Kördüğüme Yaklaşırken: İfade Özgürlüğü ve Çuvallayan Demokrasi üzerine

Açık Gazete
-
Aa
+
a
a
a

Aşağıdaki metin, Arundhati Roy'un 22 Mart 2023 tarihinde İsveç Akademisi'nde Baskı Altında Düşünce ve Hakikat Konferansı'nda yaptığı konuşmadan aktarılmıştır. 

“Benimseme, kendine mal etme[1] olmaksızın kurgu-yazın olamaz. Çünkü biz kurgu yazarları da yırtıcı avcılarız.”

Arundhati Roy, 24 Mart 2023


İsveç Akademisi’ne bu konferansta konuşma yapmaya beni davet ettikleri ve diğer konuşmacıları dinleme ayrıcalığına sahip olmama vesile oldukları için teşekkür ederim. Bu buluşma iki yılı aşkın bir süre önce, koronavirüs pandemisinin bizler için hazırladığı dehşeti tüm boyutları ile ortalığa salmasından ve Rusya’nın Ukrayna’yı istilasından önce planlanmıştı.

Ancak, bu iki yıkıcı olay, burada üzerinde düşünmek amacıyla bir araya geldiğimiz açmazı veya kördüğümü – yani demokrasilerin tanınamaz bir şeye dönüşmekte olduğu ve fakat endişe verici bir şekilde tanıdık tınlamalara sahip olduğu olgusunu – yalnızca şiddetlendirdi. Düşünce polisliğinin hem çok eski, hem de yepyeni yollarla tırmandırılarak, soluduğumuz havanın kendisinin bile bir tür cezalandırıcı cadı avı makinesine dönüşmesinden söz ediyoruz. Kendini entelektüel kördüğüm gibi hissettiren şeye doğru hızla yaklaşıyormuşuz gibi görünüyor.

Bu konuşmanın başlığında ortaya konan sıralamayı tersine çevireceğim ve çuvallayan demokrasi olgusu ile başlayacağım.

İsveç’e son gelişim 2017 yılında, Göteborg Kitap Fuarı içindi. Birkaç eylemci Fuar yönetiminin İfade Özgürlüğü adına aşırı-sağcı Nye Tider gazetesinin stant açmasına izin verdiği için benim fuarı boykot etmemi istemişti. O zaman, bunu yapmanın benim için saçma olacağını açıkladım, çünkü geçmişte (ve şu anda da) dünya sahnesinde sıcak bir şekilde karşılanan ülkemin Başbakanı, Narendra Modi, 1925 yılında kurulmuş olan ve Mussolini’nin Millî Faşist Parti’sinin “tamamı gönüllü” paramiliter kanadını oluşturan Kara Gömlekliler örnek alınarak oluşturulan aşırı sağcı bir Hindu-Üstünlüğü savunucusu kuruluş olan RSS[2]’nin daimi üyesiydi. Göteborg’da Kuzey Direniş Hareketi’nin yürüyüşünü izledim. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’daki ilk Nazi yürüyüşüydü bu. Yürüyüşü sokakta anti-faşist gençler karşılamıştı.

Ancak, bugün İsveç Hükümeti’nde açıkça Nazi olmasa bile aşırı sağcı bir parti, iktidardaki koalisyonun bir parçası. Narendra Modi de Hindistan’ın Başbakanı olarak iktidarda dokuzuncu yılını sürdürmekte.

“Çuvallayan demokrasi”den söz ettiğimde, esas olarak Hindistan hakkında konuşacağım; dünyanın en büyük demokrasisi olarak bilindiği için değil, orası sevdiğim, bildiğim ve yaşadığım yer olduğu için, kalbimi her gün kıran yer olduğu için. Ve aynı zamanda kırık kalbimi iyileştiren yer de olduğu için.

Söylediklerimin bir yardım çağrısı olmadığı aklınızda olsun, çünkü Hindistan’da yaşayan bizler bize hiçbir yardımın gelmeyeceğini çok iyi biliriz. Hiçbir yardım gelebilemez. Size, kusurlu olsa da, bir zamanlar benzersiz olasılıklarla dolup taşan; mutluluğun, tatminin, hoşgörünün, çeşitliliğin ve sürdürülebilirliğin anlamlarını batı dünyasına göre kökten farklı bir anlayışla sunan bir ülkeden bahsetmek için konuşuyorum. Şimdilerde bunların hepsi ortadan kaldırılıyor, manevi olarak da söndürülüyor.

Hindistan’ın demokrasisi sistematik olarak parçalarına ayrılarak sökülüyor. Geriye yalnızca dinî törenler, ayinler kalıyor. Gelecek yıl, o tantanalı, rengârenk seçimlerimize ilişkin kesinlikle bir yığın şey duyacaksınız. Görünür olmayacak olan ise, adil bir seçimin temeli olan eşit şartların sağlandığı oyun sahasının, sarp ve yüksek bir taş duvardan ibaret olduğudur: Yani gerçekte neredeyse tüm paranın, verilerin, medyanın, seçim yönetiminin ve seçim güvenlik aygıtının iktidar partisinin elinde olduğudur. İsveç’in V-Dem Enstitüsü, demokrasilerin sağlık durumunu ölçen ayrıntılı, kapsamlı veri seti ile Hindistan’ı, El Salvador, Türkiye ve Macaristan’ın yanı sıra “seçimli otokrasi” olarak sınıflandırmakta, işlerin büyük olasılıkla daha da kötüye gideceğini öngörmektedir. Demokrasinin dışına, otokrasinin içine savrulan ya da daha kötüsüne düşmekte olan 1,4 milyar insandan söz ediyoruz.

Hindistan, neresinden bakılırsa bakılsın, şirketleşmiş ve teokratik bir Hindu devletine, yüksek düzeyde bir polis devletine, yüreklere dehşet salan bir korku devletine dönüşmüş durumda.

Demokrasinin gücünü git gide azaltarak işlemez hâle getirme süreci Modi ve RSS iktidara gelmeden çok önce başladı. Onbeş yıl önce Demokrasinin Zayıflayan Işığı başlıklı bir makale yazmıştım. O zamanlar eski, feodal seçkinlerden ve bir de, serbest piyasa ile yeni yeni ve büyük bir hevesle izdivaca giren teknokratlardan oluşan Kongre Partisi iktidardaydı. Makaleden kısa bir bölüm okuyacağım – ne kadar haklı olduğumu kanıtlamak için değil – o günden bugüne ne çok şeyin değiştiğini sizlere gösterebilmek için.

Bizler halen ölümden sonra hayat var mı yok mu diye tartışa duralım, bu arada alışveriş sepetine bir başka soru daha ekleyebilir miyiz? Soru şu: Demokrasiden sonra hayat var mı? Varsa, bu ne tür bir hayat olabilir?

