92 yaşında hayatını kaybeden Türkiye’nin yakın tarihine tanıklık eden gazeteci, yazar ve siyasetçi Altan Öymen'i 2018'de Cem Erciyes'in hazırlayıp sunduğu Yaz Gazeteci Yaz programına konuk etmiştik.
Cem Erciyes:Yaz Gazetici Yaz’dan merhaba. Bu ilk programımız ve o yüzden bu programı neden yapıyoruz ile ilgili bir iki cümle bir şeyler söylemek istiyorum ve sonra da sözü konuğumuza vereceğim.
Bu programda gazeteci yazarlarla kitap, medya ve memleket sohbetleri yapacağız çünkü son dönemde sanki hepimiz kitapların dünyasına sığınıyoruz, daha çok okuyoruz, daha çok yazıyoruz. Güncel konulara odaklanan gazeteci kitapları Türkiye'de öteden beri var, önemli bir yer tutuyor. Bazen gazeteciler de birikimlerini ortaya döküyorlar, iyi bir edebiyatçı olarak kendilerini gösteriyorlar ama bana öyle geliyor ki son yıllarda medyada alan daraldıkça gazeteciler kitap yazmaya eskisinden daha çok sarılır oldu.
Basın dünyasında çeşitli sebeplerden işsiz kalan, bırakılan gazeteciler, bilgisayarın başına geçip birikimlerini kitaplara dökmeye başladılar. Gazetelerde yer bulamayan haberler, analizler, zaman içinde kapsamlı araştırma ve incelemelere dayanan kitaplar olarak karşımıza çıkıyor.
Kitap, günümüzde özgür düşüncenin sığınabildiği son limanlardan birisi gibi. Böylece de Yaz Gazeteci Yaz adlı bir program yapmaya karar verdik. Gazeteci kimliğiyle hayatımıza giren, basın dünyasına emek vermiş kalemleri ağırlayacağımız bir program olacak bu. Gazetecilikten yazarlığa uzanan süreci masaya yatırıp, biraz gazeteciliği, biraz da bize ulaştırdıkları kitapları konuşacağız. Dolayısıyla bazen edebiyat, bazen gündem üzerinden ilerleyen bir içeriği olacak bu programın.
Peki, böyle bir programın ilk konuğu kim olabilirdi? Tabii ki Altan Öymen. Sağolsun davetimizi kabul etti, şu anda stüdyoda konuğumuz. Altan Bey, hoşgeldiniz.
Altan Öymen: Hoşbulduk efendim.
C.E.: Peki neden Altan Bey olmalıydı? Çünkü sanıyorum ki aktif gazetecilerin şu anda en tecrübelisi, en büyüğü Altan Öymen. Üstelik kitap yazmayı da çok uzun süredir sürdüren bir meslek erbabımız.
Şimdi konuklarımızın tabii özgeçmişlerinden azıcık bahsetmemiz lazım ve dolayısıyla Altan Öymen'in kim olduğunu herkes çok iyi biliyor olsa da ben onun resmi biyografisinden birkaç satır okuyacağım. Resmi biyografi dediğimiz de kitap arkası.
Altan Öymen 1932'de doğdu, Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Ulus'ta, Akşam'da, Cumhuriyet'te, Milliyet'te ve Radikal'de onlarca yıl muhabir, röportajcı, yönetici, yazar, baş yazar olarak çalıştı yani miçoluktan kaptanlığa kadar bütün vazifeleri üstlendi. Anka Ajansı'nı kurdu, yurt içindeki ve yurt dışındaki radyo ve televizyonlara haber yayınları ve belgeseller hazırladı. Az önce bize, yayından az önce 1964'te nasıl bir radyo yayını yaptığını anlatıyordu. Almanya'da basın ataşeliği yaptı. 1961'deki kurucu meclis üyeliğinden başlayarak politikada da görevler üstlendi. Milletvekilliği, bakanlık, parti ve grup yöneticiliği yaptı. Politikadaki son görevi CHP genel başkanlığıydı. Evet, bu biraz geride kaldı tabii.
Sizi ben tanıdığımdan bu yana uzunca bir süredir sizinle aynı gazetede çalışma mutluluğuna da ulaştık. Sizi gazeteci olarak tanıyoruz ve şimdi kitaplarınız da var. Sizin için gazeteci yazar, yazar gazeteci diyebiliriz belli ki.
Mesela gazeteci yazar 1980'lerde, biz büyürken böyle çok önemli, çok popüler bir sözdü. Ne demektir gazeteci yazar? Yani bu kitabı olan gazetecilere gazeteci yazar, olmayanlara sadece gazeteci mi denmiş?
A.Ö.: Vallahi nasıl çıktı ben de hatırlamıyorum. Ne anlama geldiğine dair iki ihtimal olabilir; bir, gazetecilik o kadar makbul bir meslek değildi yani ben gazeteciliğe başladığım sırada da öyleydi ama hala nasıl bilmiyorum. Şimdi de çok itibarlı mıdır, itibarı ne kadardır bilmiyorum ama bence çok güzel bir meslektir. Bence gazeteci denilince de insanı memnun eden bir sıfat bu ve ben hayatım boyunca bu sıfatı taşıdım ama yazarlık da bana şöyle eklendi. Gazetede bir köşe yazıyordum. Köşe yazısına fıkra denilirdi o zaman yani fıkra yazıyordum. Yazarım da aynı zamanda yani gazete yazısı yazarım ama gazete yazısı yazmak ile kitap yazarı olmak ayrı bir şey gibi. Kitap yazarı olmak daha önemli. Kitap yazmaya başladığım zaman bunu daha fazla hak etmiş hissettim kendimi. Daha da pekişmiş oldu.
C.E.: Yani siz üç yıldızlı gazeteci yazar olmuş gibi oldunuz.
A.Ö.: Bilmiyorum ama böyle sıfatlar eklendi.
C.E.: Kitap yazmak neden daha önemli? Yani köşe yazarı olmak tabi bir gazetedeki en önemli mevkilerden biri ama dediniz ki kitap yazmak daha da önemli. Neden daha da önemlidir?
A.Ö.: Efendim kitap daha kalıcı tabi.
