İklim Kuşağı Konuşuyor’da Atlas Sarrafoğlu, Brezilya’nın Belém kentinde yapılan COP30’un arka planını, zirvenin çelişkilerini ve Amazon’da süren ekolojik tehdidi ele alırken; fosil lobilerinin etkisinden yerli halkların mücadelesine uzanarak gerçek iklim eyleminin salonlarda değil, dayanışmada filizlendiğini vurguluyor.
Merhaba sevgili Apaçık Radyo dinleyicileri, İklim Kuşağı Konuşuyor programına hoşgeldiniz, ben Atlas Sarrafoğlu. Bugün sizinle her yıl en çok beklenen Birleşmiş Milletler’in her sene farklı bir kıtada gerçekleştirdiği ve bu sene Brezilya’nın Belemşehrinde yapılan COP30’a bakalım diye hazırlandım.

COP30’a ev sahipliği yapan Brezilya’nın, ülkenin hâlâ dünyanın en büyük sera gazı salıcılarından biri olduğunu unutmamak gerekiyor.
Bugün Brezilya, küresel ölçekte beşinci en büyük emisyon kaynağı ve yedinci en büyük petrol üreticisi konumunda. Buna rağmen Başkan Luiz Inácio Lula da Silva, ülkesini küresel bir çevre lideri olarak konumlandırmaya çalışıyor.
Üstelik Luiz Inácio Lula da Silva'nın umut veren söylemlerine ve Amazon ormansızlaşmasının son 11 yılın en düşük seviyesine gerilemesine rağmen; açık deniz petrol aramaları hız kesmeden devam ediyor. Amazon’un tam ortasından geçen yeni otoyol projeleri ilerliyor. Parlamento ise çevresel izin süreçlerini zayıflatmak için bastırıyor.
Ve yalnızca Brezilya’daki ormansızlaşma bile, tek başına Suudi Arabistan’dan daha fazla emisyon üretiyor. Amazon’da yok edilen her bir yeni orman parçası, ormanı geri dönülmez o eşiğe biraz daha yaklaştırıyor.
Bugün COP30’un son günü… Programı bu sabahın erken saatlerinde hazırladığım için henüz resmi karar metni yayınlanmamıştı yani şu anda, siz beni dinlerken dünyanın gözleri de Amazon’da. Final kararları belki birkaç saat sonra gelecek, belki yine ertelenecek.
Bu zirveden çıkacak kararların nasıl şekilleneceğini henüz bilmiyoruz ama COP30 boyunca ortaya çıkan tablo bize çok net bir gerçeği gösterdi: İklim politikası, ülkelerin resmi açıklamalarından ve diplomatik metinlerden ibaret değil. Asıl mesele, hangi seslerin duyulduğu, hangilerinin bastırıldığı ve kimin geleceğinin masaya konduğu. İşte bu yüzden, COP30’u tartışırken yalnızca karar metnine değil, sahadaki gerçekliklere de bakmak gerekiyor.