Yani, buradaki soru, aslında, biz demokrasiye ne yaptık sorusu. Onu neye dönüştürdük? Demokrasi bir kez kullanılıp bittiğinde ne olur? İçi boşaltıldığı ve anlamını yitirdiği zaman ne olur? Kurumlarının her biri metastaz yapıp tehlikeli bir şeye dönüştüğünde neler olur? Demokrasi ve Serbest Piyasa neredeyse tamamen kârı en üst düzeye çıkarma fikri etrafında dönen incecik daracık bir hayal gücü ile tek bir yırtıcı organizmada kaynaşıp bütünleştiğinde? Bu süreci tersine çevirmek mümkün müdür? Dönüşüp değişime uğramış olan birşey sonradan eski haline dönebilir mi?

Bu yazı 2009’da yazılmıştı. Beş yıl sonra, 2014’te Modi, Hindistan Başbakanı seçildi. O zamandan bu yana geçen dokuz yıl içinde Hindistan tanınmaz hale gelecek kadar değişti. Hindistan Anayasası’nın emrettiği “laik, sosyalist cumhuriyet” neredeyse ortadan kalktı. Sosyal adalet uğruna verilen büyük mücadeleler ve kararlı, öngörülü çevre hareketleri ezildi. Artık, ölmekte olan nehirleri, yeraltı su düzeylerindeki düşüşleri, ortadan kaybolan ormanları ve eriyen buzulları nadiren konuşuyoruz. Çünkü bu endişelerin yerini çok daha acil kaygılar ve korkular aldı. Ya da, ideolojik hattın hangi tarafında yer aldığınıza bağlı olarak, coşkulu naralar…

Hindistan, neresinden bakılırsa bakılsın, şirketleşmiş ve teokratik bir Hindu devletine, yüksek düzeyde bir polis devletine, yüreklere dehşet salan bir korku devletine dönüşmüş durumda. Önceki rejim tarafından içi boşaltılan kurumlar, özellikle de ana akım medya, artık hararetli Hindu üstünlükçü naraları ile dolup taşıyor. Eş zamanlı olarak, serbest piyasa, serbest piyasa her zaman ne yaparsa onu yapmakta. Özetlersek, Oxfam’ın 2023 raporuna göre Hindistan nüfusunun en üstte yer alan yüzde biri, toplam servetin yüzde 40’ına sahipken, nüfusun en altta kalan yüzde 50’lik kesimi (700 milyon insan) toplam servetin yaklaşık yüzde 3’ünü paylaşıyor. Biz, çok yoksul insanları barındırma açısından çok zengin bir ülkeyiz.

Ancak, bu eşitsizliğin yarattığı öfke ve hınç, bu durumun bir kısmından sorumlu olabilecek kişilere yönlendirilmek yerine, hasat edilip toplanarak Hindistan’ın azınlıklarına yönlendiriliyor. En ön safta da nüfusun yüzde 14’ünü oluşturan 170 milyon Müslüman yer almakta. Çoğunlukçu düşünce, bununla birlikte, sınıf ve kast engellerini aşıp diasporada da çok büyük bir seçmen kitlesine sahip bulunmakta.

Bu yılın Ocak ayında BBC, “Hindistan: Modi Tartışması” adında iki bölümden oluşan bir belgesel yayınladı. Belgesel film, Modi’nin 2001 yılında Gujarat eyaleti Siyasi Lideri (Başbakanı) oluşundan, Hindistan Başbakanı olduğu yıllara kadar siyasal geçmişinin izlerini sürüyordu. Film, Eyalet Meclisi seçimlerinden hemen önce 2002 Şubat ve Mart aylarında Modi’nin gözetiminde Gujarat’da gerçekleşen Müslüman karşıtı planlı katliama (pogrom) ilişkin Nisan 2002’de İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan bir iç raporu da ilk kez kamuoyuna açıklıyordu.

Tüm bu yıllar boyunca yasaklanan söz konusu durum tespit raporu, Hintli aktivistlerin, gazetecilerin, avukatların, iki üst düzey polis memurunun ve kitlesel tecavüz ve katliam olgularının görgü tanıklarının yıllardır söylediklerini kaçınılmaz biçimde doğruluyor, destekliyor. Rapor, “en az 2.000” insanın katledildiğini öngörüyor. Rapor katliamı, “etnik temizliğin tüm özelliklerini taşıyan”, önceden planlanmış bir kitle katliamı (pogrom) olarak adlandırıyor. Rapor, güvenilir kaynakların, katliam başladığında polise geri çekilmesinin emredildiğini bildirdiklerini söylüyor. Rapor, katliamdan doğrudan doğruya Modi’yi sorumlu tutuyor.

Film Hindistan’da yasaklandı. Twitter ve YouTube’a filmle ilgili tüm linkleri silmeleri emredildi. Her ikisi de, derhal denileni yaptı. 21 Şubat’ta Delhi ve Bombay’daki BBC büroları polis tarafından kuşatıldı ve Gelir Vergisi Yetkililerinin baskınına uğradı. Tıpkı Oxfam ofislerinin uğradığı muameleler, Uluslararası Af Örgütü’nün ofisleri ve birçok önde gelen muhalefet politikacılarının evleri ve ofisleri, hükûmetle tamamen uyum halinde olmayan hemen hemen tüm sivil toplum kuruluşlarının ofisleri gibi. Modi, Yüksek Mahkeme tarafından 2002 planlı katliamından Yüksek Yargı kararı ile yasal olarak aklanırken, onu kocaman bir kanıtlar kulesine ve görgü tanıklarının yeminli ifadelerine dayanarak suça iştirakle suçlamaya cesaret eden aktivistler ve polis memurları ise ya hapiste ya da ağır ceza davaları ile karşı karşıya bulunuyorlar

Bu arada, hüküm giymiş katillerin çoğu kefalet ya da şartlı tahliye ile hapisten çıktı. Geçen Ağustos’ta, Hindistan’ın bağımsızlığının 75. yıl dönümünde, 11 hükümlü hapisten çıktı. Bu kişiler 2002’deki planlı katliam sırasında Bilkis Bano adlı 19 yaşındaki bir kadına toplu tecavüzden ve kadının bir günlük yeğeni ile başını bir kayaya çarparak öldürdükleri 3 yaşındaki kızı Saleha da dahil olmak üzere ailesinden 14 kişiyi öldürmekten ömür boyu hapis cezalarını çekmekteydiler. Bu hükümlülere özel bir af sağlandı. Tecavüzcü-katiller hapishane duvarlarının dışında, ellerde çelenklerle kahramanlar gibi karşılandılar. Yine bir eyalet seçiminin eli kulağındaydı. Özel af, bizim demokratik sürecimizin bir parçasıydı artık.

Bugün Konferansın daha önceki saatlerinde Profesör Timothy Snyder “İfade Özgürlüğü Nedir?” diye sordu. Az önce söylediklerimin hiçbiri sizleri Hindistan’da ifade özgürlüğü olmadığı sonucuna götürmesin. Hindistan’da ifade ve eylem özgürlüğü var. Hem de bolca var.

