Ali Bilge, doların rekor kırmasıyla Merkez Bankası'nın enflasyon ve para politikalarını değerlendirip yakın tarihteki tezkerelere, siyasi linç ve cinayetlere değindi.
(18 Ekim 2021 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar!
Ali Bilge: Merhaba, günaydın Ömer bey!
ÖÖ: Günaydın!
AB: Günaydın Özdeş, Feryal günaydın!
ÖM: Evet, haftanın ekonomi diyelim, haberleri önde geliyor, mali haberleri… Şimdi son dakikada gelen bir haber de ‘Dolar’da yeni zirve 9.28 oldu diye 8:45 itibariyle düşen bir haber var. Herhalde Merkez Bankası’nın durumundan filan da bahsetmekle başlamak iyi olabilir.
AB: 2018 Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildikten sonra, o seçimden sonra “ülkenin bu sistemle yönetilemeyeceğini söylemiştik bu lokomotif vagonları çekemez”demiştik. Vagonlar da tek tek savruluyor. Merkez Bankası vagonu da bunlardan biri.
Son zamanlarda Osmanlı sultanlarının yetkileri üzerine okuyorum, sultanın bürokrasiyle ilişkilerini, Osmanlı bürokrasisi tarihi üzerine okumalar yapıyorum. Örfi ve şeri hukukta padişahın yetkilerinin nerelerde sınırlandıklarına bakıyorum. Bu arada Sultan 1. İbrahim’i de okuyorum. Sultan İbrahim okumalarını ağırlıklı İlber Ortaylı ve Çağatay Uluçay üzerinden yapıyorum. 1. İbrahim enteresan bir yaşam öyküsüne sahip. Yazarlara göre tahta geçtiğinde Osmanlı tarihinin en anlamlı taht duasını yapıyor; diyor ki “Yarabbim biraz sonra, iki dudağım arasından bu kadar memleketin ve tebaanın kaderini etkileyecek sözler çıkacak, ben buna layık mıyım?”. Üstat Reşat Ekrem Koçu’ya göre bu sözler bilgece sarf edilmiştir. Turhan Oflazoğlu’da dönemi anlattığı üçlemesinde bu sözleri “bilinçli bir cinnetti” diyor.
Aslında tarihçiler padişahın sinirlerinin çok bozuk olduğunu söylüyorlar. Ani hiddeti yüzünden devletin kıymetli yöneticilerini kaybettiğini belirtiyorlar.Padişah İbrahim ülke için kararlar alırken ve Devlet adamlarıyla istişare ederken hiddet ve sinir buhranlarının esiri olduğunu, bu tür kararların sonucunda da devletin üst kadrolarının idam edildiklerini belirtiyorlar.
ÖM: 1. İbrahim, Deli İbrahim midir?
AB: Evet, böyle adlandırılan padişah, ama bazı tarihçiler deli olmadığını iddia ediyorlar. Sinir buhranları, tutkuları ve saplantıları nedeniyle sorunları olduğunu iddia edenler var. Bürokrasiyle olan ilişkisinde bu ruh hali, padişahın karar alma süreçlerine etkide bulunuyor.Ne yapacağı belli olmayan, kızdığı zaman kimseyi tanımayarak masum insanları idam ettiren korkutucu birisi olduğunu anlatıyorlar. Gerçekten deli miydi? Yoksa sadece sinirleri yıpranmış bir padişah mıydı? Tarihçi Çağatay Uluçay’ın incelemelerine dayanarak yapılan analizlerde Sultan İbrahim'in psikonevroz hastası olduğu ileri sürülmektedir.
"Merkez Bankası, merkez bankası olma hüviyetini kaybetti"
Uzun yıllar Ankara’da yayıncılık ve gazetecilik yapmamız nedeniyle ömrümüz ekonomik karar birimlerini, ekonomi bürokrasisini takip etmekle geçti. Hatta öğrencilik hayatımızda, okulumuzla Merkez Bankası banknot matbaası dip dibeydi. Merkez Bankası’ndaki en son görevden alma kararlarında şaşılacak bir durum yok, çünkü son yıllarda çokça benzer olayları yaşadık. Erdem Başçı AKP iktidarınca atanan ikinci başkandı. Başkanlığı bırakırken Erdoğan’ın ısrarıyla Merkez Bankası kanunundaki başkanlık maddesi tanımı değiştirildi. Ekonomi tahsil etmek, zorunluluk olmaktan çıkarıldı. Yeni atanan başkan için yapıldı bu değişiklik. Başçı sonrası tüm atamalar Erdoğan’ın bizzat seçerek yaptığı atamalardı. Ben o zaman ve sonrasında da T.C. Merkez Bankası’nın Merkez Bankası olma hüviyetini kaybettiğini, sarayın Merkez Bankası olduğunu, sarayın bankası olduğunu söyledim. Yapılan atama ve görevden almaların hepsi Erdoğan’ın bizzat kontrolünde olan atamalardı. Bağımsız bir Merkez Bankası hüviyetiyle anlayışıyla yapılan atamalar değildi. En son görevden almalarda “yok efendim faiz indirimine karşı çıkan bürokratlar” görevden alınmış vs. bunlar hikaye... Görevden alınan bürokratlardan iki tanesi yurt dışında yaşıyor. Para kurulu toplantılarına yurt dışından geliyorlar. İşin başka bir tarafı, bu şahıslara harcanan paranın da haddi hesabı yok. Ayrıca bu kişiler önceki faiz indirimlerine karşı da çıkmadılar. Faiz indirimi ile ilgisi yok... Sarayın isteği böyle. Bu iki kişiye belli ki kızmışlar. İsteklisi de çok. Çok kaymak görevler bunlar. Sözde bir Ekonomi Bakanı var; Merkez Bankası sözde ona bağlı, onun bile haberi yok. Ekonomi Bakanı Lütfü Elvan’ın da bu konuda en ufak bir haberi yok, danışılmıyor, görüşülmüyor.
Bugünkü rejimde bakanların ve bürokratların aslında durumu içler acısı. Kukla değişkenler yeni bir durum da değil; keyfi tek adam rejiminde böyle. Dolayısıyla gelişmelere büyük bir şaşkınlık içinde bakanlara şaşmak gerekiyor. Merkez Bankası’nın asli görevi -ekonomi birinci sınıf öğrencilerinin bildiği- fiyat istikrarını sağlamaktır. Bugün Merkez Bankası, fiyat istikrarını sağlamaya çalışan, enflasyonla mücadele eden kurum olmanın ötesine çıkmış, enflasyonu arttıran politikalar uygular hale gelmiş durumda.Böyle merkez bankası olmaz. Nitekim politika düşüyor ama diğer faizler yükseliyor, taşıt kredileri, konut kredileri, ticari kredilerin faizleri yükseliyor ve kur hedefleri darmadağın oluyor. Orta vadeli programda belirledikleri, sık sık revize ettikleri kur hedefi 8.25 idi!
Merkez Bankası, enflasyona çalışan bir Merkez Bankası ise bir ülkede durum vahim ötesidir. 90’larda dergide yaptığımız tartışmalar vardı; “enflasyon mu önemli ihracat mı?”. Bu soruya nasıl bir para politikası, kur politikasıyla ayar verilebilir? Merkez bankası kalkınmaya, büyümeye odaklı mı olmalı, yoksa fiyat istikrarına mı? Çok önemli tartışmalardı ama geride kalan tartışmalardı. Şimdi Erdoğan’a fısıldanan şu: “Pandemiye çok kötü bir ekonomik durumda girdik. 2020 yılında üretim, ihracat, turizm kayıpları oldu, gelirlerde ciddi azalmalar oldu. Düşük kur politikası uygularsak ihracatı, üretimi arttırabiliriz, bu şekilde döviz gelirlerimiz artar! Ucuzlayan Türkiye’ye daha fazla turist gelir, dövizimiz artar, zaten eksilerdeyiz!” Zihniyet bu. Gelişmekte olan ülkeler içinde en ucuza turist ağırlayan ülke olduk. Diğer ülkelere 1500 Dolar kişi başına turist geliri sağlarken sanırım bizde 350 Dolar’a düşmüş durumda ki Türkiye’nin ortalaması 600-700 Dolar civarındaydı. Ucuza çalışıyoruz, ucuz ücretlerle. Düşük kurla ihracat yapmaya çalışıyorsunuz. Neden? Yeter ki ekonomi biraz büyüsün, ihracat, turizm artsın, döviz girsin. Erdoğan iktidarını kaybetmesin. Ancak, kur artışlarıyla ithal girdi fiyatları artıyor. Üretiminiz ve ihracatınız ithalata bağımlı, onların fiyatları artıyor. Bu şekilde ihracatı artırmanın limiti var. Düşük kur ve düşük ücretle ihracatta ve turizmde rekabet etmenin de bir limiti var; bir süre sonra rekabet edemiyorsunuz. Cari açığınız artıyor, düşük ücretle insanlar daha da yoksullaşıyor. Ayrıca bütün bunlar enflasyon artışına yol açıyor. Türkiye’de veri ve bilgi steril değil. Veri güvenliği olmadığı için gerçek enflasyon rakamları açıklanmıyor. Türkiye, para politikası denemeyecek zihniyetle adeta intihar ediyor. Böyle devam etmesi çok mümkün değil. Erdoğan’ın bu zihniyetle erimiş döviz rezervlerini arttırmaya çalışıyor, otoriter rejimini ve iktidarını korumaya çalışıyor. Seçimlere giderken (ki olursa) “boş kasayı biraz nasıl, doldurabilir miyim” diye çareler arıyor. Düşük kur politikasını yeğleyerek ekonomik hareketliliği sağlamak istiyor. Ama çok geç ve yanlış; kur patlıyor, fiyat mekanizması bozuluyor, enflasyon yükseliyor. Açık bir ekonomi politikası yok. Belirsizlik hakim ve işler uzmanlara, işin ehline devredilmiş değil. Osmanlı padişahları yetkilerini bazı alanlarda devrediyor en azından. Erdoğan rejiminde böyle bir şey yok. Tek kişi üzerinden yürüyor işler. Otokratik liderler popülizmi, dini ve etnik milliyetçilikle birleştirince, geçici başarılı dönemler olabiliyor ama sonunda ekonomi felaket bir noktaya sürükleniyor. Gelecek 10’lu yıllarda bunların faturasını ödeyeceğiz.
ÖM: Evet, yani Hazine ve Maliye Bakanı’ndan da çeşitli rivayetler dolaşıyor ortada; nerede olduğu bilinmiyor filan ve kendisinin hiçbir şeyden haberi olmadığına dair dedikodu nitelikli değerlendirmeler var. Gerçekten de pek sesi duyulmuyor değil mi?
AB: Evet evet, yeni rejimde bakanların herhangi bir ağırlığı söz konusu değil. Üç yılda kaç bakan değişikliği yaşadık, azli yaşadık; bakanların hükmü yok, ki Naci Ağbal Erdoğan’ın göz bebeğiydi, prensiydi, onu getirdi merkez bankasına, 4,5 ay sonra azletti. Artık istifa da edilemiyor biliyorsunuz azlediliyorsunuz. Değersiz Türk lirasıyla, kur politikasıyla, her ne olursa olsun büyüme sağlansın, hareketlilik olsun. Merkez Bankası ve kamu bankaları eliyle seçimi finanse edelim, otoriter rejimimiz ve iktidarımız ayakta kalsın. Anlayış bu. Seçime yaklaşırken bunları görüyoruz. Aynı zamanda seçime yakın zamanlarda harekat, savaş görüyoruz. Suriye Harekatları oluyor. Bir de siyasi cinayetler, toplu katliamlara gündeme geliyor.
"Artık Türkiye Misak-ı Milli sınırları içinde değil"
Buradan Suriye’ye, harekat mevzusuna geçelim, Suriye’ye bugüne kadar pek çok giriş çıkış oldu ama üç büyük harekat var. Artık Türkiye, Misak-ı Milli sınırları içinde değil. Türkiye’nin yüz ölçümü genişledi. Suriye topraklarında çok önemli bir alana yerleşmiş durumdayız. Yerleştiği alanda bayındırlık hizmetleri veriyor, yol yapıyor, okul yapıyor, fakülte kurdu. Hatta adalet bakanlığı orada iki hukuku birleştiren mahkemeler bile kurdu. Türkiye Suriye topraklarında çok uzunca bir süredir var. Orada milis-polis kuvvetleri var, kendi ordusu var, Suriye Milli Ordusu’nu eğitiyor, donatıyor, besliyor… Türkiye’nin Irak’ta da güçleri var, kontrol ettiği bölgeler var. Bu bölgeleri geçici ya da kalıcı olarak sınırlarına katmış durumda. Bilmiyoruz, çok karanlık bir alan. İsterseniz yakın dönem tezkere tarihimize biraz bakalım, AKP dönemi savaş ve harekat tezkerelerine.
ÖM: Evet.
AB: İlk tezkere 2003’te ABD ve koalisyon güçlerine Türkiye’nin kara gücü vererek katılmasına ilişkin tezkereydi. Bu tezkere reddedilmişti, muhalefetin ve o dönem AKP’nin içinde Kürt mebusların karşı çıkmasıyla. Tezkere için olması gereken çoğunluk sağlanamadı. Irak için AKP dönemindeki ilk tezkere 2007’de meclisten geçti; Irak Tezkeresi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin isteği doğrultusunda, Milli Güvenlik Kurulu önerisi doğrultusunda yapılıyordu. Irak Tezkeresi altı kez bir yıl süreyle uzatıldı. Sonra 2012 tarihinde Suriye için tezkere çıkarıldı. 2013 yılında sona eren bu tezkere bir yıl uzatıldı. 2014’ten sonra Suriye ve Irak Tezkeresi ortak bir tezkereye dönüştü. Ortak tezkereler de bugüne kadar hep bir yıl süreyle uzatıldı.
Irak Suriye ortak tezkeresi 30 Ekim 2021’de doluyor. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekatları ortak tezkereye göre yapıldı. Tezkerenin tekrar uzatılması konuşulurken Suriye’ye yapılacak yeni bir harekatı Erdoğan gündeme getirdi. Ancak harekat yapılacağı söylenen bölgede Türkiye’nin hem Rusya’yla hem de ABD’yle problemleri var. Anlaşılan Fırat’ın doğusuna YPG güçlerine bir harekat planlanıyor ama uzmanların, bu konuyu iyi bilen yazarların değerlendirmelerine göre anlaşma olmadan harekat yapma ve ilerleme imkanının pek olmadığı anlaşılıyor. Bölgede Rusya ve ABD’nin hava gücü ve kontrolü bulunuyor. Şubat 2020 de Rusya ve rejim uçakları Türkiye birliklerine bir harekat yaptı, 35 asker şehit oldu. Bölgede müsaade etmiyorlar Türkiye’nin uçmasına. Ayrıca ABD ile de problemler var.
Tezkereleri konuşurken bir noktaya izninizle dikkat çekmek istiyorum; tezkerelere CHP’nin bakışı, tavrı nasıl olmuş? CHP 2007’den 2012’ye kadar tezkerelere “evet” demiş.
ÖM: 5 yıl.
"CHP’de gelecekte Suriye politikasının nasıl oluşacağına ilişkin bir netlik göremiyoruz"
AB: 2012, 2013 ve 2014’te “hayır” demiş, 2015’ten 2020 dahil “evet” demiş. Sayın Kılıçdaroğlu ve CHP yetkilileri 2015’ten sonraki ‘evet’lerde “içimiz ağlaya ağlaya ‘evet’ diyoruz” demişlerdi, dokunulmazlığın kaldırılmasında olduğu gibi. Ancak bu üç yılda “hayır” diyorlar. Problem var bu mevzuda. Ayın sonuna doğru meclise gelecek tezkereye, son uzatmada ne diyeceklerini, nasıl tavır alacaklarını merak ediyorum. Çünkü bu son uzatma kararı ile herhangi bir anlaşmaya dayalı olmaksızın bir harekat yapılırsa çok büyük felaketlere yol açabileceğini uzmanlar söylüyor. 30 Ekim 2021’e kadar uzatılan tezkereye, geçen sene CHP, MHP, İyi Parti destek verdi. HDP’nin tüm tezkerelerdeki pozisyonu aynı.
Şimdi konu şuraya geliyor: Ana muhalefetin ve genel olarak muhalefetin Suriye politikasını açık bir şekilde ortaya koyması gerekli. Kılıçdaroğlu ve CHP yetkilileri “Esed’le, rejimle görüşeceğiz” diyor. Diyelim ki yarın seçimler oldu, adil seçimler oldu, iktidarı bıraktı, rejim değişikliği gündeme geldi; CHP nasıl bir Suriye politikası izleyecek ? Esed ile görüşmeye başladın, “topraklarımızdan çık diyecek”, ne yapacaksın? İşgal edilen, girilen yerlerden çıkılacak mı? Tarih boyunca önem verdikleri Misak-ı Milli sınırları içine mi çekilecek? CHP’de gelecekte Suriye politikasının nasıl oluşacağına ilişkin bir netlik göremiyoruz. 2012-2014 yıllarında, üç yılda neden “hayır” dediklerini merak ettim. CHP’nin hükümetle birlikte tavır almaya başlaması Kuzey Suriye’de bir Kürt bölgesinin oluştuğunu gördükten sonra başlıyor! Ayrıca hayır dedikleri üç yılda CHP’nin hiç katılmadığı çözüm sürecinin de canlı olduğu bir dönem!
CHP’nin ve muhalif ittifakın Suriye politikasının netliğe kavuşmadığını anlıyoruz. İttifakın içinde yer alan AKP’nin içinden çıkan Deva ve Gelecek partileri zaten bu işin içindeydiler. Gelecek’in başkanı Davutoğluü, AKP’nin Suriye politikasının ana mimarıydı. Suriye politikasını bugünden konuşmak belki erken olabilir ama biz şimdiden dikkat çekelim.
Başka tezkerelerimiz de var; Doğu Akdeniz ve Libya tezkeremiz var. Bunlar da geçen sene 18 ay süreyle uzatıldı ama Doğu Akdeniz’deki gemiler Antalya körfezine geldi. Libya’daki durum belli. Sanırım gizli gizli çekiliyorlar. Afganistan’a 2001’den beri tezkeremiz var. Afganistan Tezkeresi de Libya Tezkeresi’yle birlikte uzatılmıştı. Libya Tezkeresine muhalefet “hayır” dedi ama Libya’da zaten durum belli; Doğu Akdeniz mutabakat zaptında muhalefet iktidarı desteklemişti. ABD’nin Afganistan’ı Taliban’a bırakmasından sonra Türkiye hamleleri boşa çıktı. Birlikler geri çekildi, çekiliyor. Sonunun ne olduğunu yaşadık. Son olarak Azerbaycan Tezkeresi var malum. Detaylarına girmeyeyim. Yakın dönem tezkere tarihimiz böyle efendim.
"Siyasi cinayetler ve harekatlarla birlikte dini ve etnik milliyetçilik yükseldi"
ÖM: Peki Ali bey, bir de demin sözünü ettiğiniz siyasi cinayetler, özellikle CHP genel başkanı sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu yönde bir şeyler sarf etti. Onun üzerine de sayın Cumhurbaşkanı da ona cevap verdi ve bir mahkemeye götürme durumu var. Siyasi cinayetler konuşuluyor; nedir bu, birazcık ondan da bahsedebilir misiniz?
AB: 2015 Haziran-Kasım senaryosunu göz önünde bulundurduğumuzda bugünle benzer yanlar olduğunu görüyoruz. Bugün olduğu gibi çoğunluğunu kaybetmiş bir iktidar vardı. Ayrıca Türkiye partisi olan HDP oy patlaması yaşadı. Çözüm süreci bir şekilde devam ediyordu. Sonra katliamalar başladı. Öylesine bir altı ay yaşadık ki gar katliamları, Suruç Katliamları, diğer katliamlar, saldırılar, siyasi cinayetlerle geçen bir dönemdi. Geçen hafta konuştuk; 862 insan öldürüldü bu cinayetlerde, suikastlerde. Dini ve etnik milliyetçilik körüklendi, Kürtlere ve HDP‘ye saldırı ve sertlik arttı, bölünme körüklendi. Bu tür gelişmeler milliyetçi ve muhafazakar seçmenin iktidar etrafında toplanmasını sağladı. Aynı zamanda siyasi cinayetler ve harekatlarla birlikte ulusalcılık ve milliyetçilik dalgası, dini ve etnik milliyetçilik yükseldi.
Sonralarında ana muhalefet genel başkanı Kılıçdaroğlu’na üç saldırı girişimi oldu; mermi atıldı, Çubuk linci oldu, Karadeniz’de suikast teşebbüsü oldu. Meral Akşener’e de saldırı girişimleri oldu. Muhalif partilerin genel başkan yardımcılarına, muhalif gazetecilere saldırıldı. Kürt muhalefeti müthiş bir darbe yemiş durumda, eş başkanları içeride.
Böyle ortamlarda siyasi cinayetlerin gündeme gelmemesi mümkün değil. Sedat Peker altı aydır açıklamalarda bulunuyor. Sedat Peker içerden biridir, Brütüs’tür, eski gözdelerden biridir. Yaptığı açıklamalar soruşturulmuyor. Özellikle İçişleri Bakanı hakkında söyledikleri, açıkladığı olaylar, kriminel olaylar, narko olaylar var. Ayrıca bir SADAT mevzusu var. SADAT örgütlenmesinin nelere yol açtığını, aynı zamanda dini ve milliyetçi paramiliter güçlerin durumunu dilimizin döndüğü kadarıyla defalarca programlarda irdelemeye çalıştık. Sedat Peker’den çok önce bunları konuştuk. Ancak Peker içerden bir isim; dolayısıyla çok şey biliyor. Son İzmir HDP baskını siyasi cinayet değil miydi? Çok ciddi bir baskındı ve bir kişinin ölümüyle sonuçlandı ki daha fazla kişi hedeflenmişti. Dolayısıyla siyasi cinayetlerin gündeme gelmesi normal. Cinayet şüpheleri ve duyumları bugünlerde daha da arttı. Bu sefer gündeme getiren ana muhalefet lideri oldu.
Ana muhalefetin ve muhalefetin son dönemde Merkez Bankası ziyareti, bürokratların dikkatini çekmesi, yaptıklarınızın “hesabını soracağız” yaklaşımı, aynı zamanda pek çok ekonomik kararın iktidara geldiklerinde değiştirileceğine ilişkin yaklaşımı çok önemliydi. Olması gerekendi. Toplumsal servetin, kamusal servetin varlığın kişisel servete dönüştürülme sürecini yaşıyoruz. Hesap sorulmayacak mı? Bir gün bile görevde durmaması gereken bakanlar, bürokratlar var.
"Konya Katliamı sanık ve şüphelileri savcı ve medya ile işbirliği yapıyor"
Bakın iki ay önce Konya’da bir katliam yaşadık; aynı aileden yedi kişi öldürüldü, öldürülen aile Kürt’tü. Yani çıldırmamak elde değil! Konya Katliamı’nda katliamın savcısı, sanık ve şüphelilere yol gösteriyor. Bu iş için bir WahtsApp grubu kurulmuş. Yani bu inanılır gibi değil. Haberi gördünüz mü bilmiyorum; Konya Katliamı sanık ve şüphelileri savcı ve medya ile işbirliği yapıyor. Şüpheliler ve sanık yakınları davaya bakan savcı ile görüşüyorlar, bu görüşmeleri kurdukları WhatsApp grubunda paylaşıyorlar. Savcının yol göstericiliğinde işler ilerliyor. Durum bu mertebede, vahim ötesindeyiz.
Siyasal ve iktisadi olarak çok güç bir dönemini yaşıyor iktidar. Dizlerinin üstünde, ancak dizlerinin üstünde olan, ayağa kalkması gereken ana muhalefet… Ve ittifak olmasından hep söz ediyoruz; kuvvetli ve uzun erimli demokrasi cephesinden söz ediyoruz. Nitekim son dönemde bu alanda bir atak söz konusu.
Muhtemel seçimlere giderken siyasi suikastlar, cinayetler ve askeri harekatlar, aynı zamanda olabildiğince ekonomiyi sunî bir şekilde canlandırma politikası AKP’nin bilinen senaryosudur. Bu üçlemeye dikkat çekmek isterim;bunlarla seçimleri ve durumu kurtarmaya çalışırlar. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun siyasi cinayetlerin önümüzdeki dönemde gündeme gelebileceğini hatırlatması, duyumları paylaşması çok doğru. Deneyimli bürokrat Cevat Öneş bey de bu konuda açıklama yaptı, dikkat çekti.
“Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli olur” deriz. Siyasi cinayetlerin öncü ayak izlerini görmemek mümkün değil. TÜGVA diye bir kuruluşun son günlerde ortaya saçılan incilerini görüyoruz. Merak ediyorum; şayet seçimler olacaksa, bugünden sorayım, seçimlerde TÜGVA’ların nasıl bir görevi ve rolü olacak? Sandık görevlileri, sandık başkanları TÜGVA’cılardan mı olacak?TÜGVA’nın, SADAT’ın önümüzdeki iktidar değişimi sürecindeki pozisyonları ne olacak?Bu ve benzeri gruplara aktarılan kaynaklar nedir? diyelim. Önümüzdeki dönemlerde demokrasiden yana güçlerin ittifakının çok kuvvetlendirilmesi ve tahkim edilmesi gerektiğinin altını çizelim.
ÖM: Ben bir de şey ekleyeyim; bitti süre ama yani Konya Katliamı dediğimiz yakın tarihin önemli olaylarından biri. Konya’nın Meram ilçesinde geçen temmuz sonunda ırkçı bir saldırı olmuş ve Dedeoğulları ailesinden Kürt yedi kişinin hayatını kaybetmesine, öldürülmesine ilişkin olarak avukatları, Dedeoğulları ailesinin avukatı Abdurrahman Karabulut da sizin de söylediğiniz gibi il emniyet müdürü, polisler ve davaya bakan hakim ve savcılar hakkında suç duyurusunda bulundu. Bu da oldukça eşine sık rastlanmayan bir olay olarak, yani “görevi kötüye kullanma suçu işlediklerinden hakim ve savcılar için Hakimler Savcılar Kurulu’na, il emniyet müdürlüğü ve polisler hakkında ise savcılığa suç duyurusunda bulunduk” demişti. Böyle bir olay da var evet.
ÖÖ: Hrant Dink davasında da İçişleri sorumlu bulunmuştu mahkeme tarafından.
ÖM: Evet.
AB: Evet, aynı zamanda emniyet müdürü de Hrant Dink Katliamı sırasında Trabzon’da görevliydi...
ÖÖ: Evet doğru.
ÖM: Bir de “Sedat Peker’in iddianamesi tamamlandı” diye bir haber var.
AB: Yine iç kararttık ama iç karartıcı bir durumdayız zaten.
ÖM: Peki, çok teşekkür ederiz, görüşmek üzere.
AB: Hoşça kalın!
ÖÖ: Görüşmek üzere.