Türkiye'nin son göçer topluluğunun deprem deneyimi

-
Aa
+
a
a
a

Türkiye'deki son göçer topluluk olan Sarıkeçililer’in bir üyesi ve topluluk temelli sosyal işletme olan Geççi’nin yürütücüsü Oğuzhan Çoban’la Hatay'da yürüttükleri mutfak ve seyyar çamaşırhaneyi konuştuk.

Fotoğraf: Geççi
Fotoğraf: Geççi
Türkiye'nin son göçer topluluğunun deprem deneyimi
 

Türkiye'nin son göçer topluluğunun deprem deneyimi

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)

Aylin Örnek: Merhaba. 95.0 Açık Radyo’da Dayanışma Kuşağı programındayız. Ben Aylin Örnek. Bugünkü konuğum Oğuzhan Çoban. Oğuzhan Türkiye'deki son göçer topluluk olan Sarıkeçililer’in bir üyesi ve yine bu topluluğa bağlı olarak topluluk temelli sosyal işletme olan Geççi’nin yürütücüsü. Hoş geldin Oğuzhan.

Oğuzhan Çoban: Hoş bulduk. Merhaba.

A.Ö.: Nasılsın?

O.Ç.: İyiyim teşekkürler. Siz nasılsınız?

A.Ö.: İyiyim. Oğuzhan biz bugün senin deprem bölgesindeki deneyimlerini dinlemek istiyoruz. Nasıl oldu da sen oraya gittin? Bu süreci bize bir anlatabilir misin? Ondan sonra devam edelim.