Ana akım TV haber sunucuları azınlıklar hakkında, onlara gerçekten fiziksel zarar verilmesine veya hapsedilmelerine yol açacak şekilde, özgürce yalan söyleyebilir, onları şeytanlaştırabilir ya da canavarlaştırabilir. Hindu tanrı-adamları ve elleri kılıçlı-palalı çeteler Müslümanlara yönelik soykırım ve toplu tecavüz çağrısında bulunabilir. Dalitler[3] ve Müslümanlar güpegündüz, herkesin gözü önünde alenen kırbaçlanabilir, linç edilebilirler ve bunların videoları serbestçe YouTube’a yüklenebilir. Kiliselere serbestçe saldırılabilir, rahip ve rahibeler dayaktan geçirilebilir ve aşağılanabilir.

Hindistan’ın, Müslümanların çoğunlukta olduğu tek bölgesi olan Keşmir’de, insanların otuz yıla yakın bir süredir kendi kaderini tayin hakkı için mücadele ettiği, Hindistan’ın dünyadaki en koyu askerî idareyi sürdürdüğü, hiçbir yabancı gazetecinin girmesine zinhar izin verilmeyen o Keşmir’de hükûmet, ister çevrimiçi olsun isterse çevrimdışı, neredeyse her türlü konuşmayı özgürce susturmayı ve yerel gazetecileri özgürce hapsetmeyi kendine en doğal hak görmekte. 

Mezarlıklarla kaplı, kendisinden hiçbir haber alınamayan o güzelim vadide insanlar şöyle der: “Keşmir’de ölüler diridir, yaşayanlarsa yaşıyor taklidi yapan ölülerdir.” Bu insanlar Hindistan demokrasisinden, çoğu kez “iblis deliliği” (demon-crazy) diye söz ederler.

2019 yılında Modi ve partisinin seçimleri ikinci kez kazanmasından birkaç hafta sonra, Cemmu ve Keşmir Eyaleti, Hindistan Anayasası tarafından güvence altına alınmış olan eyalet statüsü ve yarı-özerk statüsünden tek taraflı bir kararla çıkarıldı. Akabinde Parlamento, Vatandaşlık Yasası Değişikliği’ni (VYD) -Citizenship Amendment Act (CAA)- kabul etti. Bu yeni yasa açıkça Müslümanlara karşı ayrımcılık yapmaktadır. Bu uygulama ile çoğunluğu Müslümanlar olmak üzere halk, artık vatandaşlıklarını kaybetme korkusu içinde yaşamaktadır.

Yeni Hindistan’ımız artık bir kostüm ve gösteri Hindistanı.

Yeni Vatandaşlık Yasası Değişikliği, bir Ulusal Vatandaş Kaydı (NRC–UVK) oluşturma sürecini tamamlayacaktır. Ulusal Vatandaş Kaydı’nda (sicilinde) yer almaları için insanlardan bir dizi devlet onaylı “veraset yoluyla edinilmiş mal belgesi” ibraz etmeleri beklenmektedir ki bu, Nazi Almanyası Nürnberg Yasaları’nın Alman halkından talep ettiğinden farklı olmayan bir süreçtir. Assam Eyaletinde daha şimdiden 2 milyon insan Ulusal Vatandaşlık Kayıtları’ndan silindi ve tüm haklarını kaybetmek üzereler. Devasa gözaltı merkezleri inşa edilmeye başlandı: “Yabancı ilan edilenler” veya “şüpheli seçmenler” olarak tanımlanan geleceğin mahkûmlarının ağır köle emeği ile inşa ediliyorlar.

Yeni Hindistan’ımız bir kostüm ve gösteri Hindistanı. Gucerat Eyaletine bağlı Ahmedabad’daki bir kriket stadyumunu gözünüzün önüne getirin. Adı Narendra Modi Stadyumu ve 132.000 kişilik oturma kapasitesine sahip. Stadyum 2020 Ocak ayında Modi’nin dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın ziyaretini kutladığı “Namastey  (Hoş Geldin) Trump Mitingi”nde hıncahınç doluydu. 2002 planlı katliamında Müslümanların güpegündüz katledildiği, on binlercesinin evlerinden sürüldüğü, Müslümanların halen gettolarda[4] yaşadığı şehirde, ayağa kalkıp kalabalığa el sallayan Trump, Hindistan’a hoşgörüsü ve bağrında barındırdığı çeşitlilikten dolayı övgüler yağdırdı. Modi de toptan bir alkış çağrısında bulundu.

Bir gün sonra Trump Delhi’ye geldi. Trump’ın başkente gelişi bir başka katliamla aynı zamana denk geldi. Bu kez olay küçücük, Gucerat standartlarına göre minik bir katliamdı. Trump’ın zarif ve şık otelinden sadece birkaç kilometre uzakta ve benim yaşadığım yere çok da uzak olmayan bir işçi sınıfı mahallesindeydi. Yasal yetkisi olmayan ve kendi düşüncelerine göre zorla düzen sağlayan Hindu milisler bir kez daha Müslümanları hedef aldı. Polis bir kez daha kenarda sessiz durmakla yetindi. Provokasyon şuradaydı ki, bölgede Müslüman karşıtı Vatandaşlık Yasası Değişikliği protestoları görülmeye başlamıştı zaten. Şiddet olaylarında çoğunluğu Müslüman olan 53 kişi katledildi, Yüzlerce işyeri, ev ve cami yakıldı. Trump tek kelime etmedi.

O korkunç günlerden bazılarımızın zihinlerine farklı türde bir görüntü kazındı: ağır yaralı, ölüme yakın genç bir Müslüman erkek Hindistan’ın başkentinde bir sokakta yerde yatıyordu. Polisler tarafından tartaklanıyor, dövülüyor ve Hindistan Millî Marşı’nı söylemeye zorlanıyordu. Birkaç gün sonra ölecekti. Adı Faizan’dı. 23 yaşındaydı. Ona zulmeden polislere karşı hiçbir şekilde harekete geçilmedi.

Demokratik dünyanın ülkelerinde polis ve inzibat amirleri için bunların hiçbiri önem taşımıyor anlaşılan Gerçekten de hiçbirinin önemi yok. Çünkü, sonuçta bakılacak bir sürü başka işleri var. Çünkü Hindistan, yükselen bir Çin’e karşı halihazırda Batı’nın bir savunma ve güvenlik duvarı oluşturuyor (ya da öyle olması umuluyor); zira serbest piyasada az biraz toplu tecavüz ve linçi veya bir gıdım etnik temizliği ya da ciddi bir mali yolsuzluğu, savaş uçakları ya da ticari uçaklar satın almak üzere verilmiş cömert bir siparişle değiş-tokuş edebilirsiniz. Ya da Rusya’dan satın alınıp rafine edilerek ABD yaptırımlarının lekesinden temizlendikten sonra Avrupa’ya ve evet, neden olmasın, gazetelerimizin yazdığına göre Amerika Birleşik Devletleri’ne de satılan ham petrol ile takas edebilirsiniz. Herkes memnun mesut olur. Neden olmasın ki?

