri alınacak ise bunun devletlere değil kamusal alana devredilmesi gerekiyor. Ne şirketlere, ne de devletlere… Açık, paylaşımcı ve kolektif bir kamusal alan.

AI Red Lines hareketinin de dile getirdiği gibi, yapay zekâ açısından 2026 kritik bir eşik, hatta son yıl olabilir. Bu nedenle, buna denk düşen küresel bir örgütlenmenin artık ertelenmeden kurulması şart. 

Diğer yandan önümüzde bir de Donald Trump gerçeği var: 2025’te yeniden göreve gelmesiyle birlikte deregülasyonun, yeni bir kolonyal genişleme anlayışının ve kuralsızlığın hız kazandığını görüyoruz. Buna karşılık ABD'de 'Stand Up for Science' gibi karşı hamleler de ortaya çıkıyor. Nature dergisinin öne çıkardığı Suzan Monarez örneği, bu açıdan son derece çarpıcı; bilimin kamusal sorumluluğunu ve siyasal baskılara karşı direncini hatırlatan güçlü bir sembol gibi duruyor.

Son iki yılda bilimsel makalelerin geri çekilme oranı %2’yi aşmış durumda. Bunun arkasında yoğun performans baskısı ve yapay zekânın uygunsuz kullanımı var. Burada epistemolojik belirsizlik meselesi gerçekten kritik bir yere oturuyor. Yeni yılda bunları çok daha fazla konuşacağız ve tek bir cümleyle bitireyim: Çin’de 5 bin tezgâhlı, tamamen otomatik ve 7/24 çalışan bir tekstil fabrikası faaliyete geçti.

Ö.M.: Müjdeler olsun. Teşekkürler.

H.L.: Herkese çok iyi bir yıl diliyorum. Umarım umutlarımızın gerçekleşmeye başladığı bir yıl olur.

Ö.Ö.: Hoşçakalın.

Ö.M.: Görüşmek üzere.