C.E.: Evet.
A.Ö.: Gazetede çıkan yazılar da kalıyor yani gazete koleksiyonlarına bakarsanız görüyorsunuz. Kaldı ki şimdi bilgisayar yoluyla onlar daha da kolay erişiliyor, bir düğmeye bastığınız zaman önünüze beş sene önce yazdığınız yazı gelebiliyor. Fakat benim zamanımı yaşamış olan insanlar açısından kitap çok önemli. Kütüphaneleri var insanların.
C.E.: Tabi.
A.Ö.: Onu oturma odalarında da muhafaza ediyorlar. Sonuçta gazete yazısı ne kadar etkili olursa olsun Çetin Altan'ın meşhur lafı gibi, 'Sonunda buna balık sarıyorlar' değil mi? Gazete dediğiniz şey atılıyor, gidiyor.
C.E.: Ama kitap sözünü ettiğiniz gibi, yüzlerce yıl kütüphanelerde yerini alıyor yani belki de insanlık boyunca kalma iddiasında olan bir araç. Peki, sizin ilk kitabınız neydi, hatırlıyor musunuz?
A.Ö.: Benim ilk kitabım rahmetli Uğur Mumcu ile beraber. Biz ikimiz de gazeteciyiz, aynı yerde çalışıyoruz. Anka Ajansı'nı kurmuştum ben ve rahmetli de benimle beraberdi. Bir de aynı zamanda ikimiz de Cumhuriyet'e yazıyorduk. Cumhuriyet'in birinci sayfasında bir köşede o, bir köşede ben yazıyorduk. O sırada mobilya yolsuzluğu diye bir hadise çıktı yani çıktı değil, önce rivayeti, söylentisi çıktı. Demirel'in akrabası, yeğeni Yahya Demirel vardı. Ona karşı bir suçlama değildi ama o yolda önce söylentiler dolaştı. Biz bunun üzerine gittik ve çözdük hadiseyi. Hem Cumhuriyet'te yazılarımızda yazmaya başladık, hem de kendi fıkralarımızda haberlerini da yaptık. Dışarıya mal ihraç ediliyor, halbuki ihraç edilmemiş yani bir hayali ihracat dosyası. Sunta parçaları mobilya diye gönderiyorlar. Unutulmaz bir haber, hatırlanan ilk skandallardan bir tanesi. Onun bir ortaklığı varmış ve biz bunu ortaya çıkardık. Buradan dışarıya mal ihraç ediyorlar ama edilmemiş aslında o mal, bir firma adına yapmışlar bu işi ama o firma yok mesela. Cenevre'de diyorlar ama Cenevre'de verdikleri adreste hiçbir şey yok. Başka bir şehirde var öyle bir isim ama o bina yok ortada. Yani buna benzer şeyler ortaya çıkardık.
C.E.: Sahtekarlıkların hepsini ortaya döktünüz ve bunu kitap yaptınız.
A.Ö.:Cumhuriyet'e yaptık yani daha kitap yapmadık - kitabın hikayesi de öyle başlıyor. Sonra bizim hakkımızda altı tane dava açtılar. Uğur ile biz gidiyoruz bu davalara, çıkıp anlatıyoruz. İşte şu şehirdeydi diyorlar ama halbuki ben gittim oraya ve öyle bir şey bulamadım. Şimdi bunları anlatacağız nasıl olsa ama birinci dava böyle başladı ve arkadan da başka davala açılıyor. Dedik ki 'Ya bunları biz toplayalım bari bir kitap yapalım,' dedik ve öyle yaptık.
Mahkemeye girdiğimiz zaman da başkana da 'Buyurunuz efendim, budur bizim şeyimiz' diyorduk. Ön sözü de öyle yazdık. Enteresan bir kitaptır, ikimizin adını taşır. Bu anlattığımı özetler ve bir hikaye gibi anlatılır.
Ben bu haber peşinde Cenevre'ye, yok bilmem nerelere, birçok yere gittim. Bunların en ilginçlerinden bir tanesi de Avrupa'nın en küçük memleketi olan Liechtenstein'ın başkenti - vallahi bilmiyorum, sen de bilmiyorsun, ben de hatırlayamadım. O başkente bir adres vermişler ve deniyor ki 174 numaralı şu sokağın Hauptstraße. Hauptstraße, ana cadde demek Almanca'da. Orası da İsviçre'de Almanca konuşulan bir yer. Oraya gittim, şehrin planını buldum. Şehir o kadar küçük bir şehir ki - Vaduz, şimdi hatırladım - Vaduz'un nüfusu zaten 4 bin ve en uzun sokağı 100 numarayı bulmuyor. 98 numaralı evden sonrası yok mesela. Bunlar demişler ki 167 numara ama yok. Bunu, şehrin planını, bütün sokakların ne kadar uzun olduğunu mesela Cumhuriyet'te biz yayınladık.
C.E.: Peki bu kadar somut gerçeklerden yola çıkarak yaptığınız bu haber neden mahkemelik oldu?
A.Ö.: Şimdi şöyle oldu; Ticaret Bakanlığı buna tamam demiş. Niye bu adamlar hayali ihracatı yapıyorlar? Çünkü o sırada mobilya ihracatı teşvik gören, devlet tarafından teşvik edilen bir ihracat çeşidi ve fazla da bir şey istemiyorlar. Sırf ihraç ettiğini ispat et, gel diyorlar. Kaç paraya ihraç ettiğini de ispat et, %25'ini sana vergi iadesi olarak veriyoruz. Nasıl veriyorsun? Bunları ispat ettikten sonra Merkez Bankası'na gidiyorsun ve sana hemen ne kadarsa, 100 milyon ise 25 milyon lira parayı veriyorlar. Fena bir şey değil yani sunta ihraç ediyorsun. Bazısı öyle sunta ihraç ediyor lüks mobilya diye. Bilirkişi raporu yazılıyor, yolsuzluklar var, karman çorban ama hepsinin amacı belli. Biz bunu işittik, yazdık ettik, çıktı. Peki dava açanlar kim? Biz Ticaret Bakanlığı'na nasıl bunu müsaade edersin ya da diyoruz ki Maliye Bakanlığı'na parayı nasıl veriyorsun? Yani onları itham ettik.
