Çağdaş Türk edebiyatının usta yazarlarından Selim İleri'nin 75 yaşında hayatını kaybetmesinin ardından kendisini İncilâ Bertuğ ile 25 Şubat 2002 tarihinde gerçekleştirmiş olduğu Bayram Özel söyleşisi ile anıyoruz.
İncilâ Bertuğ: Günaydın sevgili dinleyiciler. İşte bir bayram daha bitti, Kurban Bayramı'nın dördüncü günündeyiz. Konuğumuz, hepinizin çok yakından tanıdığı edebiyat dünyamızın, kültür dünyamızın çok önemli bir ismi Selim İleri. Hoş geldiniz.
Selim İleri: Hoş bulduk, teşekkür ederim.
İ.B.: Bu bayram programlarının bir özelliği var, daha doğrusu bir özellik getirmeye çalışıyoruz. Önce bayramlarla giriyoruz, her konuğumuzu çocukluklarına geri götürüyoruz. Çocuklukları nerede geçti, nasıl bayramlar yaşadılar? O yüzden sizinle de böyle bir çocukluğa geri gidelim. Siz zaten çok güzel ifadelerle hep gerilere gidip, gerileri hep inceleyip bize aktarıyorsunuz Bu programda da yine öyle yapalım, nerede geçti çocukluğunuz?
S.İ.: Çocukluğumun bir kısmı Kadıköy'de geçti, Bahariye Caddesi'nde otururduk ve bir kısmı da Cihangir'de geçti çünkü arada kısa bir dönem Almanya var - babamın işi dolayısıyla Almanya'ya gitmiştik ve dönüşte Cihangir'e taşınmıştık. Ama çocukluk dediğiniz vakit Kadıköy'ü daha fazla anımsıyorum ben çünkü o zamanlar çok etkileyici bayramlardı benim için. Kadıköy’den İstanbul tarafına geçilirdi, diğer zamanlar geçilmezken bayramda muhakkak geçilirdi.
Aksaray'da dedemin anne tarafından, dedemin annesi büyük babaanne otururdu, ona gidilirdi Aksaray'a. Bu benim için çok etkileyici bir yolculuk olurdu. Cihangir'e taşındıktan sonra zaten hep bu yakada olduğumuzdan o eski vapur heyecanı, İstanbul tarafına geçme heyecanı epey kayboldu. O bayramlarda, çocukluğumdan kalan bayramlarda hep aklımda kalan o babaanne, bahsettiğim babaanne, rahmetli Feride babaanne geçimsiz bir insandı. Bayramda hep barışılmaya gidilirdi ona.
İ.B.: Çok güzel. Bayramların bir görevi de o zaten,
S.İ.: İşte çok soğuk bir şekilde el öptürtür, fakat çok geçmeden yeniden bir kavga çıkar öbür bayrama kadar. Çıkardığı kavgalar da çok ilginçti. Bir bayramı hiç unutamıyorum, kaç yaşındaydım bilmiyorum ama o anekdot haline geldiğinden, belki aile arasında da anlatıldığından onu hatırlayabiliyorum; saat iki falan olmuş, hatta iki buçuk... Öğle yemeği daha çıkmamış. Dedem sordu babaanneme, ‘Ne zaman yemek yiyeceğiz?’ diye. ‘Bakkaldan yoğurt alacak değilim ya, Ziraat Mektebi’nden bekliyorum, yoğurt gelecek’ dedi. Ziraat Mektebi Halkalı'da ve tabii o devrin taşıma imkanlarında Halkalı çok uzak bir yer. Özellikle oradan getirtiyor ki yemek geç çıksın diye. Yine kavga koptu ve dargınlıkla bitmişti.
Cihangir'e geçtikten sonra oradaki bayramları da çok etkileyici olarak hatırlıyorum çünkü o bayramlarda Cihangir, değişik dinlerdeki insanların iç içe yaşayabildiği bir yerdi ve hiç bitmeyen bayramlar olurdu. Yani Hristiyanların Paskalya'sı ile başlar, o biterken Musevilerin Hamursuz’u, arada bizim Kurban, Şeker…İnsanlar hep birbirlerine gidip gelirlerdi bu bayramlarda, Cihangir'i o özelliği ile hatırlıyorum.