O.Ç.: Tabii ki. Biz göçebe hayvancılık yaptığımız, yaşam biçiminde kışlak dediğimiz alanlardayız. Mersin sahil kesimindeyiz. Hayvanlarımız oradalar. Tam 5 Şubat günü bir kesim yapıp İstanbul'a ürünlerimizi ulaştırmak için bir yolculuk gerçekleştiriyordum. Saat 3.30 gibi Gebze'yi geçip İstanbul'a yaklaştığımda, radyodan, Diyarbakır'da deprem olduğunu duydum. Birazcık daha yolum vardı. Yaklaşık bir saat gittikten sonra Maraş'ta da bir deprem olduğunu duydum. Ve şey garip geldi bana hem Diyarbakır'da deprem oluyor hem de Maraş'ta oluyor. Acaba bir doğa olayı yaşanıyor ardı arkasına gibi bir düşünceye kapıldım. Çünkü bir depremin bu kadar büyük bir coğrafyayı etkileyebileceğine dair en ufak bir ihtimal vermiyordum. O garip geldi bana. Tam tesise gittiğimde depremin on ili de etkileyen büyük bir deprem olduğunu öğrendim. Zaten o bir saatlik İstanbul giriş sürecinde gidelim bir durumu bakalı dedik. 6 Şubat sabahı saat yedi sekiz civarında dördüncü dereceden afet durumu ilan edildiğini de öğrenince birazcık rahatlayıp biraz uyuyayım sonra karar vereyim dedim. Çünkü yaklaşık on iki on üç saatlik yoldan araba kullanarak gelmiştim. Uyuyup kalktığımda saat on, on buçuk civarı bir Twitter üzerinden, malum güvenebileceğimiz tek kaynağımız orası kaldı, genel duruma baktık. Twitter’ı incelerken Hatay'ın Armutlu bölgesine ait drone ile çekilmiş bir görselle karşılaştım. Binaların dümdüz olduğu o ilk gün çıkan bir video vardı. O videoyla karşılaşınca aslında rotamız da belli oldu. Sadece yola çıkışımız değil, nereye gideceğimiz de belli oldu. Çünkü daha ilk gün içimdeki bir refleksle bütün bu illerin arasında Hatay birazcık böyle asi bir çocuk gibi, yani hem sosyal ve demokratik altyapının çok geliştiği bir kent olması nedeniyle ilgisiz kalacağını da tahmin etmiştim açıkçası ilk gün yola çıkarken. Öğlen on iki bir arası İstanbul'dan iki arkadaşımla, Mehmet Ali ve Mithat’la beraber yola çıktım. Etimiz vardı yanımızda. Yaklaşık otuz beş hayvan, üç yüz elli kilo kadar karkas etimiz vardı. Yolda giderken Ankara'dan bütün jeneratörcülerini arayıp bir jeneratör almak istediğimizi söyledik. Çünkü içgüdüsel olarak nelere ihtiyaç olabileceğini az buçuk tahmin ediyorduk. Ukrayna savaşı nedeniyle bütün jeneratörlerin aslında satıldığını, bu konuda çok büyük stok sıkıntısı yaşandığını da yolda öğrendik. Neyse gece vakti Ankara'da birilerini araştırıp Ostim’den, sanayiden bir jeneratör alıp yolumuza devam ettik. Yolda birazcık su takviyesi yaptık. Hem araçtaki buzdolabının, etleri taşıdığımız soğuk havanın içerisine, kalan bütün boşluklara bir buçuk litrelik, beş litrelik farklı ölçülerde, ebatlarda sular ekleyerek yaklaşık altı yüz, yedi yüz litre de su aldık yanımıza. Ve depremin yirminci saatinde, Antakya'ya giriş yaptık. Buraya gelirken yolda uzun bir yolculuk geçirdik. Niğde tarafında özellikle Adana'yı, Ankara'yı geçtikten sonra çok yoğun bir tipi, kar fırtınası vardı. Değişik bir gündü açıkçası. Değişik bir hava durumuydu. Yolda gelirken yol arkadaşlarımızla kendimizi Antakya'ya attıktan sonra gidebildiğimiz kadar ileriye, iç hatlara girelim diye konuştuk. Çünkü ana arterlere bir şekilde yardım ulaşacak, bu nedenle biz gidebildiğimiz kadar ileriye gidelim diye bir niyet belirledik. Şimdi yeni yeni Hatay'ın haritasını çıkartıyorum gözümde. O zaman merkeze kadar girmişiz. Sonrasında çevre yoluna çıkıp yine Samandağ üzerinden Defne bölgesine giriş yaptık. Defne'de Sümerler Mahallesi'nde Dostluk Çay Bahçesi diye bir alana ulaştık. Oraya indiğimizde yaklaşık iki yüz ile üç yüz depremzedenin bu açık alanı depremden sonra toplanma alanı olarak kullandığını gördük. Böyle oldu, yola çıkışımızın, yolculuğumuzun hikâyesi böyle.

A.Ö.: Ve Defne'ye geldiniz. Orada kalmaya nasıl karar verdiniz? Yani nasıl oldu da yolunuz orada bitti?