C.E.: Yani görevini itham ettiğini ya da yolsuzluğa bulaştığını iddia ettiğiniz ya da kanıtladığınız kişiler sizin aleyhinize dava mı açtılar?
A.Ö.: Yahya Demirel başta olmak üzere hukuk davası açıyorlar ve Demirel de başbakan o dönem.
C.E.: Süleyman Demirel.
A.Ö.: Süleyman Demirel. Ama şunu yapmadık mesela; Süleyman Demirel'in adı yoktur bizim bütün o Cumhuriyet'teki yayınlarda. 'Yahya Demirel adında bir vatandaş' deriz yani insanlar birbirinden müstakildir, suç şahsidir ilkesine riayet ettik. Böylece ilk kitap ile açıldı raf, ilk kitabımız bu. Kitap piyasaya çıktı ve çokça da satıldı. Hatta sonradan Uğur rahmetli olduktan sonra daha kaç defa belki basıldı. Böyle onun hikayesi.
C.E.: Peki. Şimdi o zaman ilk şarkımızı dinleyelim. Tabii ki bu bir radyo programı ve araya şarkılar girmesi lazım, bence çok da iyi bir fikir. Ne çalalım peki ilk? Bu ilk programın ilk şarkısı programın jingle'ında da da kullandığımız, programımızın adına da ilham veren Selda Bağcan'ın "Yaz Gazeteci Yaz" olsun istedim. Bu jingle'ı nereden bulduk, programın adını nereden bulduk, işte bunları bize hatırlatır. Hem de o şarkıda da hakikaten gazeteciliğin ne olduğuna dair, toplumun ondan ne beklediğine dair çok güzel sözler de var.
C.E.: Altan Bey ile sohbetimize devam ediyoruz. İlk kitabınızı anlattınız ve siz 1940'lardan bu yana gazetecilik yapıyorsunuz. Kitaplarınızda, özellikle son dönem popüler olan kitaplarınızda Demokrat Parti ve ardından gelen ihtilal dönemini anlattınız. Sizin gazeteciliğinizin de en civcivli zamanları belki de bu; 1950'ler, 60'lar. O yıllardaki gazetecilik faaliyetiyle bugünkünü karşılaştırsak kısaca bize neler söyleyebilirsiniz?
A.Ö.: Şimdi demin bir şey dinledik, "Yaz Gazeteci Yaz". Bu çok güzel bir şarkı yani ben dinlemiştim belki ama şimdi ilk defa zevkine vardım ve bugünü düşündüm. Bu yazar, gazeteci yazsın da nasıl yazsın? O müziğin güftesini yazanın, söyleyenin söyledikleri haklı tabi. Türkiye'de gazeteci yazacak ki insanlar öğrenecek ne olduğunu. Peki şimdi nerede yazacak? Yani gazetede yazacak ama çıkan mevcut gazetelerin belki %10'unda yazabilir. Tiraj açısından belki bilmiyorum ama yüksek tirajlıların bir kısmı başka şeyler yazıyor, bazı şeyleri yazmıyor.
En son bugünlerde Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanını ziyaret etmiş, helikopterle gitmiş diye bir iddia var. Sadece iki gazete bunu yazabildi, öbürlerinde yok, ses yok, seda yok. Sanki böyle bir şey yokmuş gibi değil mi? Bir de artık Türkiye'de internet yoluyla, sosyal medyada yazılıyor bunlar, biliniyor. Buna bir cevap verilmesi lazım. Genelkurmay Başkanı 'gittim' diyecek yahut 'gitmedim' diyecek yahut da sözcüsü 'gitti/gitmedi' diyecek. Sanki cevap vermedi mi olmuyor, yok oluyor o hadise. 'Postruth' diye bir şey çıktı son dönemde, galiba onun gibi bir şey. Var olan gerçekler, bir süre sonra farklısı söylene kadar topluma kabul ettiriliyor, var olmayan gerçekler kabul ediliyor. Bir de var olanlar unutulabiliyor.
C.E.: Unutulabiliyor. Peki, eskiden nasıl oluyordu bu işler, bu kadar fena değil miydi? Hep derler eskiden hayat daha güzeldi diye. Hakikaten 50'lerde, 60'larda 2010'lardan daha güzel miydi?
A.Ö.: Ben hep düşünüyorum bunu. Bunun benzerini gördük mü geçmişte? Güzel bazı şeyleri görmüş oluyorsun. Burada tekerrür var mı? Burada tekerrür gibi olan şeyler olsa bile bir kısmı başka türlü olmuş, böyle olmamış. Mesela gazetecilerin hapsedilmesi; Demokrat Parti döneminde de 1950'den itibaren biz gazetecilerin başına gelenlerden bir tanesiydi bu. 10 ay mahkumiyetim vardı benim. Gazete neşriyat müdürü, yazı işleri müdürü, sorumlu müdür olduğum zamanlardan kalma bir şey, 27 Mayıs'tan sonra kaldırıldı o cezalar da öyle kurtulduk, yoksa mahkumdum. Ama o dönem bir gazeteciyi alıp da bir yazı yazdığı için yahut bir habere başlık attığı için yahut yazı işleri müdürü olduğu için belirli bir suçtan dolayı içeri atmazlardı, hakkında Kamu davası açarlardı. Kamu davası biter, mahkeme seni mahkum eder ve ettikten sonra da sen müracaat edersin Yargıtay'a. Bütün bu aşamalardan geçer. Eski deyim ile kaziye-i muhakeme haline gelir yani kesin hüküm haline gelir. Ondan sonra sana karakoldan telefon ederler, 'Efendim hakkınızda biliyorsunuz işte bir dava vardı, o tasdik edildi. Bugün gelebilir misiniz? Yarın öbür gün mü?' derlerdi. Neredeyse böyleydi. Randevu ulaşır sonra gidilir hapse girilirdi. 'Yani Çarşama mı gelmek istersiniz yoksa Perşembe mi?' derlerdi ve siz de duruma göre söylerdiniz bunu. Bunun misalleri vardır, böyle hatırladıkça aklıma geliyor.