Ukraynalılar için Ukrayna kendi vatanları. Rusya için Ukrayna bir sömürge. Batı Avrupa ve ABD içinse bir cephe hattı. (Tıpkı Vietnam gibi. Tıpkı Afganistan gibi). Fakat Modi için bu, gösteri yapacağı bir başka sahneden ibaret. Modi için bu kez, devlet adamı – arabulucu rolü oynama ve “Şimdi savaşın sırası değil” gibi dersler verme ya da nutuklar çekme zamanı.

Kendini gitgide artan bir şekilde bir tarikat gibi hissettiren bu şeyin içinde çok yönlü, karmaşık bir yargı sistemi var aslında. Ancak, kanun önünde eşitlik diye bir şey yok. Yasalar insanların kastlarına, dinlerine, cinsiyetlerine ve sınıflarına bağlı olarak seçmece uygulanıyor. Örneğin bir Müslüman, Hinduların söyleyebileceği şeyleri söyleyemez. Bir Keşmirli başka herkesin söyleyebileceği şeyleri söyleyemez. Mevcut durum, birbirimiz adına konuşarak dayanışmayı her zamankinden daha önemli hale getiriyor. Ancak, artık bu da tehlikeli bir faaliyet haline geldi ve konuşmamın başlığı – Çıkmaza Yaklaşmak – ile kastettiğim şey, tam da bu işte. 

Ne yazık ki, böylesi bir anda, söylenemeyecek şeylerin ve dile getirilmemesi gereken kelimelerin listesi her geçen dakika uzuyor. Günler, hükûmetlerin ve ana akım medya kuruluşlarının, anlatıları kontrol eden tartışma platformlarını kontrol ettiği günlerdi. Batıda bu, çoğunlukla beyaz insanlar olurdu. Hindistan’da brahmin[5] toplulukları. Bir de, tabii ki, sansürle suikastin aynı anlama geldiğini düşünen fetva toplulukları var.

Kendimizi, her zaman üzerimizde iktidar gücüne sahip olanlar tarafından bize verilen etiket ve kimliklerin oluşturduğu hapishanenin hücrelerine kilitlersek, en iyi ihtimalle bir hapishane isyanı sahneleyebiliriz. Bir devrim değil.

Ancak, bugün sansür herkesin herkese karşı savaşına dönüştü. Darılıp gücenme ince sanatı artık küresel bir endüstri haline geldi. Soru şu: “Bu çok sayıda sorun ve engel içeren, binbir başlı, binbir kollu-bacaklı, şahin gözlü, sonsuza dek uyanık ve tetikte olan, sapkın düşünce avı makinesi ile nasıl görüşülür ve müzakere yapılır ki?” “Müzakere mümkün olabilir mi, yoksa bu, her şeyden önce bizim tartışabilmemizin mümkün olması için durulup sakinleşmesi gereken bir dalga mı?”

Hindistan’da, diğer ülkelerde olduğu gibi, bir direniş biçimi olarak kimliğin silah haline dönüştürülmesi, bir baskı biçimi olarak kimliğin silah haline getirilmesine karşı başat tepki haline geldi. Tarihsel olarak kesinlikle kimliklerimiz yani ırkımız, mensubu olduğumuz kastımız, etnik kökenimiz, cinsiyetimiz ya da cinsel yönelimlerimiz yüzünden baskı gören, köleleştirilen, sömürülen, kalıpların içine hapsedilen, silinen, işitilmeyen ve görülmeyen bizler, şimdi tam da kimliklerimiz için söz konusu baskıya karşı mücadele etmek üzere cüretkâr bir biçimde iki kat daha inançlı ve kararlı duruyoruz.

Bu, tarihte, sosyal medyanın kolaylaştırdığı güçlü, şiddetli tartışmalara yol açabilen, vahşi, ateş püsküren bir öfkenin eski fikirleri, eski davranış kalıplarını, asla sorgulanmamış haklı varsayımları, başka anlamlar da içeren kelimeleri ve önyargı ve bağnazlıkla kodlanmış dili yıktığı bir an. Bunun yoğunluğu ve aniden ortaya çıkışı, ilgisiz ve kayıtsız bir dünyayı şoke edip sarsarak onu yeniden düşünmeye, yeniden düşlemeye, bir şeyleri yapmanın ve söylemenin daha iyi bir yolunu bulma çabasına yönlendirdi. Ne gariptir ki, bu olgu, bu ince ayar, neredeyse olağandışı bir biçimde, faşizme karşı ileri hamlemize ayak uyduruyor gibi görünüyor. 

Bu patlamanın çok derin, devrimci yönleri olduğu kadar, saçma sapan ve yıkıcı yönleri de var. Bunun daha uç ve aşırı yönleri üzerine çullanmak, tartışmayı bunlarla katrana bulayıp toptan reddetmek kolay. (Örneğin: artık kadınlar ‘adet gören insanlar’ olarak mı adlandırılmalı? ABD’de İslam’ın zengin çeşitliliğini öğreten bir sanat profesörü, öğrencilerine ne yapacağını açıkladıktan ve bundan incinebilecek ve rahatsızlık duyabilecek tüm öğrencilerini derslerinden muaf tutacağını bildirdikten sonra Muhammed Peygamberin 14. yüzyıldan kalma bir resmini gösterdiği için derhal görevden alınmalı mı? Herkesin kabul etmesi gereken yerleşik, değişmez bir tarihsel ıstırap çekme hiyerarşisi mi olmalı?)

Aşırı sağın kendisini birleştirip güçlendirmekte kullandığı yakıt işte budur. Ama, kendilerini liberal ve sol kanat olarak gören birçoklarının yaptığı gibi korku içinde ve sorgulamaksızın teslim olmak, bu dönüşüme de saygısızlıktır. Çünkü kimlik politikalarında çoğu zaman, önemli bir dayanak noktası, bir mihver, bir menteşe, bir dönüm noktası bulunur: kendisine döndüğünde kendini güçlendirdiği gibi aynı zamanda direnmek istediği şeyi çoğaltmaya da başlayan. Bu, kimlik unufak olduğunda ve mikro kategoriler halinde atom parçalarına ayrıldığında olur.

Dayanışma asla saflığını kaybetmemiş, el değmemiş olamaz.

Bu mikro-kimlikler bile daha sonra genellikle büyük kentlerde, büyük üniversitelerde yerleşmiş, sosyal medya sermayesine sahip, daha en başta karşı çıkılan aynı türden dışlamayı, silmeyi ve hiyerarşiyi kaçınılmaz bir biçimde taklit eden bir güç hiyerarşisi ve bir mikro-seçkinler sınıfı geliştirir.