O.Ç.: Buraya gelirken en çok konuştuğumuz, düşündüğümüz şeyler şunlardı: Biz gittiğimizde ne yapacağız? Bir kere yola çıkmamızdaki en büyük güvence şuydu; en kötü ihtimalle yanımızda gıda götürüyoruz. Hiçbir işe yaramasak bile yanımızda gıda var. Bizler üretici insanlarız. İlk aklımıza gelen şey insanları beslemek oldu tabii ki. Yanımızda gıda var bunu götürüyoruz ama diğer taraftan da bizim için vatana askerlik birazcık böyle durumlarda gerekli, bir yerleri bekleyerek değil de gerçekten ihtiyaç duyulduğu zamanlarda gerekli. O yüzden bunun için de birer neferiz. Toplumsal dayanışma içinde birer neferiz. Neler yapabiliriz diye konuştuk yol boyunca. Profesyonel bir enkaz ekibi değiliz, bir afet eğitimimiz yok. Afet sahasında çalışacak ekipmanımız ya da güvenlik önlemimiz de yok. Yani birilerinin ayağına dolanmaktansa biz arka tarafta altyapı kurabiliriz, yetenekli olduğumuz konular bunlar, gıda üretiminde iyiyiz, temizlikte iyiyiz en kötü ihtimalle tuvaletleri temizleriz gibi bir şey belirledik kendimize. Buraya, Defne bölgesine geldikten sonra yine şans eseri midir, nedir bilinmez bizim Hatay'dan drone görüntüsüyle izlediğimiz sokakların hemen altında, iki yüz üç yüz metre ilerisine gelmiş bulunduk. Arkadaşlarıma, gelin bir yürüyelim hep beraber, bir harita çıkartalım dedim. “Burada olacaksak en azından birkaç yüz metre çapımızda neler var onu bilelim” diye bir yürüyüşe çıktık. Sahanın da durumunu gördükten sonra hemen bu açık alana, çay bahçesine gidip dedik ki biz bildiğimiz işi yapalım. Elimizde bir gıda vardı ama onu pişirebileceğimiz uygun bir ortam yoktu henüz. Henüz oluşmamıştı. Ama aracımızın aküsüyle, yani elektrikle, soğuk gıda güvenliğini riske atmadan ürünü saklayabiliyorduk. Ama yanınızda bulunan jeneratörü kurup bir revire elektrik sağlamaya başladık. Bu revirle birlikte orada kalan depremzede ailelerin ışık ve telefon şarjı gibi diğer ihtiyaçlarını görmeye başladık. Birazcık böyle mevcutta insanların sığındığı yerlerin, insanlar, depremzedeler ya da ne yapacağını bilmeyen afet ekiplerinin kullandığı mekânların altyapısı üzerine ve oradaki yaşam alanını birilerinin benimseyip o alan için düşünüyor olması gerekiyordu. Bu karara geldiğimiz anda tamam dedik. Yani burası bir şekilde bizim yerimiz. Yapacağımız işte burada hayatı kolaylaştırmaya çalışmak. Buradaki bu süreçte kaosu engellemeye çalışmak deyip öyle kaldık.

Fotoğraf: Geççi1

A.Ö.: Peki anlamak için soruyorum. Siz mi kurdunuz yoksa var olan bir reviri

O.Ç.: Yok. Bu reviri biz kurmadık. Revir içinde yine sağ olsun gönüllü sağlıkçılarımız ulaştı. Hatta aynı revir ikinci günün sonunda, yani bizim alana gelişimizin yirmi sekizinci saatinde Antalya'dan özel bir hastanenin iştirakiyle bir sahra hastanesine dönüştü.

A.Ö.: Ama siz oraya bir altyapı sağlamak…

O.Ç.: Ben yedi gün boyunca revir için her gün yeniden bir elektrik hattı çektim. Çünkü her gün ihtiyaç arttı. Yaralı sayısı arttı. Gereken ısıtıcı arttı. Gereken ekipman arttı. Ve her defasında bunu yeni bir altyapıyla daha geliştirerek, daha üstüne taşıyarak yapmak zorundaydık. Yani revirin aslında bir on beş gün boyunca bütün bakım ve altyapı hizmetlerini sağlıyor olduk. Üçüncü günden itibaren bu revirin hemen yanına bir mutfak geldi. Yakınına bir koordinasyon merkezi kuruldu. Bu koordinasyon merkezi için de hakeza aynısını yaptık. Arkasından bir gıda dağıtım, depo noktası oluştu. Gıda ve erzak dağıtımı. Orası için sağladık. Yine yakınımıza tuvalet ve banyo kabinleri kuruldu. Onların bakımını ve işletmesini sürdürdük. Böyle işlerle ilgilendik.

A.Ö.: Yani anladığım şu. Revir kuruluyor, mutfak kuruluyor ve bunları aslında başka başka gruplar kurarken siz temel olarak bunların altyapısını sağlamak ve bir koordinasyon görevi üstlenmek gibi bir şey yaptınız.

