Nevin Sungur, Ayşe Buğra ile eşi Osman Kavala'nın tutuklu bulunduğu süreci, duruşmaları, kaygıları, hukuksuzluğu ve hak ihlallerini konuştu.
26 Ocak 2021’de Osman Kavala’nın avukatlarının yaptığı açıklama:
Müvekkilimiz Osman Kavala’yla ilgili iki dosya hakkında Anayasa Mahkemesi’nin ve İstanbul İstinaf Mahkemesi’nin geçtiğimiz günlerde açıklanan kararları bağlamında, kamuoyunun tarafımızca bilgilendirilmesini hukuki bir zorunluluk addediyoruz.
Kamuoyunda ‘Gezi davası’ olarak bilinen dava, 18 Şubat 2020 tarihinde İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nin tüm sanıklar hakkında verdiği beraat kararıyla sonuçlandı. İstanbul İstinaf Mahkemesi, beraat kararını bozmuş ve bunu yaparken birbirleriyle ilişkisi olmayan insanların farklı eylemlerden dolayı suçlandıkları davaların birlikte görülmesi gerektiğini belirtmiştir. Bunun sonucunda, yıllarca sürecek ve siyasi nitelikteki iddiaların gündemde kalmasına hizmet edecek yeni bir hukuki tartışmaya zemin hazırlanmıştır.
Burada bilinmesi gereken önemli nokta, Gezi dosyasının ve İstanbul İstinaf Mahkemesi’nin onunla birleştirilmesini talep ettiği ‘anayasayı ihlal’ suçlamasını içeren dosyanın, Osman Kavala’nın başvurusunu değerlendiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından incelenmiş ve bu inceleme sonucunda haksız tutukluluk kararı alınmış olmasıdır. Bu kararı, Türkiye’nin kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin Bakanlar Komitesi’nin, Türk yetkilileri AİHM kararı doğrultusunda hareket ederek Osman Kavala’nın derhal serbest bırakılması için gerekli adımları atmaya davet eden üç kararı izlemiştir. Bakanlar Komitesi, bu kararları alırken AİHM tarafından incelenen iki dosyadaki suçlamaların ve aynı zamanda Kavala’nın halen tutuklu olarak yargılandığı dosyadaki ‘casusluk’ suçlamasının ‘aynı iddia ve eylemlere yönelik olduklarını’ ve Osman Kavala’nın sürmekte olan tutukluluğunun aynı mahiyette ‘tek dosyanın devamı’yla ilgili olduğunu belirtmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin Osman Kavala hakkında yürütülen ‘casusluk’ suçundan verilen tutuklama kararında ‘hak ihlali olmadığı’ yönündeki kararı, AİHM kararlarının uygulanıp uygulanmadığını denetleyen Bakanlar Komitesi’nin ‘tutuklamanın derhal sonlandırılması’ gerektiğini belirten kararına rağmen alınmış bir karardır. 7’ye karşı 8 oyla alınan bu kararla, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası teminatı altındaki ‘özgür yaşama hakkı’nın tek bir oyla göz ardı edilerek hiçe sayılması son derece endişe vericidir.
AİHM, Osman Kavala’nın tutukluluğuyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin üç maddesinin ihlal edildiğini belirtirken, tutukluluğun hak savunuculuğunu sessizleştirmek gibi bir niyet içerdiğine değinmiştir. İstanbul İstinaf Mahkemesi’nin geçtiğimiz hafta aldığı karar, AİHM kararının içeriğini dikkate almayan ve siyasi nitelikli yargı kararlarıyla ilgili endişeleri destekleyen bir karardır.
Görüleceği üzere, Osman Kavala hakkında alınan tüm kararların ortak noktası, bu kararların, AİHM ve Bakanlar Komitesi kararlarına rağmen, bu kurum ve kararlar ‘yok sayılarak’ alınmış olmasıdır.
Bu gelişmeler, yeni yargı reformu paketi konusunda ne ölçüde umutlu olunabileceğini gösterecek niteliktedir.