Her şeyden önce, insanların ve doğanın çıkarlarını merkeze alan, yaşamı kârın önüne koyan yeni bir üretim ve yaşam anlayışını hep birlikte güçlendirmemiz gerekiyor. Bunun temelinde, ülkeler arası adalet ve sorumluluk paylaşımı yatıyor. Tarihsel olarak iklim krizine en fazla neden olan gelişmiş ülkelerin, karbon emisyonlarını hızlı ve gerçek anlamda azaltmaları artık ertelenemez bir zorunluluk.
Enerji alanında ise planlı, adil ve toplumsal katılımı esas alan bir dönüşüme ihtiyacımız var. Karbona olan bağımlılığın azaltıldığı, toplulukların sürece dahil edildiği ve özellikle Küresel Güney ülkelerinin bu dönüşüm için gerekli finansmana erişebildiği bir enerji modeli, iklim adaletinin en önemli koşullarından biri.
Tarımda da benzer bir dönüşüm zorunlu. Küçük çiftçilerin, köylülerin ve yerel toplulukların üretimde güçlendiği, toprağa erişimin demokratikleştirildiği, endüstriyel tarım yerine doğayla uyumlu agroekolojik yöntemlerin yaygınlaştırıldığı bir sistem hem gıda güvenliği hem de ekolojik denge için hayati önemde.
Ormanlar ve özellikle Amazon içinse zaman daralıyor. Amazon’un geri dönüşsüz bir noktaya sürüklenmesini engellemek için acil adımlar atılması gerekiyor. Bölgenin en az yüzde sekseninin korunması, bütün yasa dışı ormansızlaştırmanın birkaç yıl içinde tamamen bitirilmesi ve 2027’ye gelindiğinde hukuki boşluklardan beslenen tüm ormansızlaştırma biçimlerinin sona erdirilmesi, artık “hedef” değil, zorunluluk.
Su kaynakları da aynı şekilde yaşamsal bir krizde. Suyun verimli kullanılmasını, önce insanlar ve hayvanlar için güvenli bir tüketimi, ardından da doğayla uyumlu üretimi esas alan bir yönetim anlayışı benimsenmeli. Havzaların korunması ve su ekosistemlerinin güvence altına alınması, geleceğin en önemli dayanıklılık politikalarından biri olacak.
Madencilik alanında ise daha cesur ve kapsamlı bir tutum gerekli. Kaçak madenciliğin durdurulması, cıva gibi zehirli maddelerin kullanımının tamamen sonlandırılması, yerli halkların ve toplulukların yaşam alanlarında madencilik faaliyetlerine izin verilmemesi ve kirlenmiş bölgelerde hem çevresel hem de sağlık açısından iyileştirme programlarının başlatılması artık ertelenemez adımlar. Bunlara ek olarak, kirleten şirketlerin net ve etkili biçimde denetlenmesi ve yaptırımla karşılaşması gerekiyor.
Tüm bunlar, COP toplantılarının sınırlılıklarına rağmen, toplumların baskısı ve talebi olmadan mümkün olmayacak. Bugün artık halkın gücüne, sokakların sesine ve dayanışmaya her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Büyük kirleticilerin hesap vermesini sağlayacak, kapitalizmin yarattığı bu felaketi durduracak bir iklim politikası ancak böyle mümkün olabilir.
COP30’a giderken, minimum düzeyde bile atılması gereken bu adımlar, aslında yaşamın devam edip etmeyeceğine dair bir sınav niteliği taşıyor. Ve bu sınavda başarının tek yolu, kârın değil, yaşamın tarafında durmak.

Şunu artık açıkça görmek zorundayız: COP zirveleri, krizden en çok etkilenen halklara kapılarını kapatırken, krizi yaratan endüstrilere sonuna kadar açıyor. Yerli halklar ve yaşam savunucuları salonların kapısında askeri polis barikatlarıyla karşılanırken, fosil yakıt şirketlerinin temsilcileri içeride karar masalarının etrafında yerlerini alıyor.
Ve işin en çarpıcı tarafı şu: COP30’da her 25 katılımcıdan biri bir fosil yakıt lobicisi. Yani bu insanlar, pek çok ülkenin resmi delegasyonlarından bile daha kalabalıklar. Böyle bir ortamda bu zirveyi gerçek bir iklim çözümü toplantısı olarak görmek çok zor. Aksine, bu yapı, krizi yaratan sektörlerin kârlarını korumak için özel olarak kurulmuş bir müzakere alanına dönüşüyor.
Tam da bu nedenle, Paris Antlaşmasının imzalandığı 2015’ten bugüne verilen sözlerin neden tutulmadığını daha net anlıyoruz. Çünkü masaya oturanlar yaşamı savunanlar değil, kârı savunanlar olduğunda sonuç da değişmiyor.
2015’te Paris Anlaşması kabul edildiğinde, dünya liderleri 1,5 derece hedefini bir “kırmızı çizgi” olarak ilan etmişti. Bu çizginin aşılması; sellerin, yangınların, gıda krizlerinin ve kitlesel yer değiştirmelerin olağan hale gelmesi demekti. Aradan dokuz yıl geçti ve bugün bilim insanları, 1,5 derecenin aşılmasına yalnızca birkaç yıl kaldığını söylüyor. Yani Paris’te verilen sözler boşa düştü, küresel zirveler krizi durduracak kararları üretmedi ve COP süreçleri, gerçek iklim eyleminin yerini gitgide bir vitrin politikası haline bıraktı.