O.Ç.: Doğru anlıyorsun, ama olayın gerçekleşme örgüsü şu şekilde. Bütün bu mutfak sürecinde, şu an sahada yedi aktif mutfak çalışıyor ve bu mutfaklar toplamında bir öğünde sekiz bin kişiye yakın yemek çıkıyor. Bütün bunların başlangıcı şöyle oldu. Birisi, benim yanımda alet çantası olduğunu bilenlerden birisi dedi ki abi mutfakta yardım istiyor. Bir tüp mü takılacakmış ne dediler. Biz de tam o sırada mutfak malzemeleri almıştık. Yanımızdaki gıdayı düzgünce pişirip servis edebilmek adına Adana'dan yemek pişirmek için gıda malzemeleri satın almıştık. Şaşırdım. Bizim mutfak malzemeleri daha gelmedi ki, kim mutfağı kurdu diye. Bir gittim, bambaşka bir ekip, İstanbul'dan Büyükçekmece'den gelen bir ekip. Tam mutfak için ayarladığımız yere kendi ekipmanlarını da koyarak mutfağa kurmuş olduklarını gördük.

A.Ö.: Ekibin bir adı var mıdır?

O.Ç.: Avrasya Gastronomi Aşçılar Federasyonu diye bir federasyon. AGAFED kısaltılmış hali. Onlar geldiğinde bizim mutfak malzemelerimiz de İskenderun'u geçmişti. Yaklaşık bir saatlik filan bir yolu kalmıştı. Hemen yanlarına gidip dedim ki neye ihtiyacınız var? Ya şu tüp sıkılacak dediler. Tüpü sıktık, basınç ayarlarını yaptık, hemen elektriklerini sağladık filan. Oradan başladı muhabbetimiz. Sonra, bizim de malzemelerimiz yolda, rica etsek aşağıda üç yüz, beş yüz kişinin konakladığı bir yer daha var, acaba bir noktada da oraya mı kursak, “destek olur musunuz” dedim. Bunu dediğimde gelen ekip böyle bir altmış kişilik bir ekipti tahmin ediyorum, hemen ikiye bölündüler. Sabaha bu iki mutfakta aynı anda aynı menü çıkmış haldeydi. Sıcak öğünler çıkmış haldeydi. Yani burada, sahadaki bu dayanışma içerisindeki bu hareketlilikten daha fazla insanda güven duygusu, dürtüsü oluşturabilecek bir şey yok diye düşünüyorum. Şu an hala bu insanlarla sırt sırta dayamış, gözümüzü kırpmadan birbirimize güvenip hareket edebilir haldeyiz. Ve aslında hiç kimse bunu planlamıyordu, ya da birbirinden beklemiyordu. Herkes birbiri ile ilgili ne kadar çok işimi kolaylaştırdı bu kişi aslında diye düşünüyor. Ama herkes buraya gönlünü vermiş. Herkes aslında bunu sağlayabiliyor.

A.Ö.: Yani tam anlamda aslında bir arada, birlikte iş yapma pratiği yaşıyorsunuz hala siz orada diye anlıyorum.

O.Ç.: Kesinlikle.