Osman Kavala Müdafileri
Av. Köksal Bayraktar
Av. Tolga Deniz Aytöre
Av. İlkan Koyuncu
Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı ve iş adamı Osman Kavala üç yılı aşkın bir süredir hapiste tutuluyor. İddianamesi ancak 16 ayda ancak yazılabildi, “Anayasal düzeni ve hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs”le suçlandı ancak buna dair hiçbir somut delil sunulamadı. Bugüne kadar üç kez beraat kararı bozuldu, tahliye edildiği günün gecesinde bir başka suçlamayla yeniden tutuklandı.
AİHM, Kavala davasında hak ihlali değerlendirmesinde bulundu ve kendisinin bir an önce serbest bırakılmasını talep etti. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Türkiye'yi Osman Kavala hakkındaki AİHM kararının gereğini yerine getirmeye çağırdı. Ancak bütün bu karar ve çağrılar Türkiye’de hiçbir karşılık bulmadı.
Son olarak Osman Kavala ve diğer sanıklar hakkında Gezi Davası'nda verilen beraat kararı da kaldırıldı. İstanbul Bölge Adliye mahkemesi 3. Ceza Dairesi, eksik delillerin ikmali ile yargılamanın devamına karar verdi.
Bir sonraki duruşma 5 Şubat’ta yine Silivri’de olacak. Duruşma öncesinde eşi Ayşe Buğra ile buluşmak; ailesi, dostları ve çalışma arkadaşları açısından bu son derece zor geçen süreci konuşmak istedik. Bizi kırmadı ve görüşme talebimizi kabul etti.
Çarşamba günleri telefon günü, her hafta Osman Kavala, eşi Ayşe Buğra ile telefonda hasret gideriyor. Bizim de Ayşe Hoca ile randevumuz bugüne denk geldi. Anadolu Kültür’ün ofisinde buluşuyoruz. Ofiste herkes güler yüzlü, son derece kibar ve yardım sever. Güler yüzlü dedim de aslında herkesin yüzü biraz gölgeli. Osman Bey’in yokluğunun yarattığı ağırlık hemen hissediliyor. Odasının kapısı açık, sanki beş dakika önce bir toplantıya yetişmek için aceleyle çıkmış gibi ama o çıkışın üstünden dile kolay üç buçuk yıl geçmiş. Bayram, doğum günü, yılbaşı, kısacası bu süre içinde beraber yaşanacak ne kadar mutlu gün varsa yaşamlarından çalınmış.
Ayşe Buğra ile bütün bu süreci, duruşmaları, kaygıları, hukuksuzluğu ve hak ihlallerini konuştuk.
Bugün Osman Bey ile telefon gününüzdü sanırım. Nasıl şu an kendisi?
Her zamankinden farklı değil, sakin, bekliyor, şikâyet etmiyor. Hiç şikâyet etmedi zaten başından beri. Her zamanki gibi bekliyoruz. Artık biraz şaşkınız tabi. Neye uğradığımızı şaşırmış vaziyetteyiz ama sakin durmaya çalışıyoruz. O da ben de bekliyoruz.
Sadece telefon ile mi görüşüyorsunuz? Pandemi sizin görüşmelerinizi nasıl etkiledi?
Korona sürecinde 1-2 ay hiç gidemedim, sadece telefonla konuştuk. Şimdi, aşağı yukarı ayda 2 kere ziyaret edebiliyorum. Tedbirler çok sağlam görünüyor, sıkı tedbir alıyorlar. O da tabi iyi ve güven verici bir şey.
Osman Bey başından beri tecritte değil mi?
Tecrit demek çok doğru değil. Yalnız kalıyor bir odada ama aynı avluya açılan 2 oda var. Dolayısıyla öteki odada kalan mahkûmu görebiliyor avluya çıktığı zaman. Avukatlar gidiyor sürekli. Ben tabi gidiyorum gidebildiğim zaman. Bir de milletvekilleri bazen ziyarete gidiyorlar. Dolayısıyla haftada birkaç kere birileriyle görüşme imkânı oluyor. Tamamıyla kopuk değil. Televizyonu da var, okuyor tabi. Ben de devamlı kitap götürüyorum. Başka kitap götürenler de oluyor. En önemli meşgalesi okumak herhalde. Ona en çok destek olan şey okumak şu anda.
Bir röportajınızda söylemiştiniz, aynı kitapları okumaya çalışıyormuşsunuz.