Mesela Metin Toker ki gazetelerde haberlere bakılsa şimdi bulunur. Metin Toker hapse girdi, girecek. Konuşuyorlar gazeteciler, 'Yanınıza hangi kitabı alıyorsunuz? 'Amerikan tarihi kitabını alıyormuş, elinde kitabıyla ve neredeyse bunun magazini yapılıyordu yani bu işler ile o kadar soft bir şekilde, yumuşak bir şekilde gerçekleşiyordu ki...
Hapishane şartları da şimdikiyle gene mukayese edilirse öyle bir adamı koyup da tek başına hücrede falan tutmak gibi usuller yoktu. Ankara'da olanlar mesela; bizim için Cebeci'deki hapishanede biraz büyükçe, salon gibi neredeyse - salon değil tabii, şartları o kadar mükemmel değil - bir yer ayırmışlardı. Adına da Ankara Hilton denilmişti. Gazeteler de öyle bir lakap koymuşlardı çünkü öteki bakımlardan daha fazla imkanları vardı. 8-10 gazeteciyi oraya koyarlardı ve orada da bunlar hem sohbet edebilirler, hem de istediklerini okuyabilirlerdi, bunlara mani yoktu. Ziyaret açıktı. Böyleydi ama şimdi böyle değil.
Adamı daha suç işlendiği iddiası falan ortada yokken pat diye götürüyorlar. Nedir suçun? Hiç cevap yok. Kamuoyu bilmiyor. Kalıyor bir hafta, 10 gün, 20 gün, 50 gün... Tabi bir laf oluyor, 'şunu istedi, şuranın bilmem ne örgüt üyesiydi, buranın bilmem nesiydi, şunu yaptı' falan diye ama delilin nereden çıktığı belli değil ve sonuçta bir sene geçiyor. Bazen iddianame çıkmış oluyor, bazen o da çıkmamış oluyor. Çıkan iddianamelerde isnad edilen suçların aslı astarı olmasa bile sen aslı astarı olmadığını ispat edecek imkana sahip olamıyorsun. Nitekim geçmişte örnekler ortaya çıktı. Dört-beş sene yatırdılar adamı, sonra da beraat ettirdi mahkeme. Niye? Sadece gazeteciler değil, başkaları için de geçerli bu.
C.E.: Tahrif var.
A.Ö.: Tahrif var, bilmem icat edilmiş.
C.E.: Düzmece.
A.Ö.: Düzmece şeyler var ama gazeteciler açısından şöyle bir şey var; gazeteciyi niye tutuklayıp götürürler? Bir, kaçma şüphesi vardır gazetenin ve iki, delilleri karartma şüphesi vardır. Gazetecinin yazdığı şey zaten delil, yazılan şeyi de biraz önce konuştuk. Senelerce kalan şey gazete. Saklanması, tahrif edilmesi, delillerin karartılması diye bir imkan yok ortada. Demek ki delil karartılması diye bir şey yok, deliller ortada. İki, kaçması da en zor olan adamlardan bir tanesi gazetecidir. Hele şimdiki çağda bu imkansız ama o zamanlar televizyon falan yok. Şimdiki çağda herkes bilir nereye gitse; Avrupa'ya, ABD'ye gitse de zaten bulunup getirilebilir yani o da mantıksız. Tutuklamanın anlamı yok, ancak hüküm giymiş olsa konulurdu bunlar. Şimdi hale bakın.
Tabii 1960'a kadar olan dönemde pek çok kovuşturma olmuştu. Demin bahsettiğiniz, gazetecilerin hapse girmesi birazcık da şenlikli ve oyunlu bir şeymiş gibi oldu ama öyle de anlaşılsın istemem. Hakikaten çok sayıda gazeteci yine o zamanda da hapse atılıyordu.
C.E.: Şimdi ben kitabınızı karıştırıp okurken de oradan öğreniyorum. Bayağı yaptıkları haberler, ortaya koydukları gerçekler dolayısıyla adamları içeri alıyorlar. Demin söylediğiniz gibi, siz bir haberi ortaya çıkartmışsınız, mobilya yolsuzluğunu ve hemen hakkınızda tahkikat açıyor, şikayette bulunuyor. Sanıyorum o dönemde de devlet büyüklerine hakaret, onları eleştirmek, onları aşağılamak gibi ciddi bir suç var ve bundan mahkum olan da pek çok gazeteci var. Doğru mu anladım ben?
A.Ö.: Tabi orada neticede mahkum oluyorlardı. İki faktör var tabi; bir tanesi, iki tane kanun çıkardı Demokrat Parti o zaman, 1954'te 6332 - yanlış hatırlamıyorsam - sayılı kanun yani devlet büyüklerine hakaret etmek ayrıca suç haline getirildi ve daha ağır bir suç haline getirildi. Bir de toplumu heyecana sevk etmek gibi yuvarlak bir laf konuldu oraya yani her şey girer içine. Hayat pahalandı desen heyecana sürükledi denilebilir.
Bir de 56 senesinde, 6732 sayılı kanun - hatırımda böyle olması lazım yanlış hatırlamıyorsam - ile bu daha da teşhid edildi. O zamanki deyiminiz şiddetlendirildi, ağırlaştırıldı ve içine gazete sahipleri de konuldu. Baktılar ki bu gazeteciler yazıyorlar ve hapse girmeyi de göze alıyorlar. Bu kanun bu kadar münasebetsiz bir şekilde onları içeri tıkacak olsa bile ona da katlanıyorlardı, gerçeği yazıyorlardı. Bunu ne yapalım diye düşündüler ve gazete sahiplerini biraz korkutalım dediler ve hemen para cezası koydular. Gazeteciye 5 bin lira ceza verilir, hapsi yatırdıktan sonra bir başka 5 bin lirasını da alırız dediler. Tabii gazete sahibine de bunun on misli yahut beş misli, 25 bin lira, 50 bin lira cezayı da ona kestiririz dediler yani gazete sahibini korkutayım ki o da altında çalışan gazeteciyi zapt-u rapt altına alsın dediler. Zapt-u rapt altına almanın da kolay olmadığı bir dönemdi çünkü gazetelerde yazanlar gene kanuna göre ve Demokrat Parti döneminde çıkarılmış başka bir kanuna göre aslında bir zırh altındaydılar.