A.Ö.: Çok inanılmaz bir çalışma. Peki bir koordinasyon görevi üstlendiniz, altyapı sağladınız, mutfaklara desteği verdiniz. Onun dışında benim sizi takip ettiğim kadarıyla ve beni en çok heyecanlandıran projelerinizden bir tanesi de bir çamaşırhane, gezici bir çamaşırhane kurmuş olmanız, değil mi? O noktaya nasıl geldiniz Oğuzhan? Şöyle, biz olayların yaklaşık on üçüncü gününde ilk defa akut durumdan çıkabilir olduğumuzu anladık. Yani artık ne enkaz arama kurtarma çalışmaları kalmıştı ne de alanı terk edemeyen, orada kalmak zorunda olan depremzedeler vardı zor durumda olan. Ve o ana kadar acil bir şeyler için kendi hayatımızda kendi ilkelerimizi bile yok sayıp acil bir insanî duruma yardım için ne gerekiyorsa onu yaptık. Pet şişeyle su dağıtmamız gerekiyorsa, pet şişeyle su dağıttık. Ya da işte plastik yakmamız gerekiyorsa plastik yakmak zorundaydık. Sonrasında artık bu akut durum bittiğinde şeyi sorgular olduk; yani hani bizim bir yaşam biçimimiz vardı, burada pek çok konuda yardıma ihtiyaç var ve bu çok uzun bir süre sürecek bir süreç. Aslında bunun kendisi uzun bir süreç. Ama bunu biz kendi ilkelerimizle yapmak isteriz dedik ve sahada neye ihtiyaç var izlemeye çalıştık. Özellikle sivil toplum kuruluşlarının böyle durumlarda ilk temizlik ve dezenfeksiyon üzerine çalışmaları önemli bir konu. Hijyen paketleri çok büyük önem arz ediyor. İlk on gün pet şişedeki içme suyunu içsem mi, yoksa elimi yüzümü yıkasam mı arasında gidip geldiğimiz zamanlardı. Öyle bir durumdan çıkmıştık. Ve o ilk on üç gün içerisinde şöyle durumlar yaşadık. Bir taraftan Türk Tabipler Birliğiyle, diğer taraftan işte kurulan sahra hastanesi ekipleriyle, diğer taraftan sağdan veteriner hekimler de getirilip düzensiz ve bilinçsiz bir şekilde bırakılan kıyafet yardımlarının çok büyük risk olduğunu fark ettik. Özellikle hayvan parazitleri açısından ya da işte insana da geçebilecek, toplum sağlığını etkileyecek parazitler açısından çok iyi bir konaklama ve çoğalma mekânı oluşturuyordu bu kıyafet yığınları. Hayvanlar soğukta hasta ve zor durumda oldukları için onlar orayı tercih ediyor. Daha sonrasında insanlar gelip burayı kıyafet bulmak için buraları eşeliyor. Aslında sahadaki ihtiyaç Twitter'da başka bir şey olarak yansıyor. Yani İstanbul'a yansıması bambaşka. Bu çıkmazın içerisinde bir çözüm ararken, buraya yeni kıyafet gelmesinin, durmadan kıyafet yağmasının bizi bir çözüme götürmeyeceğini fark ettik. Mevcut kıyafetlerin temizlenebiliyor olması gerek diye düşündük. Bu, su ve elektriğin ulaştığı yerlerde çok büyük sorun değil. Ama bunun hala su ve elektriğin ulaşmadığı yerlerde hem toplumsal cinsiyet rolleri bakımından hem de diğer bakımlardan aile içerisinde çok büyük bir eksiklik ve sorun olduğunu fark edip gezici bir çamaşır arabası üzerine çalışmaya başladık. Burada bunu Hayata Destek Derneği ile beraber yürüttük. Onlar bizim bu projemize bu süreçte maddi destek sağladılar. Bizde hem kendi öz imkanlarımızla öz bütçemizle hem de bilgi birikimimizle bunu toplayıp üç gün gibi kısa bir süre içerisinde yaklaşık günde altı yüz yedi yüz kilogram kıyafet yıkayıp kurutma kapasiteli bir gezici çamaşırhane yaptık. Hala sahada bir benzeri yok. Bu makinaları üreten firmaların hepsinin birer hijyen tırına denk geldik. Hatay'da da var bildiğim kadarıyla. Ama bunlar AFAD kampı gibi sabit noktalarda hareketsiz halde durmaktalar. Bizim yöntemimiz daha farklı. Yaklaşık iki saat önce ben buraya gezici çamaşırhaneyi getirdim. Sabah sekizde tekrar buradan çıkıp yeni bir mahalleye gidecek. Oradaki çamaşırları yıkayıp akşam buraya tekrar dönecek. Ertesi gün başka bir yere gidecek.

