Doğanın ritmiyle ahenkle yaşamak

-
Aa
+
a
a
a

Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, doğayla uyumlu yaşamın yeniden mümkün olduğu hatırlatıyor; tıpkı Cambridge çayırlarında olduğu gibi insan ve hayvanın bir arada var olduğu döngüsel bir yaşam örneği sunuyorlar.

""
Doğanın ritmiyle ahenkle yaşamak
 

Doğanın ritmiyle ahenkle yaşamak

podcast servisi: iTunes / RSS

Nevin Sungur: Herkese merhaba. Apaçık Radyo'da Dünya Mirası Adalar programını dinliyorsunuz, ben Nevin Sungur. 

Derya Tolgay: Ben Derya Tolgay. 

N.S.: Teknik masada olan arkadaşımıza ve destekçimize çok teşekkürlerimizi iletelim. Bugün Derya, ikimiz de ülke sınırları dışındayız. Sen İngiltere'de, Cambridge'tesin; ben ise Hollanda'da, Utrecht'teyim. Bugün bulunduğumuz yerlerden biraz Adalar’a bakalım istedik. 

D.T.:  Radyomuz bizi bağladı, ne güzel. 

N.S.: Burada gördüklerimiz, imrenerek baktıklarımız ve neden bizde de olmasın diye düşündüklerimizi karşılıklı anlatalım istedik bu programda. Konuğumuz yok birbirimizi ağırlayacağız, birbirimize eğleyeceğiz değil mi Derya? 

D.T.: Nihayet baş başa kalabildik. 

N.S.: Öyle demesek. 

D.T.: Ben seni Brugge’de zannediyordum. Hatta başlık düşünüyordum. 

N.S.: Evet, bir iki gün Brugge'de kaldıktan sonra Holanda’ya döndük. Şimdi ise Utrecht’teyim. Buralarda gördüğümüz yaşamlardan aklımızda neler kaldığından biraz bahsedelim.  

Ben hemen istersen kısaca Brugge'den bahsedeyim. Belçika'nın aslında kuzey bölgesinde yani Flanders dedikleri Flemenklerin yaşadığı bölgenin en büyük şehirlerinden bir tanesi ve Hollanda’nın altıncı şehri aslında. En büyüklerinden değil ama belki de Kuzey Belçika'daki en turistik şehirlerden birisi Brugge. Turistik olmasının nedeni de burası medieval yani işte Orta Çağ döneminden kalma bir yer. Etrafında 550 yıl öncesinin binaları görüyorsun. Hala yaşanır şekilde tutulan bir şehirden bahsediyoruz. Burası da UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi’ndeki şehirlerden bir tanesi ve gerçekten çok güzel korunmuş, çok büyük bir özenle bakılan bir şehir.  



Benim için en nostaljik ve üzücü kısmı sokaklarda dolaşan faytonları görmek oldu biliyor musun? Ada sokaklarında özlediğimiz o sesleri tekrar duyuyor olmak biraz içimi yaktı aslında. Adalar’da bizim beceremediğimizin aksine o kadar özenle bakıyorlar ki atlara...

Atları, bu sistemi korumak için ne yapıyorlar diye biraz araştırdım. Mesela maksimum sekiz saat çalıştırıyorlar ve her çalışmanın ardından belli bir süre dinleniyorlar. Sıcaklık 25 derecenin üzerine çıktığında özel önlemler alınıyor. 30 derecenin üzerindeyse bütün fayton turları iptal ediliyor. Düzenli veteriner kontrolleri yapılıyor. Her biri mikroçiple tanımlanmış durumda. Pasaportları ve sağlık dokümanları var. Atlar için gölgelik alan, temiz su... Brugge'ün atmosferi içerisinde o kadar uygun bir ritim oluşturulmuş ki inanılmaz bir sistem kurmuşlar.  

Keşke Adalar’da da atları koruyabilseydik, nal sesleri hala devam ediyor olsaydı. Neden yapılamadı, neden onları yok etmek üzerine kurulu bir yol tercih edildi? Çok iç yakıcı. Bunu anlatmak istedim. 

Daha sonra Utrecht’e de geçeriz ama sen de Cambridge'de atlarla ilgili bir projeden bahsedecektin. İstersen biraz onu anlat. 