5953 sayılı kanun vardı, bunu hiç unutmam. Bu kanun, gazetelerde çalışanlar ile çalıştıranlar arasındaki münasebetleri düzenleyen bir kanundu. Sonra 1960'da 212 sayılı kanun diye bir kanun ile daha da geliştirildi. O zamana kadar gazetecinin teminatı yoktu. Burada gazeteci haksız yere işten kovulursa şu kadar tazminat alır, bu kadar tazminat alır ve hatta askere gitmemiş ise bile askerlik boyunca üçte bir maaşını alırdı. Askere çağırınca devlet hizmetine gidiyordu. Mesela ben askerliğimde maaşımın üçte biri ile devam ettim. Bu kanun, gazetecileri patrondan koruyorlardı yani durup dururken kızıp atamıyordu, eğer kusurlu bir şekilde çıkarıyorsan sebep göstermeliydi yani gazetecinin özgürlüğünü arttıran, çalışma koşullarını düzelten, daha özgür, daha doğru haber yapmaya yönlendirecek bir takım, kollayacak bir takım yasal düzenlemelerdi. Bir de yasanın dışında şöyle bir anlayış vardı.
Şimdi gazeteci denilen adam kimdir? Bunu ilk defa bugünkü cumhurbaşkanı kendisi başbakanken söylemiştir. Beğenmediği yazıların çıktığı gazetelerin sahipleri, 'Efendim gazetemde yazıyor ama gazetecinin hürriyeti vardır, hakkı vardır, istediği şeyi yazar, köşe yazarıdır' dediği zaman onlara cevaben demiştir ki, 'Ne demek bu? Maaşını sen vermiyor musun? Beğenmediğin zaman koyarsın kapının önüne' ve bu lafıyla bu anlayışı da değiştirme yolunda önemli bir adım atmıştır bugünkü iktidar. Yani gazeteciyi alışveriş merkezindeki tezgahtar gibi görecek, onu hemen o gün oraya koyacak. Böyle bir anlayış yoktu daha önce yoktu.
C.E.: Peki bir tezgahtar ile gazeteci arasında ne fark var? İkisi de kapının önüne kolayca konulmasın ama arada bir fark var anladığım kadarıyla size göre.
A.Ö.: Fark şu; adam yazı yazıyor yahut haber yazıyor, herkese hitap eden bir görev yerine getiriyor. Nedir o görev? Başta siyasette bulunanlar olmak üzere eğer bir yanlış iş yaparlarsa onu eleştiriyor, bir nevi ortaya koyuyor hadiseyi - biraz önce konuştuğumuz mobilya yolsuzluğu gibi. Yani kamusal bir şey var ve bunun için gazetecinin fikirleri açısından hür olması lazım. Tabi tezgahların da fikirleri açısından hür olması lazım ama o topluma bu kadar etkili değil.
Zaten gazetecinin basın özgürlüğü denildiği zaman, herkes der ki 'Gazeteci bunlar, kimse bunlara dokunamayacak' ama halbuki bu asıl senin, benim özgürlüğüm, dolayısıyla vatandaşın özgürlüğü, seçime gidecek adamın kendi fikrini oluşturma özgürlüğü, o fikri ifade edebilme özgürlüğü. Bu yüzden basının hem sahiplerinin de haklarını koruyacaksın, hem de çalışanların da haklarını koruyacaksın anlayışı Demokrat Parti'de vardı başlangıçta çünkü muhalefet de buna benzer şeyleri söylüyordu. İşlerine geldiği zaman birkaç sene en azından bu yolda hareket ettiler ama sonradan onlar da bozuldu yani ayrı bir şey yok.
C.E.: Peki Altan Bey, bütün bunlar yani bir yarım asır geride bıraktığınız gazetecilik faaliyetinden, siyaset ve politik görevleriniz hariç ara vermediniz ama sanıyorum şu sıralar siz de işsiz gazeteciler ordusuna katıldınız değil mi?
A.Ö.: Evet, tabii. Şimdi yazacak yer şöyle olur; dersin ki 'ben yazı yazmak istiyorum' ve müsait iş ararsın, istersin. İkinci unsur ise oranın seni istemesi yani bir gösteri müessesesinin, radyo, televizyon ne ise o müessesenin seni yazdırmak istemesi lazım. Bu da yetmiyor şimdiki zamanımızda. Yazdırmak isteyenler var tabi, eskidir meskidir, bazı şeyleri biliyor diye bakıyorlar ama bir yukarıda bir kuvvet var ki onlar kendilerinin beğenmediği şeyleri yazabilecek adamların, insanların gazetelerde yahut televizyonlarda çalışmamasını istiyorlar. Onlardan bir nevi bir direkt yeşil ışık gelmesi lazım yahut endirekt, yoksa bu iş, bir yerlerde yazmaya devam etmek çok mümkün değil artık. Tabii bu benimle alakalı, bunu herkes için söylemiyorum. Neyse ki kitaplar var. Kitaplar çok iyi, orada yazabiliyorsun.
C.E.: Altan Bey, şimdi kitaplara geçmeden bir şarkı daha dinleyelim ve artık sizin yeni çıkan kitabınız Umutlar ve İdamlar (1960-1961)'dan biraz bahsedelim diye düşünüyorum, ne dersiniz?
A.Ö.: Tabii, nasıl isterseniz.
C.E.: Çek kökenli, ünlü Amerikalı yönetmen Milos Forman geçen haftalarda öldü ve şahane müzikli filmler yapmıştı bence. Bunlardan bir tanesi de Hair idi ve oradaki ünlü şarkı "Aquarius"u dinleyelim.
C.E.: Evet, Altan Bey. Şarkıdan önce dedik ki artık yeni kitabı konuşalım. Umutlar ve İdamlar (1960-1961) alt başlığını taşıyan kitabınız daha yakınlarda çıktı, yayınlandı. Bu sizin anılı kitaplar serinizin beşincisi. Yanlış söylemiyorum, değil mi?
A.Ö.: Evet, beşincisi.