Kendimizi, her zaman üzerimizde güce sahip olanlar tarafından bize verilen etiket ve kimliklerin oluşturduğu hapishanenin hücrelerine kilitlersek, en iyi ihtimalle bir hapishane isyanı sahneleyebiliriz. Bir devrim değil. Ve hapishane gardiyanları düzeni yeniden kurmak için kısa sürede yeniden ortaya çıkacaklardır. Aslına bakılırsa, onlar şimdiden yola çıktılar bile. Bir mecburi hizmet ve sansür kültürünü benimsediğimizde, eninde sonunda bundan orantısız olarak fayda sağlayan daima Sağ siyaset ve genellikle de mevcut durum yani statüko olur.

Kendimizi topluluklara, din ve kast gruplarına, etnik kökenlere ve cinsiyetlere hapsetmek, kimliklerimizi küçültüp yassıltmak ve onları ambarlarla silolara sıkıştırmak, dayanışmayı olanak dışı bırakır. Şu işe bakın ki, Hindistan’daki Hindu kast sisteminin nihai hedefi geçmişte bu olduğu gibi, şimdi de budur. Bir halkı aşılamaz bölümlerden oluşan bir hiyerarşiye ayrıştırdığınızda, sürekli çatışma halinde oldukları için hiçbir topluluk diğerinin acısını hissedemeyecektir.

Sistem, içerisinde toplumun kendi kendini yönettiği, gözetleyip denetlediği ve süreç içerisinde baskının tüm toplumu kapsayan yapılarının yerlerinde kalmalarını sağlayan, kendi kendine işleyen, karmaşık bir yönetim/gözetim makinesi gibi çalışır. En tepedekiler ve en alttakiler dışında herkes -ve bu kategoriler de ince ince derecelendirilmiştir- birileri tarafından ezilir ve ezilecek birilerine sahiptir.

Özellikle kurguya gelirsek, benimseme, kendine mal etme olmaksızın kurgu-yazın olamaz. Çünkü biz kurgu yazarları da yırtıcı avcılarız.

Tuzak tellerinden oluşan bu labirent bir kez döşendiğinde, saflık ve dürüstlük testini neredeyse hiç kimse geçemez. Kuşkusuz, bir zamanlar neredeyse iyi ya da büyük edebiyat olarak düşünülen hiçbir şey geriye kalmaz. Shakespeare kesinlikle sınavı geçemez. Tolstoy da öyle. Onun Rus emperyalizmini bir yana bırakın; haddini aşarak Anna Karenina adında bir kadının zihinsel yapısını anlayabildiğini hayal edin. Yaşlı kadınlardan yalnızca “acuzeler” olarak söz eden Dostoyevski de olmaz. Onun standartlarına göre ben de bir acuze olarak nitelendirilirdim. Ama yine de insanların onu okumasını isterim.

Veya, isterseniz Mahatma Gandhi’nin Toplu Eserleri’ni okumayı deneyin. Sizi temin ederim ki her konuda dehşete düşeceksiniz; ırk, cinsiyet, kast, sınıf konularının hepsinde. Bu, onun yasaklanması gerektiği anlamına gelir mi? Ya da yeniden yazılması? Jane Austen bile elemeleri geçemezdi. Bu standartlara göre, her dinin kutsal kitabının da elemeden geçemeyeceğini söylemeye bile gerek yok.

Kamusal söylemdeki bariz gürültünün ortasında, bir tür entelektüel çıkmaza süratle yaklaşıyoruz. Dayanışma kavramı asla saflığını kaybetmemiş olamaz. O da sorgulanmalı, analiz edilmeli, tartışılmalı, ayarlanmalıdır. Önüne geçip engelleyerek tam da mücadele ettiğimizi ileri sürdüğümüz şeyi güçlendiriyoruz.

Bütün bunlar edebiyata ne yapar? Bir kurgu yazarı olarak beni “kendine mâl etme” sözcüğünden daha fazla rahatsız eden çok az şey var ki, yeni sansürün yeniden semalara yükselen naralarından biri tam da bu sözcük işte. Bu bağlamda kendine mal etme, kabaca ifade edilirse, yırtıcı avcılara, hatta kurbanlarının hikâyelerini onlar adına yazmaya veya temsile, onlar hakkında konuşmaya veya fiilen onlar adına kurbanların hikâyelerini anlatan tövbekâr yırtıcı avcılara ilişkindir. Bu, bir şeyi eleştirirken akılda tutulması gereken son derece mide bulandırıcı ve fakat yararlı bir ilke. 

Bununla beraber, bir şeyleri yasaklamak veya sansürlemek için iyi bir gerekçe de değil. Evet, mikrofon gereğinden fazla kullanıldı. Evet, bir tür insandan çok fazla, diğerlerinden çok az şey duyduk. Ancak, yaşamın ağı yoğun ve karmaşıktır, yaşam ağının yaratıkları ve o yaratıkların eylemleri özümsenemez ve o denli kolaylıkla ve akılsızca kataloglanamaz.

Özellikle kurguya gelirsek, benimseme, kendine mal etme olmaksızın kurgu-yazın olamaz. Çünkü biz kurgu yazarları da yırtıcı avcılarız. Eğer seri katiller merhametsiz sosyopatlar ise, romancılar da acımasız sahipleniciler/kendileyicilerdir. Kendi kurgusal dünyamızı yapılandırmak için biz, yolumuzu kesen her şeyi kendimize mal eder ve tamamını oyuna sokarız. Büyük romanları tehlikeli ve açıklayıcı, açığa vurucu şeyler haline getiren işte budur.

Kendi adıma konuşursam, zanaatımı yalnızca Toni Morrison ve James Baldwin gibi politik olarak kusursuz yazarlardan değil, aynı zamanda Kipling gibi emperyalistlerden ve bağnazlardan, ırkçılardan, baş belası ve güzel yazan alçaklardan da öğrenmeye çalıştım. Şimdi, bu kitaplar bazı bağnaz bildirilerin ritmine ayak uydurmaları için yeniden mi yazılmalılar?

Birçoğu kabul etmese de artık biliyoruz ki, erkek ve kadın arasındaki sınır akışkandır ve geleneğin varsaydığı gibi değildir.

Roald Dahl'ın eserlerini yeniden düzenlemeye yönelik son karar - Tanrım, sırada kim var? Nabokov mu? Lolita raflarımızdan uçup gidecek mi yani? Ya da, gizli bir 15 yaş öncesi aktivist olarak yeni bir rol değişikliği mi yaşayacak? Eski şaheserler yeniden mi resmedilecek? Erkek bakışından kırkılıp arındırılmış mı olacak? Bütün bunları söylemek dahi son derece üzüntü verici. Bu bizi nerede bırakacak? Ayak izi olmayan bir sahilde mi? Tarihin olmadığı bir dünyada mı?