D.T.: Evet, atlar Adalar’da şimdi yoklar ve nerede olduklarını soruyor muyuz? Bin 800 at vardı, onlara ne oldu? Bir kısmı öldürüldü, bazıları ise Anadolu'nun birçok yerine yollandı ama akıbetleri meçhul. Bazılarını takip etti arkadaşlarımız; nerelere satıldığını, nasıl sınırlardan dışarıya götürüldüğünü öğrendik. Geriye 100 tane bile at kalmadı ve artık gözümüzün önünde değiller. Bir şey yoksa eğer, Aa derdi de yok' gibi düşünülüyor ama bizler biliyoruz, o acıları çok ciddi yaşadık. Adalar onlarla birlikte yaşamayı öğrenebileceğimiz belki de Türkiye'deki yegane yeriydi ama ben hala bunun mümkün olduğunu düşünen bir iyimserliği taşıyorum.

Senin Brugge için anlattığın gibi, Cambridge'te de her şey yaşanmışlıkla dolu ve bunu koruyabilmek için her türlü şeyi yapıyorlar. Zaten arabaların çok kısıtlı olduğu bir yer; herkes ya yürüyor ya da bisiklet kullanıyor ama yollar öyle kaymak gibi asfaltlı falan değil, tangur tungur. Son derece konforsuz ama hiçbir önemi yok; önemli olan Cambridge'in bütünlüğü. Yüzlerce, binlerce insan Cambridge'teki üniversitelerin içerisine bilet alarak giriyorlar. Üniversitenin çok büyük bir geliri ziyaretçiler tarafından karşılanıyor çünkü giriş paralı. 



Benim gelmek istediğim asıl konu şu; Cambridge Üniversitesi'nin King's College'u var. Oraya girdiğiniz zaman içeride çok güzel bir söz görüyorsunuz. Şöyle diyor, 'Zorluk yeni fikirler geliştirmekle değil, eski olanlardan kurtulmaktadır.’ Kim söylüyor bunu? Cambridge Üniversitesi'nde önce öğrencisi olmuş ve sonra da öğretim üyesi olarak çalışmış olan John Maynard Keynes aşağı yukarı 90 yıl önce söylemiş bunu. 

John Maynard Keynes'in dediği gibi, Kings College'de 2018 yılında başlatılan bir değişim projesinden bahsedeceğim. Cambridge’in 18. yüzyılın ikinci yarısında yaratılan ikonik çimen bahçeleri var. Bu çim ekme, çim biçme geleneği konusunda da çok muhafazakarlar ama hem su krizi nedeniyle, hem de biyolojik çeşitlilik açısından daha zengin bir ekosisteme dönüştürülmesi için bu geleneğe - tamamen olmasa da bazı bölümlerinde - son vermeye karar veriliyor. Çayır'da biyolojik çeşitlilik araştırmalarına başlıyorlar. Bu çalışmayı Kings College'ın bahçeler komitesi baş bahçıvanı Steve Cogill ve ekip arkadaşları danışmanlarla birlikte yapıyorlar. Amaç, geleneksel yöntemlerle karbon ayak izini azaltmak ve yaban hayatı üzerindeki olumsuz etkileri de en aza indirmek.



Biyolojik çeşitlilik açısından zengin bir kır çiçeği çayırları oluşturuyorlar. Bu çayırlar bahçıvan ve ekibi tarafından adları Cosmo ve Barney olan atların çektiği geleneksel saban arabalarıyla hasat ediliyor. Traktör vs. kullanılmıyor; insanlar ve atlar birlikte çalışıyorlar. Buna bir sömürü olarak değil de simbiyotik bir yaşam olarak bakılıyor yani herkes besleniyor, herkes çalışarak kendi besinini sağlıyor. İnsanlar için de, hayvanlar için de geçerli bu. Kolejin çayırlarından elde edilen saman balyaları da, yerel çiftçilere kışlık yem olarak veriliyor. Bu sistem, hem doğayla dost bir üretim döngüsü kuruyor, hem de alanın böceklerine, omurgasız topluluklarına da ev sahipliği yapılıyor. Kısacası çok verimli bir ekosistem. Bu dönüşüm sonucu çayırlar iklim değişikliğini hafifletmeye, topraktaki karbonu tutmaya ve kentsel ısı adası etkisini de azaltmaya katkı sağlıyor. Ayrıca kuraklığa karşı dayanıklılığı da arttırıyor.  