Evet. Eski klasikleri, gençliğimizde okuduğumuz kitapları yeniden okuduk bu vesile ile, çok iyi oldu. Bu kitaplar üzerine konuştuk. Başka daha güncel edebiyat alanında da bazı kitaplar okuduk beraber. Mektup yazdık, çok sık mektup yazıyoruz ve okuduklarımızla ilgili de mektuplaşıyoruz. Bu iyi oldu, bizi biraz ayakta tuttu.
Peki siz nasılsınız? Üç seneden fazla zamandır Osman Bey ile ayrısınız. Siz nasıl geçiriyorsunuz bu dönemi?
Aşağı yukarı üç buçuk sene oldu. Yani çok tuhaf bir şey tabi. Otuz küsur sene birlikte yaşamışız, her şeyi birlikte yapıp, bir hayat paylaşmışız ve şimdi birdenbire bölünmüş, parçalanmış gibi. Ben bu süreçte üniversitede ders vermeye devam ettim. Elimden geldiği kadar araştırmalarımı, yazdıklarımı sürdürmeye çalıştım. Bunlar önemli. Öğrencilerimle ilişkim çok iyidir, onlar bana çok destek oldular. Eski öğrencilerim – yeni meslektaşlarım var, onlar da hep yanımdaydılar. Dolayısıyla yalnız, unutulmuş bir vaziyette değildim. Böyle bir durumda sakin olmaktan başka yapacağınız bir şey yok. Ve o sükuneti koruyup, güçlü olmaya gayret ettim ve ediyorum. Başka bir alternatifim de yok sanırım.
Bunu da sürdürmek kolay değil sanırım? Hem siz hem Osman Bey çok mağrur davrandınız. Bunu koruyabilmek çok zor olsa gerek?
Ben başka çare yok diye düşünüyorum. Başka bir çare olmadığı için mecburen yaptığımız bir şey. Bir seçeneğimiz yok, bu seçerek yapılmış bir şey değil.
Geçen üç buçuk yıl baştan sona son derece saçma şeyler yaşandı. Osman Bey beraat ediyor, aynı gün tekrar tutuklanıyor. Sezgin Tanrıkulu bu duruma “müsamere gibi” demişti. Bu süreci siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eşim 2017’de gözaltına alındı. 1 Kasım 2017 günü de tutuklandı. O zamandan beri de özgürlüğünden yoksun, devamlı cezaevinde. Bu süre içinde Türk Ceza Kanunu’nun üç maddesine bağlı üç ayrı suçlama yöneltildi. Bu suçlamalardan biri Gezi Eylemleri diye bilinen protesto eylemleri ile ilgiliydi. Bunların organizatörü ve finansörü olmakla suçlandı. Bu zaten yeteri kadar fantastik bir suçlama. Bu davadan beraat etti.
İkinci suçlama 15 Temmuz 2016 darbesi ile ilgili bir suçlamaydı. O suçlamayla ilgili tutuklandıktan sonra tahliye edildi, tekrar tutuklandı ve tekrar tahliye edildi. Şimdi üçüncü bir suçlama, casusluk suçlamasıyla ilgili olarak tutuklu bulunuyor. İlk iddianame, Osman gözaltına alındıktan 16 ay sonra ortaya çıktı. Dolayısıyla biz 16 ay boyunca neyle suçlandığını öğrenmek için bekledik. Ama bu 16 ay süresince bazı medya organlarında, Osman’ın ne kadar karanlık bir adam olduğunu anlatan çok fazla yazı çıktı. O sırada dosyada gizlilik vardı. Dosyada gizlilik olduğu sırada bu tür çamur atan yazılar çıkmaya başladı. Bazılarıyla ilgili suç duyurusunda bulunduk. Bunlar ifade özgürlüğüne atıfla reddedildi. Bu kolay değildi.
Duruşmalar nasıl geçiyor?
Bu duruşmalara giderken ne kadar ümitlenmemeye çalışsam da ümitleniyorum. Ben çok gayret ediyorum ümitlenmemeye. Ümidin boşa çıkması çok kötü etkiliyor çünkü. Ümitlenmemeye çalışıyorum ama ister istemez tahliye haberi alma ümidiyle de gidiyorum mahkemeye. Ama her seferinde de “tutukluluğun devamı” kararıyla karşılaşıyorum. İlk suçlamadan beraat ettiği gün ben, ailenin diğer fertleri, arkadaşlarımız bütün bir öğleden sonra, akşama kadar çıkmasını, birlikte eve dönmeyi bekledik. Çıkmadı ve o akşam tekrar tutuklandı. Bunun nasıl bir şey olduğunu tahmin edebilirsiniz.