İ.B.:Çok özel, çok önemli bir şey.
S.İ.:Evet hoştu, çok hoştu. Daha henüz 6-7 Eylül olayı yaşanmamıştı, hemen o sıralarda yaşandı ama asıl büyük göçler başlamamıştı tabii. O yüzden Cihangir’in kozmopolit bir ortamı vardı. Türk, Rum, Ermeni, Musevi hep iç içe yaşanırdı ve onların da bayramları bizim bayramlarımızdı, bizim bayramlarımız da onların bayramı olurdu. Şimdi tabii çok değişti bunlar.
İ.B.:Buraya yine gelelim, çok önemli bir şeyi işaret ediyorsunuz ama ben Kadıköy'e döneyim. Kurban Bayramı'nda olduğumuza göre Kurban Bayramı’na özel şeyleri soralım. Mesela bayramdan iki gün evvel hayvan alınır, koyun alınır, bahçede bekletilir, ihtimamla bakılır. Böyle şeyler yaşadınız mı? Hatta çoğunluğun söylediği şey, ‘o iki üç gün ihtimamla bakılan hayvanı kesilmesine dayanamazdım’, siz de böyle şeyler yaşadınız mı?
S.İ.:Öyle tabii, benim de öyle. Ben pek sevmem Kurban Bayramları’nı, Şeker Bayramı bana daha etkileyici gelir. Herhalde o sevmememin sebebi de kurban kesilmesi. Dedemlerin apartmanında arkada büyük bir bahçe vardı, oraya alınırdı zavallı kurbancık ve sonunda söylediğiniz gibi kesilirdi. Hiç sevmezdim, bakmaktan bile hoşlanmazdım ama tabi evin çocuğu olmak dolayısıyla zorla taşıtılırdı.
Bir de tabi bana çok komik gelen bir şey var - daha o zamandan demek ki adetler değişmeye başlamış; Kurban Bayramı'nın asıl sebebi fakirlerin, yoksulların evine bir miktar et göndermek ise tam tersi olurdu. Apartmandaki en zengin insana kurbanın en fazla, en değerli tarafları verilir, ondan sonra etten ne kalıyorsa, etin en kötü kısımları yine zavallı yoksullara giderdi. Bana çok saçma geliyor bu şekilde tam uygulanamaması, dönüşüme uğramış olması. Daha o zamandan yani bundan aşağı yukarı 40 yıl öncesi, 40 yılı aşkın öncesinden bu var. Demokrat Parti'nin son yıllarıydı. Müthiş bir kent, kültürümüzde zenginleşme var ama onunla paylı olarak da bir görgüsüzleşme başlamıştı. Bunları çok hatırlıyorum. Tabii bu bayramlarda insanların birbirlerine geliş gidişleri bile bir içtenlikle değildi, yine bir ast üst ilişkisi içerisinde olurdu. Dayım, Demokrat Parti döneminde Devlet Demiryolları’ndaUmum Müdürüydü. O yüzden dayımdan bir takım ricaları, talepleri olan insanlar anneannemlere gelirler, hatta bizim dayımla bu anlamda bir ilişkimiz olmamasına rağmen bize bile gelirlerdi. Onları hatırlıyorum.
İ.B.:Peki, ziyaretini hatırlıyor musunuz?
S.İ.:Tabi muhakkak ama belleğim daima Şeker Bayramlarına ayrılmış. Bir de başka bir anekdot var Kurban Bayramı’na ait, benimle ilgili değil ama annemle ilgili. Annem hiç yaramaz bir insan olmamasına rağmen yaramazlık yapacağı tutmuş herhalde çocukluğunda, Kurban Bayramı’nda işte dört keçi kesilmiş, etler kavrulacak herhalde, unlanmış, yan tarafta da lokum duruyor. Annem lokumların içerisine o etlerden üç dört tane koyup ikrama götürmüş. Çocukmuş ve işte kime düştüyse, zavallı almış onu ve tabii bir şey de söyleyememiş, o çiğ et ağzının içinde, sonra gizli çıkartmış. Tabii anlaşılmış, bir temiz dayak yemiş.