Fotoğraf: Geççi2

A.Ö.: Tırda kaç makine var Oğuzhan?

O.Ç.: Sekiz makinemiz var.

A.Ö.: Nedir günlük kapasiteniz?

O.Ç.: Altı yüz, yedi yüz kilogram arası. 40 derecelik bir programda yıkıyoruz. Maalesef 60 derecelik program süre olarak bizi iki katından daha uzun bir süreye mecbur bırakıyor. Ama gönül ister ki altmış derecede hijyen sağlıyor olalım. Ama şimdilik temizlik yapıyoruz sadece. 40 derecelik programlarda makinaların çalışması, programın tamamlanması yaklaşık 40-45 dakika sürüyor. Gelen talebe göre günlük minimumda beş yüz kilo çamaşır yıkıyor. Ama zorlandığı zaman da yedi yüz, sekiz yüz kilogramlara kadar çıkabiliyor kapasitesi.

A.Ö.: Peki bir şey söyleyeceğim. Şimdi bu gezici olduğuna göre bir atık su problemi var. Deterjan kullanıyorsunuz. Orada nasıl bir sistem, yani o toprağa mı veriliyor?

O.Ç.: Yani şöyle; biz makinayı tasarlarken üstüne kendisine ait, o çamaşır makinelerini çalıştıracak suyun üzerindeki tanıklarda depolanması gerektiğini düşündük. Çünkü su şebekesinin olmadığı ya da kullanmanın güvenli olmadığı yerlere gidecektik. Ancak böyle bir gezici alet için atık suyu tekrar kendi üzerimizde depolayıp bir yere götürüp bir yerde bir bırakma işi çok büyük bir handikap. Diğer taraftan nerede ne yapıyorsak yapalım benim ilk rızasını almak istediğim şey insan dışında diğer türlerin tümü oluyor. Yani toprağın, taşın, kurdun, kuşun rızasını alarak bir şey yaparsak ben doğru şeyi yaptığımızı düşünüyorum. Dolayısıyla zaten böyle bir temizlik aracında zehirsiz temizleyiciler kullanıyor olmak zorundayız. Hem makinada kullandığımız deterjanlar zehirsiz, klor gibi maddeler içermeyen temizleyiciler hem de bunları gerçekten temizliğe yetecek ve bir damla bile fazlası olmayacak miktarlarda kullanıyoruz. Yani sadece deterjanın zehirsiz olması yetmiyor. Eğer çok yoğun bir deterjan kullanımı sağlarsanız onu bıraktığınız ortamın bazik ya da alkali olmasını sağlayabiliyorsunuz. Uzun lafın kısası çok doğru oranda bir deterjan kullanımı ve zehirsiz temizleyiciyle makinadan çıkan atığı olduğu yere bırakıyoruz. Makinayı daha önce götürdüğümüz yerlerde su bıraktığımız yerlere dair ben gözlemler yapıyorum. Aslında bunun bir kaydını tutmak, birkaç ay boyunca en azından o bölgeyi fotoğraflamak güzel olurdu. Bir problemle karşılaşmadık. Herhangi bir sorun görünmüyor. Ve 40 derece sıcaklıkta su bıraktığımız için de döküldüğü yerde yaşayan bitkilere doğrudan bir zarar vermiyor.

A.Ö.: Peki şeyi nasıl çözdünüz? Yani taşıma suyla dönüyor orada her şey diye biliyorum. Çamaşır yıkayacak kadar suyu nasıl tedarik edebiliyorsunuz?