Ben istersen kolejin baş bahçıvanın bir sözünü okuyayım; ‘Çayırlar ilaçlama gerektirmemeleri ve yılda yalnızca bir kez biçilebilmeleri nedeniyle inanılmaz derecede sürdürülebilirler. Çim alanlar esasen monokültürdür. Bu nedenle de bunun yerine değer verilecek ve keyif alınacak biyolojik çeşitlilik açısından zengin bir ekosistem yaratmak inanılmaz derecede ödüllendirici olacaktır. İklim değişikliği, tür kaybı korkusunun olduğu bir dönemde bu konu daha da önemli hale geliyor. Böylece döner, çim biçme makinesi kullanmaktan çok, daha düşük bir karbon ayak izi bırakıyoruz. Sera gazı emisyonları azalıyor. Bölgede 130 böcek türü oluşmuş. Bunlara da yiyecek ve barınak sağlıyor bu bitkiler. Belki de en önemlisi bu çayırlar yalnızca doğayı değil, çevredeki köylerin ve kentin insanlarını da olumlu etkiliyor. Doğayla yeniden bağ kurma isteğini ve hayal gücünü besliyor'. 

Ben dün ziyaret ettim yeniden burayı. Şu anda kışa hazırlık yapılmış durumda. Bütün toprak biçilmiş,  nadasa bırakılmış. Baharın gelmesini bekliyorlar. Tıpkı Adada olduğu gibi bir hayli de yenilebilir otlar var. 

N.S.: Ada’da da ısırganlar, karahindibağlar ne kadar çok. Yürüyüşe çıktığımda kadınları görüyorum, ellerinde torbalarla bir sürü ot topluyorlar, çok özeniyorum. Keşke hepsini bilebilsek. O kadar çok fazla malzeme var ki gerçekten. Şunun da herhalde altını çizmek lazım değil mi? Oralarda da ya da buralarda, şu anda bulunduğumuz yerlerde aslında böyle güllük gülistanlık bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Burada da 'Daha çok ev yapmak gerekiyor lazım, daha çok eve ihtiyaç gerekiyor' diyen, betonsever bir zihniyet var ama yine de başka bir bakış açısı, başka bir gelecek tahayyülüyle ortaya çıkan, anlattığımız gibi farkı bir yaşam biçimi oluşturmak mümkün. Bu bazı şeylerin farkına vararak bir tercih yapmak ve o tercih iradesini sürdürme kararı ile alakalı bir şey. Kendi kendine olmuyor hiçbir şey. Ne orada, ne de bizim yaşadığımız topraklarda bunların farkına vararak hayatı farklı şekilde kurgulamak gerekiyor ve bunun yolu da eğitimden geçiyor tabii ki.



Mesela burada Hollanda'da, Ütrech'te duyduğum ve gördüğüm şeylerden bir tanesi de okullardaki eğitimin içerisine bu doğa temeli öğrenme biçimini nasıl yerleştirmiş olmaları. Burası bir Ada değil, sonuçta bir şehir ve son derece yeşil bir şehir. Şöyle bir örnek vereyim; buranın eğitim sistemi içerisinde okul bahçeleri diye bir proje geliştirilmiş yani her okulun küçük bir bostanı var. Öğrenciler yıl boyunca burada ekip biçiyor, ürünlerini yetiştiriyorlar. Ayrıca yeşil sınıf uygulamasıyla okullarda su döngüsü, arı kolonileri, atık ayrıştırma vb. doğa dersleri düzenleniyor. Bütün bunlar eğitim içerisine yerleştirilmiş şeyler. Belediyenin 'Yeşil Gençler' diye bir programı var; 13-18 yaş arasındaki gençler, enerji, su ve geri dönüşüm projelerine dahil ediliyor. Her birinin çevre bilincini geliştiriyorlar ve bunu geliştirirken de erken yaşta kalıcı hale gelmesini sağlıyorlar. Bütün bunlar bakış açısı ve vizyonla alakalı şeyler ve hiç yapılamayacak bir şey değil. Düşünsene, Adalar’daki okullarda, ilkokulda, ortaokulda bir artı ders olarak bütün bunları yerleştirildiğini düşün: Adaların ekolojik sistemi.

D.T.: Tam laboratuvar alanı burası zaten.
 
N.S.: Sonra o çocukları dışarı çıkar; hangi bitkiler yetişiyor, hangi hayvanlar yaşıyor, hangi hayvanların göç yolu üzerinde gibi burasını, bütün bunları yaşayarak öğret bu çocuklara. 

D.T.: Ama biz varolan hayvanlarımızı yok ediyoruz. Atlarımız yok ama, altılı ganyanlar, at yarışları devam ediyor. Sen çocuklardan bahsedince aklıma geldi; burada doğa döngüleri yaşanıyor gerçekten ve o nedenle çok içselleştirilmiş.

Mesela kış saati uygulaması başladı değil mi? Ama Türkiye'de saatler geri alınmadı bildiğim kadarıyla yani mevsim değişse de aynı saatte kalkıyoruz. Bir insanın biyolojik ritmi, iç dengesi var değil mi? Bu bozuluyor. Sabahın karanlığında uyanıyoruz, vücudumuz hala geceyi yaşıyor. Hele çocukları düşününce; sıcacık yataklarından koparılıp sabahın zifiri karanlığında yollara düşüyorlar. Sonra doğanın döngüsünden koparılarak yaşadığı o şehri, o okulu, yaşadığı yeri nasıl sevsin o çocuk. 

N.S.: Dinleyicilerimizin bizi yanlış anlayacağını zannetmiyorum. Bugüne kadar ne yapmaya çalıştığımızı, ne anlatmaya çalıştığımızı herkes biliyor. Amacımız, Batı'ya güzelleme yapmak değil; yalnızca daha iyi nasıl yapılabilir bunu anlamaya ve anlatma çalışmak. Aslında bütün malzemeler elimizde. Biraz onun yollarını aramak, onun kalıcılığını sağlamak ve bunu yeni yetişen bireylere, bu ülkenin sahibi olacak bireylere başka bir gelecek sunmak adına  bir yöntem arayışı.  

D.T.: Nereye gidersek gidelim Adalar hep zihnimizde. Onun biricikliğini, ekosistemini, tarihi ve doğal mirasının bütünlüğünü hep düşünüyor, önemsiyor, yanımızda taşıyoruz çünkü çok farklı, çok müstesna bir yaşam alanı sunuyor bize. Neden kaybedelim bütün bunları? 

N.S.: Düşünsene, Adalar da o kadar ileri bir noktada kurulmuş yani araçların, arabaların olmadığı bir yaşam alanı yaratılmış. Avrupa'nın herhangi bir yerinden bile çok ötede bir yaşam anlayışı bu. 

D.T.: Çok ötede, çok doğru söylüyorsun. 

N.S.: Bütün bunlar zaten bizim elimizde ve bu bilgi bizde var. Bunu koruyarak ve bunun üzerine bir şey kurmak varken, hala azmanbüslerle uğraşıyor olmak gerçekten inanılır gibi değil. 

D.T.: Benim aklıma tekrar şu geldi; Adalar yeniden atlara koyunlara, ineklere, tavuklara, eşeklere ev sahipliği yapmalılar. Cambridge’te görüyorum, her yer hayvanlarla dolu. Bütün insanlar hayvanlarla yaşıyor. İnekler ortalıkta, kazlar, ördekler, atlar... İç içe bir yaşam var. Adalar için İBB’nin verdiği Heybeliada ve Burgazada için gönüllü olarak hazırlanan kolektif ahır sözü vardı ve bunu tekrar hatırlatmak istiyorum. Hem geçmişle, hem doğayla barışmanın bir yolu olarak bu topraklarda mutlaka ahır sözünü yerine getirmeliyiz. 

N.S.: Sahip çıkıp, arkasında durmadığımız sürece sadece atları, sadece doğayı değil, bir çok şeyi kaybedeceğiz. Verdiğimiz oyların peşine de düşmediğimiz, seçtiklerimizin de arkasında durmadığımız sürece kaybetmek maalesef kaçınılmaz oluyor.
 
Bugünlük biz birbirimizi dinledik, birbirimizi konuk ettik diyelim Deryacığım. 

D.T.: Evet ama olsun biz doğayla uyumlu yaşamayı istiyoruz. Bunun için gayret gösteriyoruz değil mi? 

N.S.: Evet. Ada’da böyle düşünen insanların olduğunu da çok iyi biliyoruz. Bir şekilde bir yerde emeklerimizi birleştirerek taleplerimizi devam ettireceğiz ve Adalar’ı daha da güzel yapmak için elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz diyelim. 'Adalar hepimizin' diyecektim.... 

D.T.: Ben de Adalar hepimizin diyeceğim ama öncesinde bir güzel söz var, onu da söylemek istiyorum; 20. yüzyılın Amerikalı fizikçisi Lewis Thomas'ın sözü, “Bildiğim en sağlam bilimsel gerçek doğa hakkında son derece cahil olduğumuzdur".
  
N.S.: Öğreneceğimiz çok şey var. Yeter ki bu gözle bakmayı bilelim. 

D.T.: 'Adalar hepimizin'. 

N.S.: Herkese çok teşekkürler.