İ.B.:Peki, çocuklara hep özel muamele edildiği fikri var eskiden bayramlarda, hatırlıyor musunuz?
S.İ.: Tabi bayramlık giysiyi hatırlıyorum, giysi değilse bile ayakkabıyı hatırlıyorum, biz uyuduktan sonra yatağın altına konup da sabah giyeceğimiz ayakkabıyı hatırlıyorum, uyumadığımı, konduğu vakit uyuyormuş gibi yaptığımı hatırlıyorum. Bir de tabi bayramda gezmeye götürülürdük, onu da hatırlıyorum. Yani yalnızca bayram ziyaretlerine değil, aynı zamanda bayram yerlerine de giderdik.
İ.B.:Kadıköy'de bayram yeri...
S.İ.:Kadıköy'ün neresiydi onları hatırlayamıyorum ama Cihangir'e taşındıktan sonra lunaparka giderdik fakat lunapark da neredeydi onu da tam çıkaramıyorum. Ama atlı karıncaya, dönme dolaba bindiğimizde onları çok iyi hatırlayabiliyorum. Bugün İstanbul'da var olan iki-üçlunaparktan biri değildi, başka bir yer olması gerekiyor ama tam yerini çıkaramıyorum. Bir de tabii şeyi severdim, Eyüp Sultan'a gidilirdi, bayramlardan önce gidilirdi, evet, onu hatırlıyorum, çok güzel olurdu çünkü Cihangir'de oturduğumuz yıllarda bütün mahallenin çocukları yine mahallenin hanımlarıyla birlikte, annelerle birlikte kalabalık bir şekilde giderdik. Orada Eyüp'te bir fırın vardı, o fırın çok ünlü bir fırındı. Oradan halka alınırdı ve çok lezzetliydi bu halkalar. Simit alınırdı ama daha çok halkası lezzetliydi.
İ.B.:Fırının adını hatırlıyor musunuz?
S.İ.:Hayır, hatırlamıyorum. Bir de yine Eyüp'te, Eyüp oyuncaklarının sonlarına rastladım.
İ.B.:Gördünüz mü?
S.İ.:Evet gördüm.
İ.B.:Çok harika bir bilgi bu. Eyüp oyuncakları hep çok meşhur.
S.İ.:Çok narin, naif yani insan elinin bütün inceliğini taşıyan oyuncaklardı bunlar.
İ.B.:Öyle mi?
S.İ.:Çok derme çatma yapılmış. Çocuk at arabalarını düşünün ama o derme çatma, el sanatlarımızın inceliği olan, kendiliğinden artistik bir boyut edinmiş.
İ.B.:Hiç böyle düşünmüyordum. İnanır mısınız, herhalde kaba saba, tahta şeyler diyordum.
S.İ.:Hayır, çok incelikliydiler, naif şeylerdi ve doğal boyalarla boyanmışlardı. Mesela soğan kabuğuyla boyanmış ya da ne bileyim bir takım yapraklarla, bitkisel boyalarla falan boyanmışlardı. O boyalar çarçabuk ele çıkardı.
İ.B.:Ama çocuğa zararı yok.
S.İ.:Zararı yok ama üstü başı biraz lekelerdi, annelere biraz zararı dokunurdu. Sonra küçük, o düdük sesi çıkaran testileri de çok çok, daha net hatırlıyorum çünkü onlar herhalde ben 12-13 yaşına gelinceye kadar vardılar. Şimdi yine yapılıyor, ben gittim Eyüp'e geçenlerde ama tabii o eskinin duygusunu vermiyor.
İ.B.:Hangisi yapılıyor?
S.İ.:Oyuncaklar değil, oyuncakların artık yapılabileceğini sanmıyorum. O başka bir insan eliydi tabii ki.
İ.B.: Başka bir hayat değil mi?