Bugün COP30’a doğru giderken, iklim krizini yaratan sistemle yüzleşmek yerine, o sistemin şirketleri bu zirvelerin merkezine yerleşmiş durumda. Ve bu durum, özellikle Amazon havzasında yaşayan yerli toplulukların mücadelesi sayesinde daha görünür hale geliyor.
Earthrise’ın hazırladığı son dosya tam da bunu anlatıyor. Burada bir parantez açalım; Earthrise, iklim krizi ve çevresel adalet üzerine çalışan bağımsız bir medya kolektifi. Dünyanın farklı yerlerindeki toplulukların mücadelesini görünür kılıyor ve özellikle yerli halkların, gençlerin ve aktivistlerin sesine alan açıyor. Bugün aktaracağım bilgiler de Earthrise’ın hazırladığı bu çalışmadan geliyor.
Bugün iklim mücadelesi, iki farklı yolun kavşağında duruyor. Bir yanda doğayı metalaştıran, ormanlara, nehirlerin akışına, karbonun kendisine bir fiyat etiketi takıp “piyasa çözümleri” ürettiğini iddia eden dev şirketler var. Diğer yanda ise, binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan, ormanı orman yapan, nehri nefes alır gibi tanıyan yerli halklar ve geleneksel topluluklar.
Bu topluluklar için doğa, satılabilir bir varlık değil; karşılıklı bir ilişki. Toprakla kurdukları bağ, atalarından devraldıkları bir bilgeliğe dayanıyor. Bu yüzden iklim krizine karşı gerçek çözümün ne olduğuna baktığımızda, şirketlerin karbon kredilerinden değil, yerli halkların egemenlik ve adalet talebinden öğrenmemiz gereken çok şey var.
İklim konferanslarında sponsorluk yapan şirketlere baktığımızda ise tablo daha da çarpıcı. Mariana ve Brumadinho'da yüzlerce insanın ölümüne yol açan baraj çöküşlerinden sorumlu Vale… Köylerin üzerine glifosat püskürttüğü bildirilen Bayer… Alüminyum tesislerinin çevresinde toksik kirliliğe neden olmakla suçlanan Norsk Hydro… Şimdi aynı şirketler COP30’un merkezinde, kendilerini “çözümün lideri” gibi sunuyorlar.
Yani iklim krizinin en ağır sonuçlarını yaşayan topluluklar dışarıda bırakılırken, krizi büyüten aktörler masanın baş köşesine oturmuş durumda. Bu nedenle yerli halklar bu ikiyüzlülüğe karşı ses yükseltiyor, meydanlara çıkıyor, nehirleri savunuyor. Çünkü onlar için bu mesele yalnızca iklim değişikliği değil; yaşamın, kültürün, hafızanın ve geleceğin savunusu.

Dün İki önemli gelişme yaşandı biri gelecek sene COP31’in Avustralya başkanlığında Türkiye’de yapılmasına karar verildi. Ki bu konuya sonraki programlarımda değinmeye çalışacağım ancak diğer gelişme gerçekten ironikti. Belém’deki COP30 zirvesinin düzenlendiği alanda, mavi bölgede bir yangın çıktı. Yani yanan dünyayı reddeden, görmezden gelen karar vericilere doğal bir uyanış çağrısıydı bence. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan açıklamaya göre, itfaiye ekipleri ve BM güvenlik görevlileri çok hızlı bir şekilde müdahale etti ve yangın yaklaşık altı dakikada kontrol altına alındı. Alandaki herkes güvenli biçimde tahliye edildi.
Öte yandan, BM Genel Sekreteri António Guterres, dün erken saatlerde yaptığı konuşmada, fosil yakıtlardan çıkış konusunda netlik içeren bir anlaşma çağrısını yinelemişti. Yangın nedeniyle zirve alanı tamamen boşaltıldı. Bu beklenmedik olay, uzun süredir planlanan kritik görüşmeleri de aksattı. Resmi karar metni gecikme ile yayınlanacak büyük ihtimalle.
COP30’un bize hatırlattığı şey şu: Gerçek iklim eylemi müzakere salonlarında değil, gezegeni savunan milyonların dayanışmasında filizleniyor. Umut, hâlâ sesini yükseltenlerde; değişim, hâlâ pes etmeyenlerde.
İklim Kuşağı Konuşuyor programının sonuna geldik. Ben Atlas Sarrafoğlu. Haftaya Cuma günü yine 18:00’de buluşana dek kendinize, sevdiklerinize ve gezegenimize iyi bakın!