O.Ç.: Çok güzel bir konuya girdin Aylin. Çok yaralı olduğumuz bir konuya değindin. Buradan devam edeyim çok isterim. Siz de denk gelmişsinizdir, yaklaşık birkaç gün sonra yine hortlayacağını da düşünüyorum ben bunun, durmadan Hatay’da su yok diye haberlere çıkıyor. İyi niyetli olarak, burada olmayan insanlar bunu paylaşıyor. Ve tırlar dolusu pet şişelerde su gönderiliyor Hatay'a. İstanbul'dan bile. Yani Hatay'a su gönderirken en yakınındaki su fabrikaları nerede ona bakalım bile demiyor insanlar. Diyarbakır'dan Hatay'a su geliyor. İstanbul'dan Hatay’a pet şişelerde su geliyor. Az önce anlattığım gibi, neyi nasıl yaparız ve bunu yaparken neye ne kadar az zarar veririz diye düşündüğümüzde burada mevcuttaki su probleminin neyden kaynaklandığını gözlemliyoruz. Biz sahada bunu çok net gözlemleyebildik. İçtiğiniz sudan yaptığınız yemeğe, elinizi yıkamaktan kıyafetinizi yıkamaya pet şişe su kullandığınızı düşünün. Ve bu pet şişe suları, zaten bir afet durumu geçirmişsiniz, ilk üç beş gün hiçbir şeye ulaşamamışsınız, belli bir stok oranında tutuyorsunuz. Ve yakınınızda herhangi bir kullanım suyu dahi bulunmadığı için kıyafetinizden elinize, yüzünüze, yemeğe kadar bunu kullanıyorsunuz. Bu sistemle her gün Hatay'a Türkiye'nin bütün tırlarını göndersek muhtemelen su yetiştiremeyiz. Peki ne olmalı bunun çözümü dersek, en azından başlangıçta kullanım suyu tankerlerinin her beş aileye maksimum bir olacak şekilde üç tonluk ya da beş tonluk tankerin konulup, bunların seviyelerinin ve dolumlarının takip ediliyor olması gerek. Kullanım suyunun takip ediliyor olması ilerleyen aşamada içme suyunun da dökme olarak insanlara ulaştırıldığı, paslanmaz su tankerlerinin yine böyle topluluklara, küçük topluluklara kadar uygulanması gerek diye düşünüyoruz. Biz bölgede makinanın su sorununu şöyle çözüyoruz. Civarda bir ormancı arabası da görsek, bir itfaiye de görsek, bir tanker de görsek önüne geçip durdurup suyumuzu doldurmasını istiyoruz. İrtibatta olduğumuz belediye ve su işletmeleri var. Sabah gideceğimiz yere gelmesi için akşamdan planlamasını yapıyoruz. Hayata Destek Derneği'nin de bir sahada bir tankeri var. En çok bu konuda onlardan yardım alıyoruz. Biz sahaya çıktığımız anda tankerimiz gelip suyumuzu dolduruyor. Gün içerisinde de bulunduğumuz alanın yakınından pek çok kullanım suyu geçiyor, onlardan yine takviye alabiliyoruz. Aslında sahada, sahanın içerisinde yetecek suyu taşıyabilecek lojistik gücümüz var. Çok fazla tanker var. Çok fazla su ya da aktaracak araç var. Ancak pet şişeden başka bir şey yok. Yeteri kadar su tankeri olsa Hatay'a şu an dışarıdan hiçbir su kaynağının gelmesine gerek kalmayacak.

A.Ö.: Oğuzhan senin söylediklerinden ben şunu anlıyorum. Hani hep şöyle düşünülüyor aslında: “Afet zamanında da ekolojiyi mi düşüneceğiz?” Mesela bu pet şişe olayına ya da özellikle mutfaklarda kullanılan porsiyonların kullan-at tabaklarla verilmesi kısmına ben de çok takılıyorum. Ama kendi kendime “Ya işte afet durumu, burada da bunu mu düşüneceğiz” diyorum. Ama düşünülüyorsa şayet düşünülüyor da senin anlattıklarından anlayabiliyorum
açıkçası. Mutfakta da yapabildiniz mi bunu? Yani suda yaptığınız gibi, mutfakta da yapabildiniz mi?