S.İ.:Başka bir hayatın... İnsanlar henüz daha orta düzeyde oldukları için büyük şeylere heves etmedikleri, gelecekteki insanlar için refah temenni ettikleri bir dünyanın eli yapmıştı onları. Bugün açıyorsunuz televizyonu, bakıyorsunuz, ne bileyim o oyuncak reklamları ya da bonbonlar, çikolatalar hep özendirme. Öyle bir dönem değildi tabi o devir, ben onun sonunu çok iyi biliyorum. II. Dünya Savaşı'nda yaşamış olan insanların çocuk yetiştirdiği, o savaşı yaşamış olan insanların çocuk yetiştirdiği bir dönemdi ve hep sizin imkanlarınızın başkalarında olmadığı hatırlatılır, kendi imkanlarınızın değerini bilmeniz istenirdi, sınıf atlama duygusu yoktu tam tersine. Kendi sınıfınızda kalma ve sizden eğer altta bir sınıf var ise o sınıfı yüceltme, yükseltme gayreti olan bir dünyaydı.
İ.B.:Buradan şunu hatırladım - ilgisiz belki ama tam da dediğinize örnek bir şey; Altunizade'de köşkte doğup büyümüş bir arkadaşım var, Allah rahmet eylesin, o anlatırdı. Köşk, 18 odalı filan ve arkadaşım da ailenin en küçük çocuğu - onun için yetişebilmiş bu dönemlere, o yüzden belirtiyorum. Baba kendisinden çok yaşlı, arada sırada bir şeyler alıp eve gelirmiş. Kalbi hasta, kendisini yoruyor, hafifte yokuşta Altunizade'deki köşk. Eşi dermiş ki, arkadaşımın annesi, ‘Neden Bey, niye bir arabaya binip gelmiyorsun?’ Arabaya binecek paraları var, gerçi İstanbul'da o zaman araba üç beş tane ama o evin parası var. Dermiş ki, ‘Hanım sen beni mahalleye rezil mi edeceksin?’
S.İ.:Bakın nasıl başka bir ahlak.
İ.B.: ‘Ben o insanların içinden sonra nasıl yürüyerek geçeceğim o arabayla geçtikten sonra?’ demiş.Yani tüylerim diken diken oluyor.
S.İ.:Çok etkileyici bir şey tabi.
İ.B.:Bakışa bakar mısınız?
S.İ.:Gözü tokluk tabi.
İ.B.:Varlıktan utanıyor yani başkasına sergilemekten.
S.İ.: Şimdi siz bunu söyleyince, Behçet Necatigil’in bir mısrası geldi aklıma, ‘Biraz daha iyi yaşamaya özlemli’ diyor. Bir fakir mahalleyi anlatıyor da ‘Yalnız biraz okumuş karı koca ikimiz, biraz daha iyi yaşamaya özlemli’. Adeta bir suç gibi bunu söylüyor ama bugün bunların hiçbirisinin kaldığını düşünmüyorum ben.
İ.B.:Hiç.
S.İ.:Yani hiçbirimizde yok, yalnızca başkalarını suçlayarak konuşmuyorum, hiç kimse de yok böyle bir şey.
İ.B.:Öyle bir bombardıman altındayız çünkü değil mi?
S.İ.:O da var. Bencilleşme de var, müthiş bir bencilleşme de var sanıyorum. O bombardımandan insan korkup geriye çekilebilir ama çekilmiyoruz. O bir yaşama biçimi oldu, bütün o geleneksel terbiye sona erdi.
İ.B.:Eyvah! Bayram sabahı da moral bozucu oluyor ama geçmiş bayramları konuşmamızın nedeni de bu. Yitirdiğimiz şeyler, yerine koyamadıklarımız.. Acaba koyduğumuz var mı? Bunları da sorgulamak bakımından da bu bayram sohbetlerini yapmak istiyorum. Şu Eyüp oyuncaklarını anlatmış olmanız benim için çok çok önemli bir bilgi oldu.
S.İ.:Çok güzeldiler. Ben daha çok arabaları, o ahşaptan ki ahşap bile değil, kontrplak denebilir belki, bilemiyorum, onların büyük ihtimalle portakal sandıklarından, limon sandıklarından falan yapıldığı aklımda kalmış. Onu değerlendirmek, çocuğa hem oyuncak duygusunu vermek, hem bir el işi, hem de aynı zamanda çocuğun da onu yapabileceği duygusunu bırakmak, daha küçük yaştan ona heves ettirtmek, onun da böyle bir şeyler yaparak hayatı atılması...
