Ali Bilge, Ekonomi-Politik'te TL'nin döviz karşısında değer kaybetmesini değerlendiriyor ve katılmış olduğu Akdeniz’in Geleceği İklim Değişikliği Çalıştayı'ndan gözlemlerini anlatıyor.
(15 Kasım 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar!
Ali Bilge: Merhaba Ömer bey, merhaba Özdeş.
Özdeş Özbay: Günaydın!
AB: Merhaba Feryal, iyi haftalar, günaydın!
ÖM: Hepimiz için iyi olur inşallah! Nedir haftanın ana meseleleri? Gene ortaya karışık olacağından eminim tabii her zaman olduğu gibi!
AB: İki ana konuya değineceğim; biri döviz kurunda yaşananlar, Dolar’ın 10 liraya dayanması, ortaya konan iktisat politikası uygulaması ucubesi, diğeri de Antalya’dayım, burada Akdeniz’in geleceğine ilişkin iklim değişikliği çalıştayı yapıldı. Bu etkinliği izledim cumartesi günü, bir de ona değinmek istiyorum. Hangisinden başlayalım? İktisadi gelişmelerle başlayalım sonra Akdeniz’le bağlayıp tamamlayalım.
ÖM: Tamam.
AB: İsmini unuttuğum bir iktisatçının ülkelerin nasıl kötü duruma düştüğünü açıkladığı bir dize vardır. Şöyle; önce teknik olarak kötü yönetim, sonra kozmik kötü yönetim, daha sonra hileli yönetim, en sonunda da çaresizler için yönetim. Bu üç ve dört birbirinin içine geçince cereyan eder zaten. Türkiye’de adına iktisat politikası demenin mümkün olmadığı, çok güç olduğu bir uygulama içindeyiz. Ekonomimizin içinde bulunduğu durumu tedavi etmek için bazı hurafe ilaçlar deneniyor adeta. Tedavi için normal verilmesi gereken ilaçlar yerine cinci hocadan iktisat reçeteleri alıyoruz.
Enflasyon yükselmeye devam ediyor, faiz indirme yarışı sonucunda Dolar 10 liraya ulaştı, geçti. Üstelik dünyada merkez bankaları para politikalarını sıkılaştırıyorlar, faizleri arttırıyorlar. Bizde de 20%’lere ulaşmış resmi enflasyon apaçık, kabak gibi ortadayken politika faizini 16’lara indirmek “faizleri indirmeye devam edeceğiz” mesajı vermek, Enver Paşa’nın Sarıkamış seferi gibi. Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış’ta ayağında ayakkabısı olmayan, elbisesi olmayan, silah mühimmatı eksik bir şekilde askeri savaşa süren, 90 bin askeri kırdıran Enver Paşa’nın Sarıkamış seferi neyse, faciası neyse bu da odur. Enver Paşa askeri kırdırmıştı, malum paşa da toplumu kırdırmaktadır.
Bu iktisat anlayışıyla durum budur; Erdoğan düşük faizlerle başından beri ekonomik sorunları çözeceğini düşünüyor. Bu şekilde iç talep canlanacak, değersiz yerel para ile, TL ile dış satım ve turizm gelirleri arttırılarak iktisadi büyümenin sağlanacağına inanıyor. Bu anlayış aslında panik ataklarla akıl dışılık ve çaresizliğin iç içe geçmiş bir karışımını ifade ediyor. Bu şekilde rezervler tüketildi ama devam ediliyor. Sonuçta geriye kalan tek şey çok değersiz bir yerel para, Türk Lirası. Peki neden bunlar yapılıyor? İktidarda kalmaya devam etme aşkı nedeniyle yapılıyor, seçmen üzerindeki illüzyonun devam etmesi için yapılıyor, yoksul seçmenin üzerindeki ipoteğin devam etmesi için yapılıyor. Çünkü bir şekilde seçimlere sürükleniyor Türkiye. Erdoğan’a göre de seçimlere sürüklenirken faizlerin düşük kalması gerekiyor. Dolayısıyla adeta sonu belli bir laboratuvar deneyi yapılıyor, iktidarı korumak ve bırakmamak için bunlar yapılıyor. 20 yıllık iktidar performansından sonra gelecek onlar için oldukça belirsiz gözüküyor.
"Düşük ücretle düşük ülke oluyorsunuz"
Bazı kavramlar ortaya atılıyor; rekabetçi kur, cari fazlayla fiyat istikrarı yakalamak gibi. Buna dünya gülüyor tabii. Döviz kurunun başını almış uçtuğu bir yerde, yerel paranın yerlerde süründüğü bir uygulamayla, ihracatı arttırmak, cari fazla vermek… Benim hocalarımdan öğrendiğim, ekonominin her tarafıyla dolarize olduğu ülkelerde böyle bir uygulama lağımların patlamasına yol açar. Ekonomi hem kredilerde, borçlarda hem de mevduatta dolarize durumdadır. Kurun rekabetçi olması vb. kavramlarla ekonomiyi dönüştüreceklerini iddia ediyorlar. Düşük kurla turizm gelirleri artacakmış, ihracatçı diğer ülkelerle daha güçlü rekabet edecekmiş. Düşük kur demek aslında aynı zamanda düşük emek gücü demek, düşük ücret demek. Düşük ücretle de düşük ülke oluyorsunuz, gelişmiş olmuyorsunuz, dünya pratikleri bunu gösteriyor.
Madem cari fazla verildiğinde döviz kuru düşecek, TL değerlenecek ve fiyat istikrarı sağlanacak, o zaman ödemeler dengesi hesaplarına bakalım; eylül ödemeler dengesi rakamları incelendiğinde ağustos ve eylül aylarında toplam 2,5 milyar Dolar cari fazla verilmesine rağmen bu iki ayda TL, dolara karşı %6 değer kaybetmiş durumda. TL’deki değer kaybı hızla artmaya devam etmiş, ağustostan bu güne %18,3 olmuş.
Son 12 ayda cari açık seviyesi 28,8 milyar dolardan 18,4 milyar dolara indi ancak TL’nin dolara karşı sene başından bu yana değer kaybı %33,6 oldu. Evet cari açık son aylarda yavaşlamış, son iki ay artıya dönmüş, ancak TL’nin değer kaybı artmış durumda . Yani öne sürülen politika denmeyecek yaklaşım iflas etmiş durumda. Cari fazla, TL’nin değer kazanmasını sağlamamış, değer kaybı yavaşlamamış, devam ediyor.
Turizm gelirleri geçen senenin eylül ayındaki 11,9 milyar seviyesinden 16,8 milyar dolara ulaştı, 4,6 milyar dolar arttı. Cari fazlanın önemli bir bölümü buradan geliyor. Fakat turist sayısı 2019’un toplamının ancak yarısını çok az geçmiş. İlk dokuzda değersiz, düşük TL çok fazla turist akımı da yaratmamış. Ayrıca şöyle bir şey de var; kişi başı turistin -geçen haftalarda da bahsetmiştik- bıraktığı para 750 dolarlardan -ki dünya ortalamasında yüksek ülkenin 1200 dolar- 350-360 dolara düşmüş.
Ekonomide iktidarın yanlış formülleri
Kişi başı turistin bıraktığı para yarı yarıya düşmüş durumda. Turist gelsin de nasıl gelirse gelsin, dışa mal satalım da kaça satarsak satalım önemli değil yeter ki döviz gelsin çünkü rezervlerimizi erittik, eksideyiz. Bu şekilde ekonomi büyüsün, aktivite olsun; kaliteliymiş, ucuz emekmiş hiç önemli değil, yeter ki kasaya bir şeyler girsin, bununla havuz sistemi çalışsın, krediler biraz açılsın, konut satışı olsun, oy deposu yoksullara biraz salma yaptık mı, ayakta kalırız? Otokrasimize devam ederiz. Ancak düşük kur ve düşük ücretle sonuç hüsrandır. Türkiye’de asgari ücretli toplam ücretli sayısı içerisinde neredeyse yarı yarıyadır.
Ancak mesihler var, turizm ve ihracata dayalı büyüme mesihleri. Memleketi bu mesihler kurtaracak… Cari fazla vere vere enflasyon yenilecek ve TL değerlenecekmiş! İç talebi, kamu bankaları ve merkez bankası kaynaklarını kazıyarak kredilerle ve düşük faizle desteklersek düşük TL ile ihracat ve turizm mesihleri ile otokrasimizi kurtarabiliriz, mantık bu! Çok teknik anlatıma girmeyeyim ama Türkiye dış ticaret hadleri açısından da içler acısı bir durumda. Bu ne demek? Yurtdışına daha fazla mal satıyoruz ama malları ucuza satıyoruz. Yurt dışından daha az mal alıyoruz, yani ithalat yapıyoruz ama buna da çok daha fazla döviz ödüyoruz.
Turizm gelirlerimiz dünya ortalamalarına göre oldukça düşük, az para bırakan turistler için iyi bir ortam. Antalya bölgesine emekli turistler geliyor. Bunlar için kışı Londra’da geçirmektense Antalya’da geçirmek çok çok ucuz, çünkü emekli maaşlarının döviz karşılığı, TL’ye çevirince adamlar zengin oluyorlar, kışlarını ucuzlamış, neredeyse bedava 4-5 yıldızlı otellerde geçiriyorlar. Ayrıca şöyle bir ilişki de var; Türkiye dış borçlanmasını bu büyük fonlardan, emeklilik fonlarından sağlıyor. Emeklilik fonları Türkiye kağıtlarına, Türkiye’deki borsaya, Türkiye’deki enstrümanlara yatırım yapıp yüksek getiri elde ederler. Rahmetli Güngör Uras’ın değimiyle ‘Japon Ayşe teyze’lerin emekli maaş aldığı fonlar... Japon Ayşe teyzenin emeklilik maaşını aldığı fonlar, yıllardır Türkiye’den ciddi getiri elde etti. Japon Ayşe teyze bu şekilde hem emeklilik maaşını garanti altına alıyor hem de ucuzlayan TL sayesinde, çok ucuz bir ülke olması nedeniyle, maaşı ile Türkiye’de müreffeh geçiniyor. Böyle bir ilişki var, yabancılar için çok ucuz bir ülke haline gelmiş durumda.
Geçen haftalarda gri listeye alındık; OECD, FATF kara para, kirli para, terörün finansmanı gibi hususlarda gerekeni yapmadığımızı, ihtimam göstermediğimizi öne sürerek bizi gri lige almıştı. Dış hesaplara baktığımızda neden gri listeye alındığımız da anlaşılıyor; ödemeler dengesi bilançosunda içeriğini bilemediğimiz bir kalem vardır, “net hata ve noksan” kalemi, ülkeye kaynağı belirsiz bir şekilde giren döviz, altın vesairedir. Net hata ve noksan kaleminin ulaştığı son mertebe 13.5 milyar Dolar. Ne olduğunu bilmiyoruz, bilemeyiz. Bunlarla cari açık yavaşlayabilir, kapatılabilir ancak soluğu gri listede alırsınız. Cari açığın kapanmasının önemli bir bölümü altın ithalatının da yavaşlamasıdır.
"Çaresizlik inanç da geliştiriyor ve hurafe iktisat yaklaşımlarına yönelip medet ummaya başlıyorsunuz"
Maliye bakanı da Plan Bütçe Komisyonunda yaptığı konuşmada bu uygulamayı eleştiriyor. Maliye Bakanı Lütfü Elvan’ın konuşmasıyla Merkez Bankası Başkanı konuşmasını yan yana koyduğunuzda birbirini reddeden iki konuşma. Bakan durumun farkında, eski bir planlamacıdır o arkadaş. Bakanlıkta limitlerini doldurmuş durumda ama herhalde ayrılmasına müsaade etmiyorlar.
Bakan, “Sarıkamış seferinin" farkında, “cari açıkla enflasyonu yenme gibi bir hedefimiz yok” diyor bakan. Ülkede özel sektörün döviz borçluluğu çok yüksek. Hocam Yılmaz Akyüz’den öğrendiğim kadarıyla pasiflerin bu derece dolarize olduğu bir ekonomide, ekonominin her tarafı ile dolarize olduğu bir ülkede bunları yapmak çılgınlıktır. Gerçekten büyük bir riski göze almak demek ama buna inanıyorlar. Çaresizlik inanç da geliştiriyor ve hurafe iktisat yaklaşımlarına yönelip medet ummaya başlıyorsunuz . Erdoğan dünyanın mali kaynaklarını korkuttu, küstürdü; eski yılardaki gibi değil, oluk oluk borçlanamıyorsunuz. Bu denemenin sonunda muhtemel ki bütün bilançolar daha da harap olduktan sonra faizlerin yükselmesinden başka, rejimin ve iktidarın değişmesinden başka bir çare yoktur. Bir şekilde güven sağlanması gerekiyor. Bunun için de IMF’ye gidiyorsunuz, IMF’ye ekonominizi devrediyorsunuz. Bir anlamda karşınıza himaye ve manda içeren iktisat politikaları geliyor. Böyle bir durumdayız.
ÖM: Evet, bugün itibariyle gene bir Dolar 10 Lira’nın üzerinde. Son olarak TL bir Dolar’a ne zaman yakındı hatırlıyor musunuz? 2001’de galiba değil mi? 1 Dolar 1 Lira.
AB: Temmuz 2001’de 1.6 Dolar’a çıkmıştı ve bayağı bir kıyamet kopmuştu. 2001 krizi sonrasını söylüyorum, yani daha yatışmamıştı kriz. Hatırladığım benim 1.6’ya çıkmıştı. Tartıştığımızı hatırlıyorum, henüz bankaların bilançoları düzelmemişti. 11 Eylül saldırısından sonra ABD hazinesinin katkısı ile IMF, o güne kadar Türkiye’ye verdiği kaynağın iki katını verdi, sonra düzeldi işler.
"Neoliberaller, Marksistler yan yana düştük çünkü saçmalığa karşı bir akıl cephesi kuruldu"
Ekonomide adına politika diyemeyeceğimiz bu uygulama tüm iktisatçıları birleştirdi. Yani herkes, hepimiz, neoliberaller, Marksistler yan yana düştük çünkü saçmalığa karşı bir akıl cephesi kuruldu. Çünkü saçmalığa karşı kol kola girilmiş durumda, birbirimize gülümsüyoruz. Aklıma Cevat Fehmi Başkut’un “Buzlar Çözülmeden” isimli tiyatro oyunu geliyor; sonra sinemaya da uyarlandı galiba, buzlar çözülmeden meseleyi anlayamayacağız, oralarda ne olup ne bittiğini. Durum bundan ibarettir efendim.
ÖM: Evet.
ÖÖ: Ben şunu merak ettim; peki bütün bu “herkes yan yana geldik” dediniz, alternatif olarak neyi savunuyorlar? Yani bu ekonomi politikaları yanlış da faizler arttırılmalı mı deniyor yani?
AB: Tabii ki farklı önermeler var ama bu uygulamayı herkes ortaklaşa saçma buluyor, “iktisatla en ufak bir ilgisi yoktur”, “buna bir politika denemez” diyor. Günümüz kapitalist dünyada böyle durumda yapılacaklar belli, iktidara geldiğinde içinde bulunduğun sistem içerisinde yapacağın işler belli; faizlerle ilgili tasarrufta bulunmak zorundasın. Uluslararası Para Fonu’na gideceksin. Türkiye’nin bu sistemde en ucuz kaynak bulabileceği IMF kaynaklarıdır. Oraya gideceksin, onlar da sana bir “stand by” düzenleyecekler filan... Bu sistem içerisinde böyle, ancak sistem içinde kalarak başka çözümlerde ortaya konabilir. Beni ekonominin başına getirirsen benim yapacaklarım daha radikal şeyler olabilir tabii.
ÖM: Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak da daha önce “çok beklersiniz” demişti ama doların bu yükselişi karşısında onun yanıldığı ortaya çıktı.
AB: Komedi malzemesi haline gelen yaklaşımlar. Gerçekten geleceği kapkaranlık bir ülke durumundayız.
ÖM: Ali bey, bir de kalan vaktimizde şu sizin yeni muhabirliğinizden bahsedelim.
Akdeniz'de kilometrekare bşaına 31 kilo plastik bulunuyor
AB: Antalya muhabirliğim de sürüyor. Hafta sonunda, cumartesi günü -pandemi ortamında kalabalık bir ortam sayılabilir- ilgi çok yüksek değildi ama katılımcı niteliği iyiydi, Muratpaşa belediyesinin ‘Akdeniz’in geleceği, iklim değişikliği çalıştayı’na katıldım. Toparladığım göze çarpan bilgileri aktarmak istiyorum; çalıştaydan çok konferans, bilgilendirme gibiydi, çünkü soru-cevap kısmını izleyiciler mücadele ederek kazandılar. Ama, bölgede bu konulara ihtimam gösteren bir belediyenin olması bir başlangıç. Başkanın başından sonuna kadar izlemesi, CHP’li yetkililerin de aynı şekilde izlemesi önemliydi. Burada Akdeniz’in kirliliği konuşuldu. Akdeniz bir plastik cenneti, kilometrekarede 31 kilo plastik bulunuyormuş. Katı atıkların %77’sinin de plastik olduğu söyleniyor. Çok ilginç ve acı bir şey anlatıldı, bu beni çok yaraladı; bir konuşmacı deniz temizliği yaparken “son yıllarda çok fazla av tüfeği kartuşları, fişekleri buluyoruz” dedi. Bunun nedeni neymiş biliyor musunuz?
ÖM: Nasıl anlayamadım?
AB: Balıkçılık yapanlar önce kuşları vuruyorlarmış kuşlar balıkları yemesinler diye. Bu nedenle denizlerde son dönemde fişek, av tüfeği kartuşu, vb. parçalara rastlanıyor. Kuşların payıdır, balıkçılık yapanlar da bilirler “kuşun kısmetidir, hakkıdır” der balıkçı. Balığa çıkıyorsunuz, önce kuşları vuruyorsunuz, kuşlar ölüyor, fişekler saçılıyor zehirliyor, sonra balığı tutmaya başlıyorsunuz.
ÖÖ: Biliyorsunuz, yunusları da vuruyorlar.
AB: Marmara’da ve Samandağ sahillerinde de çok fazla nargile sipsisi bulunuyormuş. Bir diğer şey kulak çöpü plastiği. Samandağ’a da Suriye’den çöpler geliyormuş. Suriye’de çöpler denize dökülüyormuş. Hiçbir arıtma, önlem yokmuş. Akdeniz’de kirlilikte birinci bir ülkeyiz. Bir diğer husus sellerden sonra selin getirdikleriyle kirlilik 14 kat artıyormuş. Sel olunca o deniz muafiyet kapsamına girermiş. Kirlilik önemsenmiyor bir anlamda, sel oldu ya.. Antalya’da tarımsal plastikler çok fazla, mikroplastiklerde cabası. Çöp ithalatı sonrasında işlenen plastikten sonraki bırakılanlardan söz ediyorum. Geri dönüşüm kirliliğinin etkisi de çok fazla.
"Glasgow iklim zirvesine neredeyse hiç değinilmedi"
Toplantıda dikkatimi çekti, devam etmekte olan Glasgow iklim zirvesine neredeyse hiç değinilmedi. Greta dahil dört kızın söylemlerine değinilmedi. Konuşmacılardan biri toplantıya katılmıştı ve Glasgow’dan umutla döndüğünü ifade etti. Geçem aylarda yaşanan Antalya yangınlarının ekosisteme etkisine ilişkin henüz bir çalışma olmadığını herhangi bir şey söylenmediği için anladım.
Ayrıca Marmara’nın durumu tarihsel süreçler anlatılarak ortaya kondu, 60’lı yıllardan günümüze getirildi. Marmara’da canlı türünün nasıl yitirildiği raporlarla yıllar bazında anlatıldı. Diğer bir husus işte tarımda su kullanımı. Su kullanımı Antalya için önemli. Sulamanın hâlâ 73%’ü tarımda kullanılıyor, 75%’i de ilkel yöntem dediğimiz şekilde devam ediliyor.
Çarpıcı şeylerden bir tanesi de Antalya’da bir hava kirliliği yaşanıyor, özellikle havalar serinlemeye başladıktan sonra. Bunun nedeni sera ısıtmaları ve vatandaşın kendi ısınmasıymış. Ancak şöyle yeni bir şey olmuş; geçtiğimiz yıllarda kalitesiz kömür kullanımı yasaklanmış olmasına karşın, merkezden, Ankara’dan gelen talimatla, bölgede ve öyle sanıyorum tüm Türkiye’de, kalitesiz linyitin de illere girmesi sağlanıyormuş. Bu imkanı verilmiş bir genelge ile. Merkezi hükümet tarafından genelgeyle belediyelere ve il idarelerine bildirilmiş. Bunun yarattığı ciddi bir hava kirliliği var.
"Su fakiri olan ülke için turizmin büyük bir tehdit unsuru olduğu da ortaya çıkıyor"
Biraz önce turizm mesihinden söz ettim ya, “beyaz altın getiren turizm çalışsın da nasıl olursa olsun turist gelsin, döviz bıraksın” konusuna girelim. Bölgede ciddi turizm yorgunluğu yaşanıyor. Bir kere turizm, bölge halkını orada köleleştiriyor, yöre halkı turizm tesislerinin işçisi haline geliyor. Turizm bölgelerinde su tüketimi de dikkat çekici; normal vatandaş günde 150 litre tüketiyorsa turistin günlük tüketimi 750-800 litreye ulaşıyor. Ekonomide mesih gibi görünen turizm götürüleri, maliyeti makro çerçeve içerisinde maalesef ele alınmıyor. Bir turistin ağırlanması sürecince yediği, içtiği, ısınması, tüm aktivitesi için harcanan su kaynaklarını da hesapladığımızda su fakiri olan ülke için turizmin büyük bir tehdit unsuru olduğu da ortaya çıkıyor. Zaten kazanılan Bir TL’nin ne kadarı ülke ekonomisi içinde kalıyor? Ucuza satıyoruz, pahalı bir turizm üretimi yapıyoruz.
ÖM: Süre de biterken ben de şunu ilave edeyim; yani dünya sıcaklığının 1,1 derece artmış olduğu belliydi. COP’tan bahsedilmediğini söylediniz, yani COP26’dan fazla konu olmadığını… Ama bir de Climate Action Tracker diye bir kuruluş, 2,4 derecelik bir artış olacağını söyleyince o zaman bu sene yaşadığımız, işte Türkiye de dahil, Kuzey Amerika, Avustralya, Yunanistan, İtalya, Türkiye, Cezayir ve ötesi yangınların, artı, gene Türkiye’nin de aralarında bulunduğu Avrupa’da, Çin’de, Hindistan’da, Pakistan’da ve ötesinde büyük sellerin, üçüncüsü fırtına ve kasırgaların; Afrika’da özellikle çok fazla ve bir de büyük Türkiye için de söz konusu olan ölümcül kuraklığın, bu dördünün de çok artacağı, 30 yıl içinde de 200 milyon kişinin yerinden yurdundan olacağı hesaplanıyor. Dolayısıyla gerçek bir plan yapılıp hemen uygulama mekanizmaları da konmaz ve finanse edilmezse durumun feci olacağını da söyleyebiliriz. 20 kat şeymiş şu anda, Delhi’de çocuklar da okula gidemiyor hava kirliliğinden, ‘smog’dan, 20 kat fazlaymış, PM2,5 parçacıklarının şeyi 20 kat artmış durumda. Yani dolayısıyla önemle bunların üzerine bir an önce gidilmesinde çok büyük fayda var. Gene de çok iyi tabii Antalya’daki şeyin konuşuluyor olması, yani başlaması bile.
AB: Evet.
ÖM: Muhabirlik için çok teşekkür ederiz.
AB: Bölgede yaşanan hortumlar hakkında da bilgi verildi. Antalya bölgesinde sık sık rastlanıyor artık. 2018’de Kemer’deki tarihe geçmiş; bir metrekareye 490 kilo yağmur yağmış, seller, hortumlar… Antalya çok ciddi göz önüne alınarak bakılması gereken bölge, zaten Isparta’yı geçtikten sonra çöl başlıyor.
ÖM: Peki çok teşekkür ederiz Ali bey, görüşmek üzere.
AB: Kolay gelsin, iyi haftalar!
ÖÖ: Görüşmek üzere.
AB: Hoşça kalın.