C.E.: Aslında bu seride siz kendinize has bir üslup da geliştirmiş oldunuz. 1940'lardan bir dönem, bir çocuktan başlayarak beş kitapta 1961-62 yılına kadar gündelik hayatı anlatıyorsunuz ama çoğunlukla siyasi gelişmeleri anlatıyorsunuz ve birazcık da bunu kişisel bir üslupla yapıyorsunuz çünkü siz bütün bu kültürel, politik dönüşümün içerisinde bir birey olarak, bir çocuk, bir öğrenci, sonra bir gazeteci olarak yer almış birisiniz - belki herkesten biraz daha fazla çünkü gazetecilik ve siyasetle de ilgilendiğiniz için. Dolayısıyla kişisel bir üslubu da olan, son derece ilginç detayları bize hatırlatan, gayet eşsiz kitaplar bunlar.
A.Ö.: Çok teşekkür ederim.
C.E.: Rica ederim, bu bilinen gerçeği bir kere de burada dile getirmiş olduk. Peki, siz bu kitapları yazmaya nasıl başladınız ve bu üslubu nasıl oluşturdunuz?
A.Ö.: Birçok kimse anı yazıyor ve ben de çok severek hem anı okurum, hem de herkesi teşvik ederdim. Siyasi görev olarak en son Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanlığı yaptım. Oradan ayrıldıktan sonra da böyle bir şeye zaman oldu yani çok yoğun çalışma zamanı olmayan bir zaman. Vakti de bulunca başladım bu işe. Fakat ben bu kadar uzayacağını tahmin etmedim. Önce bir şey yazayım diye çocukluğumu yazdım. Onu yazarken kendiliğinden oluştu bu üslup çünkü şöyle bir şey oluyor pratikte - özellikle de daha genç insanlara anlatmak için derdinizi; diyorsunuz ki savaş başladı, II. Dünya Savaşı zamanına gelir, bu ne savaşı der. Bu hatırlanacak, gençler tabii genel kültür olarak biliyorlar ama havasını bilmiyorlar. Siz anlatıyorsunuz; işte Türkiye'de ekmek karneye bağlandı, şu oldu, bu oldu derken, Almanlar sınırlarımıza kadar geldiler. Nasıl geldiler? Onu anlatmak için II. Dünya Savaşı'nın gelişmesini anlatmak lazım. Ben o zaman çocuk olarak bunu izliyordum tabi radyolardan ama anlamıyordum hepsini. Büyüdükten sonra, anlamış olduktan sonra bari bunu da ekleyeyim ki gençler öğrensin diye ekliyorsunuz. Sonra da 1939'da nasıl harp oldu derken özetle tafsilatlı bir hale geliyor. Benim dışımdaki olayların da tafsilatını verme ihtiyacı oluyor. Misal, başka bir misal ki bunu hep veririm; Şükrü Saracoğlu mesela dönemin en önemli insanlarından bir tanesi çünkü dışişleri bakanlığı yapmış, savaşın başlangıcında sonra başbakanlık yapmış, Meclis başkanlığı yapmış. Şimdi bu zatı Şükrü Saracoğlu deseniz, benim neslim bunu biliyor. Gençler ise Saracoğlu'nun stadı var, onu biliyor. Yani Saracoğlu'nu anlatırken, onun II. Dünya Savaşı'ndaki durumunu da anlatıyorsunuz.
Ben çocuk da olsam dünyada olanları da anlatmak zorundayım, Türkiye'de olanları da anlatmak zorundayım. Kendi hayatımda bunun içinde ise bunu da anlatmak zorundayım çünkü ben de bundan etkileniyorum. Nasıl etkiliyorum? Savaş başladığı zaman bizim evin bahçesine sığınak kazıldı ki bütün evlerin bahçesine kazıldı. Nasıl kazıldı, niçin kazıldı? Almanlar gelmişler ama gelip Ankara'yı bombalamayacaklar herhalde, daha yakın bir yerleri bombalarlar ama orada da tertibat almıyor. Niçin? Gelmişler çünkü Bulgar sınırına kadar her an geçebilirler de bombalayabilirler de tepeden uçaklarla. Sonra büyüyünce insan o zamanı, o gençlik yıllarını sonraki kitapta devam ettirdik. İlk seferden sonra ben 'Acaba arkasını getirmeyeyim mi?' diyordum ama beğenildi.
C.E.: O da motive etmiştir sizi yenilerini yazmak için.
A.Ö.: Tabii motive etti. Ek baskı yaptılar, hoşuma da gitti ve işin şu tarafını herkese de tavsiye ederim yazma açısından; bir şey yazmak için yanlış bir şey olmasın diye yahut bilemediğiniz bir insan ne yapıyor şimdi diye öğrenmek için eskileri, eskiden hayatta olan arkadaşlarınızı arıyorsunuz. Mesela ilkokul yıllarımı birinci kitapta yazarken, ben öğretmenin adını biliyorumdum ama birkaç çocuk vardı ve onlarınkini tam hatırlayamıyordum ama yazmak istiyorum. Çok enteresandı ve ilkokul öğrencisiyken arkadaş olduğum kişiyi buldum.
C.E.: Çok iyi.
A.Ö.: Yani onlardan bir kısmını tabii. Bir kısmı vefat etmiş, bir kısmı başka yerlerde... Oturduk hep beraber 10-15 kişi, eşlerini de getirdiler. Artık yüzlerini tanımak güç, değişmişler. Eski resimler var bende ama hep o eski resimlere bakarak çıkarmaya çalışıyordum, tam tutmuyordu. Bunun çaresini de şöyle bulduk; eve eşleriyle çağırmıştım. Hani Amerikalılar yaparlar, kartonlara yazarlar isimlerini, mesela Erol Kalaycıoğlu yazdık ve herkes birbirini tanıdı. Çok güzel bir gün geçirdik, eski anıları hatırladık. Şimdi bu eğlenceli bir şey oluyor, güzel bir uğraş oluyor, maziyi beraber konuşuyorsunuz. Sonra pratikte bir katkısı da oluyor. Bu Erdal İnönü'nün tezidir, o da anılarını yazıyordu o sıra ve dedi ki, 'İnsan hafızasına bir şey girmişse o bir yerde duruyor, tamamen unutulmuş olmuyor'. Misaller verdi, eski arkadaşlarıyla konuşurken unuttuğu her şeyi birkaç kişi hatırlarsa, biri bir ucundan hatırlarsa hatırlıyor. Siz bir kimsenin adını soruyorsunuz, ad sonunda çıkıyor gibi böyle bilimsel teorisi vardı.
C.E.: Peki Altan Bey, Umutlar ve İdamlar ne anlatıyor bize? Şimdi adından da anlıyoruz ki zaten yayıncınız da umutları beyaz yapmış, idamları ise siyah yapmış. Belli ki burada bir mutluluk, bir beklenti, bir gelecek beklentisi, bir sevinç durumu ve sanki adeta onun üstüne çöken bir karamsarlık, bir hüzün ve bir üzüntü var.
A.Ö.: Evet.
C.E.: Bu 1960-61 yılları, anladığım kadarıyla sizin dönüp baktığınızda sizin geleceğe güvenle bir pişmanlık ve ya da mutsuzluk arasında savrulduğunuz iki yıl olmuş. Doğru mu tespit ettim?
A.Ö.: Çok doğru. Kapağı yapan arkadaş da gayet güzel bunu güzel özetlemiş. 1960'a kadar Türkiye demokrasi açısından tatsız bir dönem geçirdi. Sonuçta Tahkikat Encümeni kuruldu yani muhalefet partilerine yönelik çok ağır bir baskı vardı. Elbette ki bunun demokratik rejim içinde halledilmesi gerekiyordu ve herkes de buna uğraştı aslında ama olmadı e politikacıların dışında bir takım hareketler sonucunda 27 Mayıs hareketi oldu. Resmi adı 27 Mayıs İhtilali'ydi, sonradan 27 Mayıs Devrimi oldu, sonradan darbe denildi yahut müdahale denildi. 27 Mayıs oldu ve hedeflerindeki Demokrat Parti kapatıldı, hakkında tahkikat başladı. Bu işin tabii üzücü yanları çünkü birçok aile Yassıada'ya gitti. Fakat onların bu duruşmaları devam ederken bir başka asıl hedef olarak şunu ilan etmişlerdi; 'Hemen bir Anayasa yapacağız, sonra gideceğiz, sivil idareye bırakacağız bunu ve bu tahkikatta da sorumluluklar var mı yok mu tespit edilecek'. O süreçte Anayasa beş ay içinde yapıldı ve onu kuran kurucu meclisin büyük çoğunluğu sivillerden oluşuyordu. Hepsi seçim yoluyla gelmişlerdi ve onlardan birisi de bendim, o kurucu meclisin üyesiydim. Askerler de ayrı bir meclisti, ikinci bir meclis gibiydi. Hatta ikinci plana gelmişti o kurucu meclis kurulduğu zaman. Öyle bir Anayasa hazırlandı ki o mecliste... O sırada demokratik bir ülke olmak için ne lazımsa, o zamanki şartlar için en ileri Anayasalara bakılarak bizim Anayasa'nın içine konuldu. Savaştan sonraki Anayasalar özellikle diktatörlük tehlikesine karşı tedbirler almıştır, en başta da Almanya. Hitler tehlikesini geçirmiş adamlar ve Hitler'in iktidara gelişini önlemek için Anayasa Mahkemesi ne kadar tedbir var ise onu almış. Bir de özgürlüklerin ihlal edilmemesi için, yok edilmemesi için her türlü tedbiri güvenceye almışlar. Bir yandan da eski Anayasa'da 'Basın hürdür ama kanunla düzenlenir. Hürriyetin sınırları, özgürlüğün sınırları kanunla düzenlenir' diye bir madde var. 61 Anayasası'nda 'Basın özgürdür. Kanunlar bu özgürlüğün temeline, özüne dokunamaz. Bu bir anayasal hakka dönüşür. Anayasal haktır' var. Yani basın özgürlüğünü geniş tutarsan o kadar olur ama daraltırsan da gene kanun vardır yani bilmem şu lafı söylemek yasaktır ama koyabilirsin her şeyi. O zaman dar olur, bu öyle daraltılamaz anlamına gelen şey vardır. Sadece basın ya da üretici için değil, toplantı ve gösteri özgürlükleri için değil, Anayasa'ya aykırı kanun çıkartılması gibi bütün bu güvencelerinde olduğu çok iyi bir Anayasa'dır. Şimdi bu Anayasa çıktı, iyi bir şey ve Meclis'ten sadece beş ay içinde çıktı, arkadan da referanduma sunuldu, kısa zamanda kabul edildi, yürürlüğe girdi. Herkes memnun, artık Türkiye özgür. Hemen konuşmalar başladı; seçime gidilecek, partilerin açılması kararı çıktı, yeni partiler de kuruldu. Seçime gidiyoruz derken, Yassıada'da devam eden muhakemeler sona erdi ki unutulmuş bileydi, gündemde değildi artık yani bir ceza beklenmiyordu. Unutulmadı tabi, yakınları olan herkes gidiyor, izliyor ama oradan bir idam cezası çıkması falan beklentisi yoktu kimsede.
C.E.: Evet.
A.Ö.: Tam tersine bunlar da bitecek falan derken, o idamlar Milli Birlik Komitesi tarafından tasdik edildi ve ondan sonra tabii iş değişti. Büyük acılar oldu; hem onların etrafındakiler için acılar oldu, hem de Anayasa o güzel maddeleriyle birlikte neredeyse bir kenara gitti, unutuldu. Bu anayasal ilerlemeden gerçi ileride yine faydalar görüldü bir süre için ama hep bu idam cezalarının gölgesi altında kaldı.
Burada da bu gölge, idamlar olmasaydı umutlar, çok büyük umudu vardı Türkiye'nin. Türkiye bambaşka bir Türkiye olurdu, o Anayasa'yı benimserdi herkes ama bir kısım benimsemedi, ikisini birbirine bağladı, sanki Anayasa oldu da öyle idamlar oldu gibi baktılar. O Anayasa başkalarının Anayasa'sı, Menderes'i sevmeyenlerin Anayasa'sı, sevenlerin Anayasa'sı değil gibi bir algı yerleşti Türkiye'de.