O.Ç.: Evet, yani ben geldiğimden beri aklımdan çıkmayan tek durum buydu. Hatta bunu samimi gördüğüm birkaç kişiye de açtığımda tam olarak dediğin gibi tepkilerle karşılaştım. Ya da sahada böyle bir inatçı kimlik sergileyip arkadaşlara atık çıkartmayın desem muhtemelen linç olmaya kadar giderdi bu diye düşünüyorum. Yani biz şeyi bir afet sonrasında kalkarken de yine insan odağında düşünüyoruz. Yani temelde hiçbir zaman insan odağının dışında bir bakış açısına sahip olamıyoruz. Ben bunun en büyük sebebi olarak bunu gözlemliyorum. Sahadan da yorumum bu. Ben buraya geldiğim andan beri insan odağının dışında başka bir pencereden bakabilmeye çalıştım. Yaptığımız şeyleri de bunun ekseninde
çalıştık. Mutfakta da bu konuda bir adım attık. Yaklaşık iki haftadır faal olarak işleyen bir mutfağımız var. Bölgeye de iki yıl boyunca hizmet vermesini planlamaktayız bu mutfağın. Mutfağımızın adı çöpsüz mutfak. Gün içerisinde de buradan bahsederken “çöpsüz çöpsüz” diye herkesin dilini pelesenk ettik burayı. Tam olarak adındaki gibi şu an yüzde yüz çöpsüz bir mutfaktan bahsetmiyorum. İlk bir haftasında mesela hala beş litrelik de olsa pet şişelerle su açarak gıda üretebiliyorduk. Hala bazı ihtiyaç maddelerinin, en azından toplu tedarik ettiğimiz ihtiyaç maddelerinin beraberinde bir atık ve çöp geliyor. Ama en azından bir porsiyonda kişi başına beş farklı plastik atığı oluşturmuyoruz. Yıkanabilir tabldotlarla yemeklerin yenilip önce elde yıkanıp sonra bir bulaşık makinasında sterilize edilmesini sağlıyoruz. Burada yaklaşık 120-150 kişi arası yemek yiyor. Sahaya başka bir yere yemek gönderileceği zaman da gıdaya uygun sefer taslarıyla gönderimini sağlayıp yine çöpsüz bir hizmet sunuyoruz. Çöpsüz mutfağımızın şu an mutfaktan sonra aşın dağıtılması ve tüketimi kısmında yüzde yüz çöpsüz. Arkasındaki kısımda da olabildiğince minimize edilmiş atık üreten bir yer diyebiliriz. Ama en kısa zamanda gerçekten olabilen en iyi, en yüksek şartta atıksız bir yer olmasını istiyoruz. Buradaki beraber olduğumuz herkes bu mutfağa kompost yakışır dedi. Ama biz başından beri sahada insanların kendilerine aldıkları ekmeklerin yarısını hayvanlarıyla bölüştüklerini gözlemliyoruz. Eğer gıda atıklarınızı önce bir hayvana yedirebiliyorsanız onu kompost yapmak bence yanlış model olur. Kompost yapmaya illa devam etmek isterseniz hayvandan çıkanı bu kompost sürecine dahil edebilirsiniz. Mutfağımızın gıda atıkları da, pişmiş olanlar daha çok kedi köpek gibi tüylü dostlarımıza, çiğ ve sebze attıkları da daha çok inek, koyun keçi gibi çiftlik hayvanlarının olduğu yerlere gidiyor. Gıda atıklarımızda buralarda değerleniyor. Böyle bir mutfağı kurduk. Bölgede ilk diye duyurduk bunu. Ama Hatay yeniden kurulduğunda çöpsüz bir Hatay olur diye heyecanla ve böyle bir umutla kurduk burayı.

A.Ö.: Çok şahane vallahi. Umut dolu bir söyleşi oluyor.

Bu söyleşinin devamı 05.04.2023 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanacaktır.