Bu Gerçekten Zor (Ama Pes Etmiyoruz): İyilik ve Kararlılık Üzerine Düşünceler

Editörden
-
Aa
+
a
a
a
""

Bu satırları okuyorsanız, o zaman herşeye karşı saldırının ilk ayını atlatmışsınız demektir. Bu herşeyin herhangi biri sürpriz sayılmaz, tabii sabotajın ne kadar aptalca ve amansız olduğunu saymazsak. Ama olup bitenlerin çoğu dehşet verici, hele ne kadar aptalca ve amansız ve küçük hesaplara dayalı bir intikamcılıkla yapıldığını bilince. (Evet, “kâğıt pipetlerin zorunlu kullanımı”na son veren bir Kanun Hükmünde Kararname bile çıktı.) Benim açımdan, bütün bu olup bitenlere rağmen değil de bütün bu olup bitenler yüzünden ve bütün bunların yanısıra bir de iyilik vardı bu hafta: yakınlarımdan ve yabancılardan gördüğüm onca iyilik.

Yapılacak bazı işlerim için dün şehirde arabamla dolaşırken sokağın ortasından yürüyerek kamyonuna doğru giden bir nakliyeciye rastladım, geçmesi için arabamı durdurup ona elimi salladım, o da bana elini salladı, yüzü aydınlandı ve kocaman bir teşekkür hareketiyle eğildi; derken öbür taraftan arabasıyla gelen sürücüye el salladı, o da ona el sallayıp yol vermişti. Öylesine gelip geçici ve hiç de kaydadeğer olmayan bir şekilde, üçümüz de Castro Caddesiyle 18. Caddenin orta yerinde birbirimizi gözeten iyi bir topluluk oluvermiştik. (Sürücüsüz araçlar konusunda homurdanmamın bir nedeni de sürücülüğün bir toplumsal etkinlik olduğuna inanmam. Sürücülük sayesinde iletişim kurabiliyor ve bütün o el sallamalar, o beden dilleri ve o gülümsemeler gibi şeylerdeki iletişimi okuyabiliyoruz; bu da önemli.)

Castro Caddesinde Cliff’s Variety diye bir hırdavatçıya girdiğimde, tencere-tava ve kurabiye kalıbı gibi şeylerin satıldığı bölümde duran bir görevli ne aradığımı sordu ve konuşma birden bütün bu olup bitenlere kaydı: Çarşamba günkü Tesla protestosuna, bu başımıza gelenlerle nasıl baş ettiğimize. Sanki ruhum huzur bulsun diye kiliseye gitmişim gibi hissettim kendimi; oysa sırf bir uzatma kablosu ve gökkuşaklı bir bayrak almak için hırdavatçıdaydım. Bütün bu olup biten berbat şeylerden dolayı üstüme fena halde bir ağırlık çökmüştü. Evet bütün bir sabahı felaket haberlerini ekranda birbiri peşisıra indirerek geçirmiştim; oysa bilirsiniz, ben dipsiz kuyunun dibini görsem de hep ışığı, hep tutunacak bir yer ararım. Şu sıralar dipsiz kuyu gerçekten çok derin ve canavarlarla dolu – Kash Patel’in Federal Soruşturma Bürosuna (FBI) atanması, Ukrayna’nın terk edilmesi – biliyorsunuz gerisini.

Ama Cliff’s hırdavatçısını bilmiyor olabilirsiniz. San Francisco’nun Castro mahallesinin tam göbeğinde 89 yıllık bir hırdavatçıdır burası. Hırdavatçı deyip geçmeyin, harika insanların çalıştığı bir yerdir burası ve ev eşyalarıyla dikiş-nakış öteberisinin bulunduğu bir de müştemilatı vardır; orada da festival maskelerinden, ışıltılı takılardan ve taçlardan oluşan mükemmel bir koleksiyon bulunabilir. Başka nerede hem matkap uçları hem de yapay elmaslar bulabilirsiniz? Kendinizi hem bir diva gibi hem de becerikli bir usta gibi hissettiren başka bir cennet köşesi var mı? Mutfak eşyası reyonundaki geçici rahibim bana güven verdi ve dayanışma gösterdi, kendisiyle ayaküstü biraz sohbet ettik ve bir gece önceki Tesla mağazasının önündeki protesto eyleminde çektiğimiz resimleri birbirimize gösterdik.

San Francisco’nun merkezindeki Tesla’nın önünde federal işçiler tarafından ve onlara yapılan protesto çağrısına gelen insanlar inanılmazdı. Sanki o geniş Van Ness Bulvarından geçen her dört arabadan biri korna çalıyor, yoldan geçen MUNI otobüs sürücülerinin hemen her biri uzun uzun kornalarını öttürüyor, oradan arabasıyla geçenler yumruklarını havaya kaldırıp haykırıyorlardı. Orada biriken kalabalık harikaydı, belki daha öncesinden alışık olduğum kadar gürültücü ve enerjik değildiler ama oradaydılar. Federal işçileri desteklemek ve darbeye de onun elebaşlarına da karşı koymak için oradaydılar, o sırada önemli olan da buydu zaten.

Aralarından bazıları da federal işçilerdi. Görünürde tek polis yoktu, kaldırım doldu diye homurdanarak gelip geçen kimse de yoktu.

Tesla önünde gösteri, San Francisco, Çarşamba, 19 Şubat

Sonra eve dönmek için bir MUNİ otobüsüne atladım, toplu taşıt kartımı bastığımda yetersiz bakiye çıktı, bunun üzerine pejmürde kılıklı biri bana bozuk para vermeyi teklif etti, otobüs şoförü de ona uzattığım bir dolarlık banknotları elinin tersiyle itti ve bana bir geçiş kartı uzattı, derken ben az önce arkadaşıyla tartışan Siyahi gençle konuşmaya başladım, arkadaşı az önce otobüsten inmişti. Ben de inmeden önce onun elini tuttum – nasıl da yumuşacık gencecik bir eldi o— ve ona iyilikler diledim, o da bana diledi.

Nereye gitsem sanki insanlar her zamankinden daha çok varlık göstermeye, ilişki kurmaya ve en iyi hallerini takınmaya çalışıyordu. Bu bir acil durum davranışıdır. İnsanlar şehirleri bombalandığında ya da sel baskınına uğradığında ya da yangınla kül olduğunda böyle davranırlar, her zamankinden daha fazla ihtimam gösterirler, her zamankinden daha fazla hazır ve nazırdırlar, kendilerinin en iyi yanları başkalarının en iyi yanlarıyla bir araya gelir. Derken çevrimiçi bağlanan gerçek bir rahip tanıdığım, bana teselli (comfort) kelimesinin güç vermek anlamına geldiğini hatırlattı (comfort kelimesindeki com birlikte, ortaklaşa anlamında; fort kısmı da fortress [kale], fortitude [metanet, dayanıklılık] ve fortify [güçlendirmek] anlamında), belki de iyilikle güçlendirmek gibi bir anlama geliyordu bu. Yani bizler elimizden ne geliyorsa, yani kendimizi vererek, yani birbirimizle gerçekten birlikte olarak birbirimizi güçlendiriyorduk.

Hemen her şeye saldırının bu ilk ayının çoğunu belki de aşırı temkinli bir teyakkuz haliyle –kortizol mu, adrenalin mi neyse artık– atlatmayı başardım. Öfkeyle değil ama azılı bir korumacılık ve güçlülük duygusuyla. İşte o güç dün biraz sendeledi: sırf yorgun olduğumdan ve sırf –nasıl demeli? – hani onca şeyin ve onca varlığın yok edildiğini, hiçe sayıldığını, horlandığını gördüğümüz zaman içimizi saran duygu vardır ya, nedir o duygu? Keder, dehşet, hüzün, infial ve bitkinlik hangi kavşakta birbirlerini bulurlar?

Dün gece biraz daha iyi uyudum, onun için kendimi daha zinde hissediyorum ama daha az hüzünlü değil. Hem ben, hem de hepimiz bir felakete tanıklık ediyoruz: gaddar ve aptalca bir felakete, kurulması onlarca yıl almış olan bir şeylerin kırılışına, –yurtiçindeki kurumlarıyla, uluslararası ittifaklarla – 249 yıldır nispeten istikrarlı sayılabilecek bir ülkenin yıkımıyla, iklim değişikliğiyle dengesi bozulana kadar bugünkü durumunu yüzbinlerce yıldır kesinkes koruyabilmiş iklimle, milyonlarca yıldır varolmayı başarmış türlerin mahvoluşuyla birlikte bir yıkıma tanıklık ediyoruz. Bu yıkım, tüyler ürperten ve yürek burkan ne varsa işte onların merkez kavşağında duruyor.

Demek istediğim şu: biz öyle bir kültürde yaşıyoruz ki, çoğu zaman sanki en önemli işimiz mutlu olmakmış gibi bir ısrar var, sanki başka herhangi bir şey olması ya da mutluluğun yeterince olmaması bir başarısızlıkmış gibi. Aslında ben de bu iç karartıcı kriz ortamında bulabileceğimiz ya da yaratabileceğimiz ya da sunabileceğimiz her türlü neşe, dinginlik ve yüreklendiricilik ânını değerlendirmekten yanayım; ama üzgün olmak da sorun değil. O hüzün aslında bir özen belirtisi – ve bu krizle ilgili çarpıcı ve aynı zamanda yüreklendirici olan şeylerden biri de insanların özen göstermeye ne kadar önem verdikleri. (Bir süre önce bir yazar da bana yüreklendirme kelimesinin cesaret aşılamak olduğunu hatırlatmıştı). O hüzün de bunun bir göstergesi işte – bir zamanlar romancı Zadie Smith, başka bir romancının kayıp ve hüzünden söz ederken yazdıklarını alıntılayarak şöyle demişti: “Ne kadar değerliyse o kadar acıtır.”

Saldırıya uğrayan bütün bu şeylerin bizim için ne kadar değerli olduğunu hissediyoruz. En büyük korkum, kamuyla ilgili bu büyük tehditler karşısında insanların ilgisiz kalması, onları o sırada ve doğrudan etkileyen birşey yoksa hiç etkilenmeyecekleri ya da özen göstermelerini gerektirmeyeceği ya da zaten bu konuda yapabilecekleri birşey olmadığı düşüncesine kapılmaları. Ya da kendilerini güçsüz hissedip vaktinden önce teslim olmaları; üstelik bizim elimizden hiçbir şeyin gelmediğini, güçsüz olduğumuzu –yanlış da olsa – bize anlatan onca şey varken. Biz hâlâ bununla nasıl baş edebileceğimizi bulmaya çalışıyoruz, ama işte o özen var ya, o her şeyin temeli.

Bu idealizmin bir veçhesi, toplumun bir üyesi olduğunu gerçekten hissetmenin ve bir toplumu toplum yapan, bir ülkeyi ülke yapan sistemlere duyulan bağlılığın ve verilen değerin, vergilerimizle desteklenen federal programlar aracılığıyla doğal dünyamıza ve birbirimize nasıl özen gösterdiğimizin bir ifadesi. (Sağ kanadın vergilerden bu kadar nefret etmesinin nedeni daha çok bencillikle ve kendilerinin de onlara güvenilir içme suyu ve ulusal parklar sağlayan, kamu yararını gözeten sistemlerin bir parçası olduklarını ve bütün bunları da önemsediklerini inkâr etmeleriyle ilgili). İnsan doğasının bir de sinik tarafı vardır ki dar bir tanımlamayla alabildiğine bencil olduğumuzu ve sadece kendi çıkarımızla ilgilendiğimizi ifade eder; politikacılar çoğu zaman bunu bize, sanki böyleymişiz gibi pazarlamaya çalışırlar. Ama daha geniş bir açıdan baktığımızda insanlar ideologdurlar, onların ideolojisini beğenseniz de beğenmeseniz de. Bencillik de bir ideolojidir, insanların o an için kendi çıkarları neyse ona karşı oy kullanmalarına hizmet eden bir ideoloji. (Bu konuda Beyazlıktan Ölmek [Dying of Whiteness] diye bir kitap var). Hınç dolu bir duyguyla bu yıkıma yol açanlar, bizim idealist olmak yerine kendi çıkarlarımızı gözeteceğimize, isyankâr olmak yerine korkakça davranacağımıza bel bağlıyorlar. Umarım biz bunu boşa çıkarırız.

Amerikalılar, federal hükümetin yapıp ettikleri ve bunun yaşadıkları hayatla nasıl içiçe geçtiği konusunda hızlandırılmış bir ders programına tabi tutuluyorlar. Hükûmetin –Orta Doğu siyasetinden tutun da petrol sanayiini ayağa kaldırmaya kadar– yaptığı bir sürü berbat şey olduğu halde, bir yandan da Head Start (dar gelirli ailelerin çocuklarına yardım) ve Medicare (Halk Sağlığı) gibi programlar ve bilimsel araştırma ve kamu arazilerinin yönetimi ve posta hizmetleri gibi şeyler de var. Federal işçilerin ve çalışanların en iyi yanlarına tanık oluyoruz – yaptıkları işe adanmışlıklarını ve çalışma arkadaşlarıyla dayanışmalarını görüyoruz; bilgiyi arttıran ya da güvenliğe ya da sağlığa katkıda bulunan, ya da doğayı koruyan programların başını çektiklerinde nasıl bir idealizm ile davrandıklarını görüyoruz –- tıpkı meslek hayatlarının ve geçim kaynaklarının sabotaja uğramasından nasıl acı çektiklerini gördüğümüz gibi. Öylesine çok mahvedilmiş hayatla ilgili öylesine çok hikâye bir bir ortaya çıkıyor ki.

Ama hüzün beni durduramaz. Ve üzgün olduğumu söylüyorsam ne hissettiğimi anlatıyorum ben, ne düşündüğümü değil. Uzun zamandır iklim konusunda bir duyguyla ilgili olarak çaresizliği saygıyla karşıladığımı ama bir tahlil olarak kabul etmediğimi söylemişimdir. Amerikalılar, bir yandan, ebediyen ve imkânsız bir şekilde mutlu olmaya, yani kendilerini her türlü dert ve tasadan uzakmış gibi hissetmeye özendirilirken, öte yandan – ya da bir takım başka cenahlardan – öfkeyi de inanılmaz derecede yararlı birşeymiş gibi görmeye teşvik ediliyorlar. Kimi zaman öfkenin dile getirilmesi, sanki özen göstermenin doğru bir belirtisiymiş, o öfkeyi açığa vurmanın da yapılacak işin kendisiymiş gibi davranılıyor, sanki sizin tek istediğiniz şey, doğru kişi olup doğru duyguları da dile getirip doğru bir izleyici topluluğuna sunmakmış gibi (sosyal medya bu tarz bir performansı teşvik etmekte çok başarılı). Ama yapılacak iş, o işi yapmaktır bana göre – yani neyle ilgili öfkeliyseniz onu ele almak ve değiştirmeye çalışmak. Öfkeliyseniz de değilseniz de. O iş neyse ve kendinizi nasıl hissediyorsanız o işi yapabilirsiniz.

Yapılacak iş mutlu olmak; üzgün, öfkeli, duygusuz ya da başka birşey olmak değil. Yapılacak iş, bu yıkıma karşı çıkmak için yapılması gereken işi yapmaktır. Ama bu işi yapmayı sürdürebilmenin şartı da kırılıp dökülmeden ya da bitip tükenmeden ya da yandaşlarınızın damarına fazla basmadan kendinize özen göstermektir. Benim çok yararlı bulduğum bir şey, duygularla taahhütler arasındaki farktır – çaresizlik ya da hüsran ya da tükenmişlik gibi şeyler hissedebilirsiniz ama gene de taahhütlerinizden ya da ilkelerinizden vaz geçmezsiniz. Duygular rüzgâr gibi havada dönüp dönüp durmadan değişen akımlar gibidir. Taahhütler, ilkeler ise üzerine güneş ışınlarının ve yağmurun indiği dağdır ve dağ da dağ olarak kalır. Fırtınalarınıza ve ışınlarınıza dikkat edin ve bütün bunların üzerine yağdığı dağa da dikkat edin.

Bir kelime kökeni daha: İyilik anlamına gelen kindness’daki kind kelimesi kin (akraba) kelimesiyle ilişkilidir, yani yakınlar ya da aile anlamına gelen kinship kelimesinde olduğu gibi. İyilik de yakınlığın, yoldaşlığın, birbirine bağlı olmanın kabulü değil midir? Onca zararın, iyilikten alabildiğine mahrum olan insanların işi olduğuna ve bu mahrumiyetin bağ kuramamalarından kaynaklandığına inanıyorum (dün gece CPAC sahnesinde kafayı bulmuş, iler tutar tarafı olmayan bir Elon Musk’ı seyrederken, çoğu kimse de onun ketaminle uçurtma gibi havalandığını düşünürken, aslında bu insanların kendileriyle bile bir bağ kuramadıklarını hatırlamak lazım). İyilik bir zaaf olarak görülür, oysa bir güçtür, hem başkalarına özen gösterebilmek bakımından hem de hepimizin birbirimize bağlı olduğunun kabulü olması bakımından bir güçtür. Sizin teselli kelimesindeki kaleyi, iyilik kelimesindeki yakınlığı ve yüreklendirme kelimesindeki cesareti bulmanızı diliyorum, hem verdiklerinizle hem de size verilenlerle.

Hamiş: Biraz da hoş bir haber: benim birlikte çalıştığım şahane organizasyoncular ve gönüllüler bir Direniş Listesi (Resist List) oluşturdular. Bu, planlanmış olan ve halen devam eden her türlü direnişin bir listesi (en azından bazılarının, biraz sabırlı olun, daha yeni başlıyoruz). Buna BlueSky sitesinden ulaşabilirsiniz. Kısa bir süre sonra buna daha fazla sosyal medya platformu da ekleyeceğiz. Ha bir de şu var, bu krizde kendi gücümüzü ve yapabileceklerimizi anlamak açısından ayrıca yararlı bulabileceğiniz bir site de bu listeye ev sahipliği yapıyor.

HaHamiş: Bu yazının e-mail olarak yollanmış nüshasının alt tarafında yer alan bir takım notların/taslakların/kıvırzıvırın filan olmadığını fark ettim! Sonra da bunların silindiğini. Ama sıkı durun! Bir düzeltmeni işe almama ramak kaldı – tabii bu, yazıları yayınlama işini biraz yavaşlatacak ama bir yandan da derleyip toparlamaya yarayacak.


* Rebecca Solnit'in Meditations in an Emergency'de yayımlanan 'THIS IS REALLY HARD (BUT WE ARE NOT QUITTING): REFLECTIONS ON KINDNESS AND RESOLUTENESS' adlı makalesi Nur Deriş tarafından çevrilmiştir.