Eğer edebiyat, birbiriyle hırlaşan binbir iplikten oluşan bu karmakarışık ağ tarafından devinimsiz kılınacaksa, o zaman kaskatı, kurşun gibi ağır, kasvet verici bir tür bildiriye dönüşecektir. Ve ne yazık ki, polislik hizmetine bu kadar hevesle dahil olanlar, sadece başkalarını değil, kendilerini de taşlaştırıyorlar. Kendilerinin de bir gün kaçınılmaz olarak üzerine basacaklarını bildikleri mayınları döşüyorlar. Kurnaz, temkinli zihinlerde dans olamaz. Orada bu yeni dilin ağır, temkinli adımları olabilir yalnızca. Yenikonuş.

Her hal-ü kârda, bir şeyleri yer altına sürmek onları ortadan kaldırmaz. Bu tartışmalar, onlara eşlik eden zorbalık ve intikam duyguları olmadan gerçekleşebilirse, o zaman kesinlikle, bağnazlığın, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin alışılagelen karmaşasının yanı sıra, daha önce hiç anlatılmamış öyküler anlatan, geçmişin büyük kısmını utanca boğan muhteşem yeni sesler çıkacaktır.

Bununla birlikte, kelimelere dikkat kesilmek de asla kötü bir fikir değildir. Çünkü bazen bir kelime bir evren anlamına gelebilir.

Örneğin, ilk kez kitabı yayınlanmış bir romancı olduğumda, Hindistan dışında konuşacağım zamanlarda çoğu kez sahnede “Hintli Kadın Yazar” olarak tanıtılırdım. (Hindistan’da bu takdim “Booker Ödülünü kazanan ilk Hintli kadın” şeklinde olurdu). Ne zaman böyle bir takdim yapılsa, içten içe irkilir ve birisini bu şekilde etiketlemenin ne demek olduğunu kavramaya çalışırdım.

Bu gerekli bir şey miydi yoksa insanları sınırlamanın, bir çember içine almanın bir yolu muydu? Sonuçta, üzerinde konuştuğumuz şey edebiyattı, bir vize başvurusu değil. İrkiliyordum, çünkü ayrıcalıklı ve yetkili erkekler tarafından, yalnızca özelden değil aynı zamanda gazetelerin ön sayfalarından nasıl yazmam, ne yazmam, nasıl bir üslup kullanmam, benim gibi bir (kadın) yazar için hangi konuların uygun olacağı hakkında sürekli öğüt veriliyordu. En sık karşılaştığım öneri çocuk hikâyeleriydi. Prensipte söylemiş olduğum şeyleri kabul ediyor olsalar da kurgu, onları kurmaca olmayan yazılar kadar rahatsız etmiyordu.

Katılaşıyor gibi görünen sınırlar yalnızca ulus-devletler arasındaki sınırlar.

Bir seferinde, büyük barajlar üzerine yazdığım bir yazıdan dolayı mahkemeye saygısızlık gerekçesiyle Hindistan Yüksek Mahkemesi’ne çıkarıldım. Duruşma sırasında, Baş Yüksek Yargıç ve kürsüdeki diğer yüksek kardeş yargıçlar kızgınlıkla makalemi oraya buraya savururlarken benden “o kadın” diye söz ediyorlardı. Sanki tam orada, onların önünde durmuyormuşum gibi. İçimden kendime Booker ödülünü kazanan Fahişe (the Hooker that won the Booker) diyordum. Mahkemeden özür dilemeyi reddettiğimde, bana “makûl bir adam” gibi davranmadığım söylendi ve 1 günlüğüne hapse gönderildim.

O zamandan bu yana işler değişti. Benim kartoteks tanıtımımda yer alan kelimelerin her biri – Hintli, Kadın ve Yazar – bugünlerde, sıkıntılı ve zor bir sorgulamanın ve neredeyse uzlaştırılamaz bir çatışmanın konu başlıkları. Bir kadın kimdir? Ya da, gerçekte, bir insan kimdir? Bir ülke nedir? Bir vatandaş kimdir? Ve Yapay Zekâ (Open AI) ve Sohbet Robotları (ChatGPT) çağında, bir yazar kimdir ya da nedir?

Birçok kimse kabul etmese de artık biliyoruz ki, erkek ile kadın arasındaki sınır akışkandır ve geleneğin varsaydığı gibi değildir. Peki ya insan ile makine, sanat ile kodlama, yapay zekâ ile insan bilinci arasındaki sınırlar? Bunlar, düşündüğümüz kadar donanımla bütünleşik, değiştirilemez şeyler mi?

Sohbet Robotları (ChatBotlar)[6] dönemi geldi ve bazıları Yapay Zekâ’yı dördüncü endüstri devrimi olarak adlandırıyor. Artık, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar ve besteciler, bir zamanlar dokumacılar, zanaatkârlar, fabrika işçileri ve eski-dünya çiftçilerine olduğu gibi aşama aşama devre dışı mı bırakılacak? (Belki, “el-yapımı” ve “el-dokuması” giysiler ve el yapımı eşyalar gibi romanlar da “elle yazılmış” haline geri dönecek ve edebiyat eseri olarak değil de, sanat çalışması olarak sınırlı sayıda satılacaktır). Edebiyat, ChatGPT veya Sydney ya da Bing robotları tarafından daha iyi üretilecek mi?

Büyük dilbilimci Noam Chomsky öyle olmadığını düşünüyor. Eğer onu doğru anladıysam, bir makine öğrenme programının, neredeyse sonsuz miktarda veriyi yüksek hızda işleyerek yapay bilim veya yapay sanat üretebileceğini; ancak, asla insan içgüdüsünün karmaşık yeteneklerinin yerini alamayacağını savunuyor.

Yapay Zekâ, düzenlemeler ve korunaklar olmaksızın yerini alacak olursa, dünyada neler olabileceğine ilişkin büyük bir endişe var. Olması gerektiği gibi.

Edebiyat söz konusu olduğunda, ChatBotların edebiyatçıların yerini alıp alamayacağına ilişkin benim endişem daha az. (Belki ben bunun için biraz fazla yaşlıyım ve biraz da fazla kendini beğenmişim. Ya da belki, bu yalnızca benim edebiyata bir “ürün” olarak bakmayışımdandır. Sürecin verdiği acı, haz ve sürecin bizzat düpedüz deliliği, yazmamın tek sebebi.) Benim endişem şu ki, insan yazarların – bakın, dedim işte, “insan yazarların” dedim – bugünlerde işlemek zorunda oldukları veri ve bilgi miktarı ele alındığında ve hatadan arınmış ve politik açıdan mükemmel olmak için müzakere etmek zorunda olduğumuz tuzak tellerinin labirenti dikkate alındığında, tehlike, yazarların içgüdü ve sezgilerini yitirip ChatBot’lara dönüşmesi. Belki bunun ardından bir de ruhların aktarımı olacaktır. O zaman, Chatbotlar Gerçek Ruhlar gibi görünecek ve Gerçek Ruhlar da Chatbot rolünü oynayacaktır.