İ.B.:Üreticiliğini ortaya çıkarıcı değil mi?
S.İ.:Evet, öyleydiler. Çok güzel atlar hatırlıyorum yine o şekilde yapılmış. Görüntü itibariyle belki kaba gibi geliyor şimdi anlatınca ama değildiler, hiçbirisi kaba falan değildi. Naiftiler, çok naiftiler.
İ.B.:Ne kadar önemli bir özellik o naiflik, sizinle bir ilişki kurmasına sebep oluyor. Mesela şimdi çok daha güzel, çok daha ileri teknikle yapılmış şeyleri çocukların nasıl kullandığını biliyorsunuz.
S.İ.:Bakması ile atması bir oluyor. Bir de o kadar çok oyuncak sahibi ki çocuklar, özellikle belli bir kesimin çocukları... Tabii onlar için artık oyuncak bir değer taşımaz hale geliyor. Bizim nesil öyle değildi yani insanın üç-dört tane oyuncağı ya vardı ya yoktu. Benim bir oyuncak ayım vardı, bir de elektrikli trenim... Tek lüks sayılabilecek şey, o trenler çok meşhurdu.
İ.B.:Her eve girince olay olur.
S.İ.:Tek lüks oyuncak oydu, onun dışında bu tarz oyuncaklardı. Eyüp’e gittiğimizde her seferinde muhakkak alınırdı onlardan ama sonra yavaş yavaş herhalde bitmiş o oyuncakçılık. Cihangir'e taşındıktan iki-üç yıl sonrasında hiçbir şey hatırlayamıyorum, sadece testiler aklımda kalmış. Testileri çok uzun yıllar bulduk.
İ.B.:Ama Eyüp'e gidişiniz hep devam etti çocuklukta.
S.İ.:Etti.
İ.B.:Oyuncaklar yok oldu ama Eyüp ziyaretleri devam etti.
S.İ.:Eyüp ziyareti devam etti. Eyüp'e sonra ben çok uzun yıllar gitmedim, herhalde lise çağında gitmiştik, onu hatırlıyorum. Gidiş sebebimiz de Eyüp Sultan ziyaretiydi, bir semt topoğrafyası üzerine. Hocamız Rauf Mutluay'dı, Allah rahmet eylesin. Rauf Bey öyle bir şey yaptırmıştı, semti dolaşmıştık. Ondan sonra sanıyorum ki herhalde 20-25 yıl Eyüp'e gitmedim ben. Bundan yedi-sekiz sene önce en son gittim, inşaat alanı halindeydi. Şimdi sanıyorum, görmedim ama söylenen o ki yeniden çok güzel bayındır hale getirilmiş.
İ.B.:Geçen yıl gittim, çok düzenlenmiş.
S.İ.:Eyüp Belediye Başkanı hatta bir yazımdan kırılmış, aradı beni, ‘Çok isterim gelin bir gün ben size gezdireyim’ dedi, ‘Çok değişti orası’ dedi. İnşallah gideceğim ben de.
İ.B.:Çok değişmiş hakikaten yani eski değerleri ortaya çıkarıcı çalışmalar var. Balat'ta da biliyorsunuz o mimari dokuyu koruma endişesi artık çok şükür var - tabii ranta ne kadar dayanır bilmiyorum ama belki özel alan ilan edildiyse rant oraya girmeyebilir.
S.İ.:Sanırım Eyüp de kendi dünyası, uhrevi dünyası içerisinde o ranta gönül indirmeyecek diye düşünmek istiyorum.
İ.B.:İnşallah. Başka semtleri indirdiler ama orası biraz zor gibi görünüyor.
Bir müzik dinleyelim, bir şarkı dinleyelim. Safiye Ayla’nın Münir Nurettin Selçuk hayranı olduğunu biliyorum. Bugünkü programın, bu bayram programı müziklerini de onun üzerine kurduk. Münir Nurettin Selçuk ile başlayalım. Refik Fersan'ın bir mahur şarkısı var, ‘Ver sâkî tâzelendi derdim bu gece’.
Bir bayram programındayız. Konuğumuz Selim İleri ile sohbet ediyoruz. Eyüp oyuncaklarından bugüne şöyle biraz gelelim, bugünün bayramları sizin çevrenizde nasıl?