Bu ikili yapı, algı devam etti yıllar boyunca ve bunun ne kadar yanlış olduğu anlaşıldı sonra. Düşünün, orada ölüm cezasına çarptırılan rahmetli Adnan Menderes, rahmetli Hasan Polatkan, rahmetli Fatin Rüştü Zorlu devlet töreniyle alındı oradan. Şimdi naaşları İstanbul'da duruyor. Bütün yerlere gene adları konuldu. Bunlardan tecrübe alınmalıydı, mesele bu, ders alınmalıydı. Görüyoruz, gene bir ihtilal teşebbüsü oldu yani münasebetsiz ve tabii çok zarar verici bir teşebbüs oldu. Arkasından hemen idam gene gündeme geldi. 'İdam etsek etmesek' dendi çünkü bir idam lobisi var Türkiye'de neredeyse. İdama meraklı olanlar var ki biraz hastalıklı bir şeydir idam meraklılığı. Tabii bir duygudur ama bu duyguya sahip olanlar var, bunlar ortaya çıktı. 'Gelse de idam etsek' gibi laflar edildi ama bundan artık ders alması lazım Türkiye'nin de, bütün insanlığın da. İdam, Avrupa ülkelerinin hiçbirinde kalmadı, ABD'nin birkaç eyaletinde kaldı ve Türkiye'de de kalmamıştı. İşte bu kitabın bunu da hatırlatmak gibi bir faydası olursa iyi olur.
C.E.: Son birkaç dakikamız kaldı. Aslında size anlattırmak istediğim çok şey vardı ama bu süre kullanımı böyle dertli bir şey.
A.Ö.: Ben fazla gevezelik etmişim.
C.E.: Yok, hayır efendim. Bence o kadar güzel şeyler konuştuk ki... Şimdi siz bu kitapta neler anlatıyorsunuz? Onların bir üstünden hızlıca geçeyim, okurlarımıza duyurmuş olalım. 1960 Mayıs'ı öncesindeki gelişmeleri anlatıyorsunuz daha önceki kitabınızda, burada ise askeri yönetim dönemi. 27 Mayıs öncesindeki son gösteriler, Ankara'daki 555K olayı ki mesela bunu çok güzel anlatmışsınız çünkü siz de bu işin meğer aktörlerinden birisiymişsiniz. Ben bu kitabı okurken gördüm. 555K; herkes Kızılay'da toplanacak 5 Mayıs 1955'te ve Menderes'i protesto edecekler ama nasıl olacak, olay nasıl başlayacak? Bu bilinmiyor. Siz arkadaşlarınızla bunun için önceden kararlaştırıyorsunuz. Bakıyorsunuz ki olaylar başlamıyor. Islıkla bir şarkı söyleyerek, bir marş söyleyerek adeta hareketlenme, meydanı hareketlendirmek için yürümeye başlıyorsunuz, öylece başlamış oluyor. Tabii hala ıslıkla olur mu, hiç olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu? Söyleyebiliyor musunuz?
A.Ö.: Islık zaten o zaman da çok güçlüydü yani öyle parmağı ele sokarak falan yapmak gerekir. Çıkmıyor kolay kolay.
C.E.: Ama çok romantik, ben burada okurken düşündüm. Böyle beş tane genç adamı ıslıkla bir şarkıyı söyleyerek yürürken düşündüm ve bayağı sinematografik bir sahne.
A.Ö.: Aramızda bir müzisyen vardı; Coşkun Irvalı. Bizim Türkiye'den arkadaşımız, aynı zamanda keman çalardı, müzik beynimiz oydu. Bizi talim ettirdi bir gece önceden yani söyleyebiliyor muyuz, ıslıklayabiliyor muyuz diye. Ona uyarak yaptık, onlar tabii daha iyi yapıyordu. Öyle kolay da çıkmıyor. Hala düşününce ne kadar zor bir iş olduğunu hatırlıyorum. Burada da yapamam şimdi.
C.E.: Sonra 21 Mayıs Harbiye Yürüyüşü ve sonuçları var. Menderes'in ünlü İzmir gezisi var. Bu 555K olayında, bir de Menderes'in bir gazetecinin arabasına binip olay mahallinden kaçması ki bu çok enteresan, hiç bilmediğim bir hikayeydi. Ne Karakuş'tu?
A.Ö.: Emin Karakuş. Hürriyet gazetesinin Ankara temsilcisi. Menderes, Celal Bayar, İçişleri Bakanı, Meclis Başkanı, hepsi birlikte o gösteri sırasında Kızılay'a geldiler ve göstericilerin arasına katıldılar fakat göstericiler aleyhte tezahürat yaptıkları için, polisler onları bulup bir arabaya bindireceklerdi. O sırada bizim Emin Karakuş'un yeni aldığı Volkswagen'inin içine soktular. Birçok şey oldu, bunların bilinmesi lazım. Türkiye tarihinin parçaları, iyi ki yazmışım.
C.E.: İyi ki yazdınız Altan Bey. Bunların devamını öğrenmek için de kitabı okumak lazım. Dinleyicilerimizi, vakti olanları kitabı almaya ve okumaya davet ediyoruz. Çok teşekkür ediyorum. İlk programda beni yalnız bırakmadınız.
A.Ö.: Ben çok teşekkür ederim.
C.E.: Katıldınız. Açık Radyo dinleyicilerine gazetecilikle ilgili birikiminizi ve kitabınızı anlattınız.
A.Ö.: Çok çok teşekkür ederim. Beni buraya getirdiniz, konuşturdunuz. Biraz fazla da konuşmuş olsam iyi fırsat bulmuş oldum.
C.E.: Süremizi sonuna kadar kullandık Altan Bey.
A.Ö.: Hakkımız tamamen. O zaman başarılar dilerim, bu da bir başlangıç zaten, her başlangıç gibi inşallah başarıyla geçsin.
C.E.: Teşekkür ederim Altan Bey, sağolun. Bizi dinleyenlere de teşekkür ediyorum ve bu haftalık hoşçakalın diyorum.