Tüm bu akışkanlığın ve gözenekliliğin ortasında, güçleniyor gibi görünen sınırlar, yalnızca ulus-devletler arasındaki sınırlar. Hâlâ dikenli teller çekilen, devriyelerle denetlenenler. Ordular tarafından ihlal edildiğinde, bunu savaş olarak adlandırıyoruz. İnsanlar tarafından ihlal edildiğinde ise, buna mülteci krizi diyoruz. Sermayenin denetlenmeyen hareketi tarafından ihlal edildiğinde, bunu serbest piyasa olarak adlandırıyoruz. Çağdaş ulus-devlet, uğrunda öldürmeye veya ölmeye değer bir fikir olarak Tanrı ile birlikte orada yukarıda bir yerde. Ama artık, dijital çağda bizler yeni tür bir devlete doğru mu ilerliyoruz acaba? Elektronik Devlete, ya da Akıllı Telefondaki Devlet olarak adlandırılan şeye? İsterseniz, bir Avatar Devlete de diyebilirsiniz.

Hindistan’daki dijital devrim, büyük işletmelerin çıkarları ile Hindu Üstünlüğü’nün nasıl mükemmel bir biçimde örtüştüğünün kusursuz bir örneği. 

USAID[7] tarafından fonlanan ve Bigtech (Büyük Teknoloji) denen – Amazon, Apple, Google, Oracle şirketleri – tarafından desteklenen Avatar Devleti neredeyse ensemizde. 2019’da Ukrayna Hükûmeti, akıllı telefonlar için bir dijital kimlik uygulaması olan DIIA[8]’yı başlattı. Yüzden fazla sayıda devlet hizmeti sağlamanın yanı sıra, DIIA, pasaportları, aşı sertifikalarını ve diğer kimlik bilgilerini barındırabilir. DIIA şehir, Ukrayna’nın ülke sınırları dışında kalan (yasalarına tabi olmayan) finans merkezidir – yani, vatandaşların kayıt olup iş yürütebileceği bir tür risk sermayesi merkezi.

Başlangıçta "şeffaflık ve verimlilik" sağlamak için bürokratik bir araç olarak tasarlanan DIIA, Rus işgalinin başlamasının ardından, USAID Yöneticisi Samantha Power'ın sözleriyle “savaş için yeniden tasarlandı”. Neresinden bakılırsa bakılsın DIIA, Ukrayna’nın cesur halkına çok büyük bir hizmet sunmuştur. DIIA’da artık, vatandaşların savaşa ilişkin haberleri güncelleyebilecekleri 7/24 çalışan bir devlet haber kanalı da bulunmaktadır. Mülteciler uygulamayı kendilerini kaydetmek ve tazminat talebinde bulunmak için kullanabilir. Söylenenlere göre vatandaşlar uygulamayı, işbirlikçilere ve Rus birliklerinin hareketlerine ilişkin bilgileri yüklemek için de kullanıyorlar. DIIA, sıradan vatandaşlar tarafından işletilen bir tür gerçek-zamanlı kamusal istihbarat ve gözetim ağı. 

Savaş başladığında, Ukrayna vatandaşlarının DIIA üzerindeki özel verileri, güvenle korunmak üzere Amazon’un, AWS kartopu olarak adlandırılan ve Bulut’un karasal eşleniği olan askeri sınıf sabit disklerine aktarıldı ve Ukrayna’dan taşınarak Bulut’a yüklendi. Ukraynalıların savaştığı ve dayandığı kadar yıkıcı bir savaşta, eğer bir halk tamamen devletinin arkasındaysa, bu durumda, bir akıllı telefon devletinizin olması kesinlikle inanılmaz avantajlar getirecektir. Ancak, bu avantajlar barış zamanında da ortaya çıkıyor mu? Çünkü, Edward Snowden’dan öğrendiğimiz gibi, gözetim çift yönlü bir yoldur. Telefonlarımız bizim en yakın düşmanlarımızdır, onlar da bizi gizlice izler. 

USAID, “Demokratik dünyayı korumak” üzere, DIIA’yı veya eşleniğini diğer devletlere götürmeyi planlıyor. Ekvador, Zambiya, Dominik Cumhuriyeti gibi ülkeler sırada kuyruğun başında yer alıyor. Endişe duyulan şey, bir kez “savaş için yeniden tasarlanmış” olan DIIA gibi bir uygulama, barış için “amaçsız” hâle getirilebilir ya da “amacından arındırılabilir” mi? Tüm vatandaşları silahlandırılmış olan bir millet silahsızlandırılabilir mi? Kişiselleştirilmiş veriler kişisel olmaktan çıkarılabilir mi?

Hindistan da bu yolun üzerinde çok uzun mesafe kaydetmiş durumda. Modi'nin Başbakan olarak ilk döneminde, o zamanlar Hindistan'ın en büyük şirketi olan Reliance Industries, çok ucuz bir akıllı telefonla birlikte gelen ücretsiz bir kablosuz veri ağı olan JIO'yu piyasaya sürdü. Bir kez rekabeti pazarın dışına başarıyla çıkardıktan sonra, müşteriden küçük bir ücret almaya başladı. Zamanla, JIO – Çin ve ABD’nin toplamından daha fazla tüketici ile – Hindistan’ı dünyada kablosuz verilerin en büyük tüketicisi haline getirdi.

Ülkede 2019 yılı itibariyle 300 milyon akıllı telefon kullanıcısı vardı. Internete bağlı olmanın inkâr edilemez faydalarının yanı sıra, bu milyonlarca insan, nefret dolu, sosyal olarak radyoaktif mesajlar ve sosyal medya aracılığıyla durmaksızın telefonlarına akan sonsuz sayıda sahte haberlerin hazır izleyici kitlesi haline geldi. Hindistan’ı işte burada sade, çıplak, süslenmemiş haliyle görebilirsiniz.

Bugün ben burada konuşurken, 27 milyon nüfuslu Pencab Eyaleti, ardı ardına dördüncü gündür internetin kapalı tutulmasına tahammül etmek zorunda.

Müslümanlara yönelik soykırım ve toplu tecavüz çağrılarının güçlendiği yer burası işte. Müslümanları katleden intikamcı Hindu savaşçıların videolarının, Hinduları öldüren Müslümanların ve Müslüman meyve satıcılarının koronavirüsü yaymak için gizlice meyvelere tükürdüğünü gösteren (Nazi Almanya'sındaki Yahudilerin tifüs yaymakla suçlanması gibi) görselleri içeren sahte videoların insanları öfke ve nefret çılgınlığına sürüklemek için gönderildiği yer. Hindu Üstünlükçülerin sosyal medya kanalları ana akım medya için neyse, milis güçleri de geleneksel bir ordu için odur. Milisler, geleneksel bir ordu için yapılması yasak olan şeyleri yapabilirler.

Hindistan’daki dijital devrim, büyük işletmelerin çıkarları ile Hindu Üstünlüğü hareketinin nasıl mükemmel bir biçimde örtüştüğünün kusursuz bir örneğidir. Milyonlarca Hint vatandaşı dijital alana doluşurken, tüm yaşamlar, eğitim, tıbbi bakım, işletmeler, bankacılık, yoksullara karneyle erzak dağıtımı işlemleri ile bütünüyle çevrimiçi olarak yaşanmakta. Sosyal medya şirketleri, bu akıllara durgunluk veren pazar payını kontrol eden hükûmete karşı giderek daha dikkatli olmak zorunda.

Çünkü hükûmet, çoğu zaman olduğu gibi, hoşnut kalmadığında, her şeyi kapatabilmekte. Hükûmete internet üzerinde düşünülemez yetkiler verecek olan acımasız yeni 2023 Dijital Hindistan Yasası’nı bekliyoruz. Hindistan şimdiden dünyadaki herhangi bir ülkeden çok daha fazla sayıda internet kapatma uygulaması yürütüyor.

2019 yılında, Keşmir vadisinde yaşayan yedi milyon insanın üstüne bir telekomünikasyon battaniyesi örtüldü; bu telekomünikasyon ve internet ablukası aylar boyunca sürdü. Hiçbir telefon görüşmesi yapılamadı, metin, mesaj gönderilemedi, hiçbir tek seferlik parola (OTP) [9] işlemedi. İnternet yoktu. Hiçbir şey yoktu. Ve, etrafta onlar için bir Starlink uydusunu devreye sokacak birileri de yoktu.

Bugün ben burada konuşurken, 27 milyon nüfuslu Pencap eyaleti, ardı ardına dördüncü gündür internetin kapatılmasına tahammül ediyor çünkü polis bir siyasi kaçağı arıyor ve onun halktan destek toplamasından endişe ediyor.

2026 yılına kadar Hindistan’da bir milyar akıllı telefon kullanıcısı olacağı öngörülüyor. Hindistan’a özel siparişle yapılmış bir DIIA uygulamasındaki veri hacmini gözünüzün önüne bir getirin. Sonra, tüm o verilerin özel kuruluşların elinde olduğunu hayalinizde bir canlandırın. Ya da, bir başka açıdan, bütün bu verilerin faşist bir devletin ve onun beyni yıkanmış, silahlandırılmış destekçilerinin elinde olduğunu düşünün.

Örneğin, yeni bir vatandaşlık yasasını geçirdikten sonra, X Ülkesinin kendi vatandaşlarından milyonlarca “mülteci” ürettiğini varsayalım. Onları sınır dışı edemez, hepsine hapishane yapacak parası da yoktur. Öte yandan, X ülkesinin bir Gulag’a ya da toplama kamplarına ihtiyacı da yoktur. Yalnızca düğmeyi çevirip insanların bağlantılarını kesmesi yeterlidir. Onların akıllı telefonlarındaki Devlet’i kapatabilir. İşte o zaman, geniş bir hizmetkâr nüfusuna, fiilen hiçbir hakları olmayan, asgari ücrete, oy haklarına, sağlık hizmetlerine veya erzak yardımlarına sahip olmayan bir emek alt sınıfına sahip olabilir pekâlâ.

Kayıtlarda görünmelerine de gerek yoktur bu insanların. Bu şekilde, X ülkesi, istatistiksel belirteçlerini muazzam ölçüde geliştirecektir. Bu gayet etkili ve şeffaf bir operasyon olabilir. Hatta büyük bir demokrasi gibi de görünebilir.

Böyle bir devlet nasıl kokardı dersiniz? Ya da tadı neye benzerdi? Tanınmayan, bilinmeyen bir şey mi olurdu? Yoksa gayet tanıdık bir şey mi?

Sabrınız için teşekkür ederim. Şimdilik sizi bu düşüncelerle bırakıp ayrılmama izin verin. Bir ülke nedir? Bir devlet nedir? Bir insan nedir? Ve bir yazar kimdir ya da nedir?

22 Mart 2023, Stockholm


Arundhati Roy

Arundhati Roy, Booker Ödülü kazanan ve 40'tan fazla dile çevrilen The Ministry of Utmost Happiness (Mutlak Mutluluk Bakanlığı) ve The God of Small Things (Küçük Şeylerin Tanrısı) kitaplarının yazarıdır. The End of Imagination, Capitalism: A Ghost Story (Hayal Gücünün Sonu, Kapitalizm: Bir Hayalet Öyküsü) ve The Doctor and the Saint (Doktor ve Aziz) (OTP) gibi kurgusal olmayan pek çok kitabı yayınlamıştır. Yeni Delhi’de yaşamaktadır.

Çeviren: Bahar Özay

Çeviri editörü: Ömer Madra

https://lithub.com/approaching-gridlock-arundhati-roy-on-free-speech-and-failing-democracy/


[1] Ç.N.: Appropriation (kendine mal etme, kendileme), çevre psikolojisi, hukuk, sosyoloji vb. alanlarda kullanılan kavramlardan birisidir. Sosyal psikoloji alanında ise kendine mâl etme (appropriation) kavramı, bir mekân ya da nesneyle kurulan yakın ilişki sonucu o mekânı/nesneyi benimseme anlamında kullanılmaktadır.

[2] Ç.N.: RSS Rashtriya Swayamsevak Sangh – Ulusal Gönüllü Örgütü

[3] Ç.N.:Dalitler- Hindistan’da en düşük seviyedeki kast mensupları

[4] Ç.N: Getto - Azınlıkların yaşadığı mahalleler

[5] Ç.N. Hinduizm'de nesiller boyu kutsal öğrenme rahipleri olarak uzmanlaşmış sınıf

[6] Ç.N. :Sohbet Robotu (Chatbot) insan konuşmasını simule ederek, insanların dijital cihazlarla gerçek bir kişiyle iletişim kuruyor gibi etkileşim kurmasını sağlayan yazılı veya sözlü bilgisayar programıdır.

[7] Ç:N: USAID - United States Agency for International Development: Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Ajansı, ABD federal hükûmetinin, sivil dış yardım ve kalkınma yardımını yönetmekle sorumlu bağımsız bir kuruluşudur.

[8] Ç.N.: DIIA: Ukrayna Dijital Dönüşüm Bakanlığı tarafından “akıllı telefonda devlet” yaklaşımı ile başlatılan DIIA uygulaması ile Ukrayna vatandaşları, akıllı telefonlarından, kimlik, pasaport, vergi mükellefi belgesi, araç tescil belgesi, araç sigorta poliçesi, öğrenci kimliği, ikamet belgesi, doğum belgesi ve Covid-19 aşı sertifikalarına dijital olarak erişilebilmekte; trafik cezası ve gelir vergisi gibi ödeme işlemleri yapabilmektedir.

[9] Ç.N.: OTP - One Time Password: Tek Kullanımlık Parola, çeşitli parola tabanlı saldırılara karşı koruma sağlayan bir güvenlik tekniğidir