S.İ.:Valla benim çevremde tuhaf bir tesadüf oldu, bu sorunu beklemiyordum, benim çevremde hala bayram geleneği sürüyor. Benim çok uzun yıllara dayalı, çok değerli dostlarım, Çolpan İlhan ve ailesi, Sadri Bey, Allah rahmet eylesin, onlarda hep o sürer büyük aile geleneği. Bayramda mutlaka Atilla İlhan, Çolpan, bütün akrabalar, çoluk çocuk, torunlar, küçük Sadri, herkes mutlaka Çolpan'da bayramda ilk gün veya ikinci gün bir akşam yemeğinde bir araya gelir ve toplanır. O yüzden ben eski bayram duygusunu en azından Çolpanlar ile yaşayabiliyorum. Aile tarafından artık pek fazla kimse kalmadı ama teyzem ve eniştemde de bayram tutkusu vardır. Seyahat meselesi yoktur yani. Ama onun dışına baktığınız vakit, bir tımarhane gibi bir şey oluyor bayramlar.
Arife gününden veya bir gün öncesinden herkes deliler gibi. Bodrum'a gidilecek ya bir yere gidilecek ki ben ona da çok seviniyorum çünkü İstanbul boşalıyor ve İstanbul'un tadını çıkartma fırsatı oluyor. Hele hava güzel falan da olursa çok hoş oluyor, ta 40 yıl öncesinin İstanbul'u gibi bomboş oluyor sokaklar. Bu çok sevindiriyor beni. Ben kendim bayramda bir yere gitmeyi sevmiyorum. Bu yaşa kadar da - bir yıl hariç yani bundan aşağı yukarı iki-üç sene önce Şeker miydi Kurban mıydı bilmiyorum - Nisan ayında yine çok değerli dostlarım Can Gürsaf, Ersen Gürsaf ve başka dostlarımız ile Bodrum'a gittik. Hava da çok güzeldi ve çok da güzel bir otelde kaldık Bodrum'da. Fakat bu güzellik ilk gece çünkü ertesi sabah kahvaltı etmek için otelin salonuna indiğim vakit bir araba dolusu dolu dizgin koşan çocuk, yerlere savrulan zeytinler, fırlatılan beyaz peynirler, kaşar peynirler ve açgözlü bir kalabalık paranın getirdiği imkanla beni çok rahatsız etti. Yedi gün mü, altı gün mü ne kaldık. Uzunca bir bayram süreciydi, hafta sonu falan da giriyordu. Hep bitişikteki küçük mandıralarda sabah kahvaltısı yapıp - halbuki otelde onun parasını da ödüyorsunuz - öğle yemeklerini, akşam yemeklerini dışarda yerdik. Bir daha o salona inmedik.
İ.B.:Ben de tam bunu soracaktım yani geçmişte neleri yaşadık, kaybettik, bugün yerine ne inşa ediyoruz derken bunu kastediyordum. Tamam, o otele gidilmiş olabilir ama o otelde acaba o otelin sahibi veya o otele bayram için gelenler bayramı paylaşıyorlar mıydı?
S.İ.:Tabii, şu oluyor sanıyorum; Türkiye'de orta sınıfın kültürü tamamen ortadan kalktı ve onun kalkışıyla birlikte Türkiye'de terbiye de bana sorarsınız - çok muhafazakar gibi konuşuyorum belki ama hiç öyle bir insan değilim - orta sınıfın belli etik değerleri vardı, bu çok önemliydi Türkiye için.
İ.B.:Toplumları ayakta tutan sınıf değil midir?
S.İ.:Kesinlikle çünkü dinamizm var orada. Bu aradan çekilince geriye hüzün dolu bir yoksulluk kaldı ki onu da ben ikiye ayırıyorum; bir tarafı çok hüzün dolu, bir tarafı biraz son 30 yılın, 20 yılın siyasetinin getirdiği bir sınıf atlama - çok çirkin, sırnaşık denebilecek sınıf atlama gayreti. Bir de o atlanmış yeni zengin tabakası, sınıf atlamış yeni zengin tabakası var. Otelin asıl müşterisi onlardı. Otelin sahibiyle biz sohbet ettik, hatta adamın da dikkatini çekti bizim niye yemeklere gelmediğimiz, gitmediğimiz. Konuştuk, bir içki ikram etti bir akşam üzeri. Ama ne yapabilir ki? Oranın ticari sahibiydi, yöneticisiydi, ticari bir iş yapıyorlar ve ister istemez buna mecburlar. Hayır, bir bayram duygusu yoktu insanların. Havuzu vardı otelin, hava da dediğim gibi güzeldi, herkes güneşleniyor, akşam geç saatte dönülüyor, böyle bir başka atmosferdi. O seyahat hikayesinin zaten kendisinde bu yok mu yani bayramı bırakıp gitmek?
İ.B.:Yani hep onu düşünüyordum; acaba bir şey yakalanmış olabilir mi? Tamam, buradan gidilir ama orada bir şey yakalanabilir mi diye düşünüyordum.
S.İ.:Türkiye'nin beni çok ürküten bir Amerikanlaşması var. Türkiye’de 1950'lerde başlıyor küçük Amerika olma hayali ama bugün baktığınız vakit hakikaten Amerika'yı aşmış durumda Amerikanlaşma konusunda. O hava vardı, orada sadece bir Amerikan dünyasını görüyorsunuz. Herkes fazla modern, herkes fazla dinamik, fazla iş adamı, fazla hanım, fazla erkek, fazla eril, fazla dişil... Hep bunu görüyorsunuz ama insan boyutu aradan çekilmiş gibiydi. O tatilden sonra, o bayram gezisinden sonra bir daha da pek çıkmak istemedim, herhalde çıkmam artık.
30 Nisan 1949'da İstanbul'un Kadıköy ilçesinde dünyaya gelen Selim İleri'nin edebiyat ile tanışması, lise yıllarına dayanır. Lise öğretmenleri Vedat Günyol ve Rauf Mutluay’ın etkisiyle edebiyat dünyasına adım atan İleri, ilk romanını 1973 yılında “Destan Gönüller” adıyla yayımladı. O dönemde, edebiyat dünyasında kendisini hızla tanıtmaya başladı ve birçok önemli ödül kazandı. 1976 yılında, Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanan yazar, senaryo yazarlığına da adım atarak, Türk sinemasına katkı sağladı.
Selim İleri, yalnızca romanlarıyla değil, aynı zamanda yazdığı senaryolarla da tanınır. 1971 yılında senaryo yazmaya başlayan İleri, 1973'te Destan Gönüller adlı romanını yayımladı. Ancak onun edebiyat dünyasında adını duyuran asıl eserlerinden biri, 1976 yılında kazandığı Sait Faik Hikâye Armağanı oldu. Yazarın edebiyat kariyerindeki önemli kilometre taşları arasında, 1982'de yayımladığı Kırık Bir Aşk Hikâyesi adlı senaryo, Sinema Yazarlar Birliği tarafından Yılın En İyi Senaryosu seçildi. Yazar, roman ve öykü dışında, deneme türünde de eserler vermiş ve Türk edebiyatının sorunlarına eleştirel bir yaklaşım geliştirmiştir.
Eserlerinin çeşitliliği ve derinliği, Selim İleri'yi yalnızca edebiyat dünyasında değil; tiyatro ve sinema alanlarında da önemli bir figür haline getirdi. İleri’nin yazdığı romanlar arasında Her Gece Bodrum (1976), Cehennem Kraliçesi (1980), Saz Caz Düğün Varyete (1984), Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın (1991) gibi eserler, edebiyatseverlerin ilgisini çekmiş ve yazarın ününü pekiştirmiştir. Ayrıca, Cahide (1998) ve Allahaısmarladık Cumhuriyet (1997) gibi tiyatro oyunları da yazarın farklı türlerdeki üretkenliğini gösteren örneklerdir.
Selim İleri için 10 Ocak Cuma günü saat 10:30'da İstanbul'da Atatürk Kültür Merkezi'nde bir cenaze töreni düzenlenecek. Cenazesi Vaniköy Camii'nde kılınacak öğle namazınının ardından da Sahrayıcedit Mezarlığı'na defnedilecek.