10 Aralık 2019’da AİHM “Haksız Tutukluluk” kararı verdi eşimin tutukluluğuyla ilgili. O karardan sonra da tahliye edilmedi. AİHM kararından sonra Anayasa Mahkemesi bu konuyu 3 kere gündemine aldı. Birinde ertelendi çünkü o gün başka bir iddianame ortaya çıkmıştı. İkinci gündeme aldığı tarihte Genel Kurul’a sevk ettiler. Son birkaç hafta içinde Genel Kurul 8-7 oy ile Haksız Tutukluluk olmadığına karar verdi.
Bütün ümitlenmeler, ertelemeler, tutukluluğun devamı kararları ve son Anayasa Mahkemesi kararları. Bu gerçekten işkence gibi bir şey. Ben artık hakikaten işkence lafının kullanılabileceğini düşünüyorum. Ne olduğu belirsiz, sebebini anlamadığımız bir dizi kararın kurbanı olarak yaşıyoruz. Sakin olmamanın alternatifini de ben bilmiyorum. Sokağa çıkıp bağırmalı mıyım? Bu yapılan gerçekten işkence kelimesi kullanılarak tarif edilebilecek bir şey.
Size göre bütün bunların nedeni ne? Neden böyle davranıyorlar? Neden bunu size yaşatıyorlar?
Türkiye’de hukukun, yargı sisteminin işleyişindeki sorunlar biliniyor. Tek haksız tutukluluk bu değil. Tek mağduriyet bizim mağduriyetimiz değil. Aynı şekilde cezaevinde bulunan pek çok insan var. Yalnız eşimin durumu gerçekten biraz özel bir durum halini almış durumda. Bir sembol haline geldi hakikaten. Bunun bir sebebi de, kendisinin hiçbir zaman hiçbir siyasi partinin, örgütün, hareketin parçası olmamış bir insan olması. Muhalif bir gazetede çalışan bir gazeteci de değil. Bütün hayatı boyunca darbelere, şiddete karşıt olduğu genel olarak biliniyor. Sanat, kültür faaliyetleri yoluyla, farklı etnik kimliklere, siyasi görüşlere sahip insanlar arasında köprüler kurmaya, diyalog kanalları açmaya çalışmış birisi, tüm yaptığı bu. Ve bütün bunların içinde birdenbire bir “karanlık adam” figürü ortaya çıkıyor.
Bu niye yapılıyor? Bazı teoriler var ortada. İlk suçlama, beraat ettiği dava Gezi Davası idi 2013’de. Türkiye’nin 80 vilayetine yayılmış, resmi rakamlara göre 3 milyon insanın karıştığı bir protesto hareketiydi. Bunun üzerine pek çok çalışma yapıldı, makaleler yazıldı. Bütün söylenenler de bunun lidersiz, örgütsüz, kendiliğinden bir hareket olduğu söylendi. Bu hareketin “finansörü-organizatörü” olarak suçlanıyor bu insan.
Bu neden yapılır? Gezi olaylarını kriminalize etmek için yapılır. Böyle bir dava sürdüğü sürece, karanlık işler yapıldığı algısı yaratıldığı sürece, Gezi’nin kriminalizasyonu da sürebiliyor. Bu bir açıklama. Gezi davası beraatla sonuçlandı ama aynı savcının yazdığı ikinci iddianame aynı suçlamaların önemli bir kısmını içeriyor. O davanın beraatla sonuçlandığını söylemiyor. Dolayısıyla Gezi’nin kriminalize edilmesi biraz daha olabilecek bir sebep, öne sürülen sebepler arasında.
Aynı zamanda Türkiye’nin “dış düşmanları ve onların iç destekçileri” türünde pek çok komplo teorisi var ortada. Bu siyasi stratejinin de bir parçası haline gelmiş durumda. Tutukluluğu buna da yarıyor olabilir. Osman Kavala gibi çok sevilen, çok tanıdığı olan, yurt dışında bağlantıları olan, sivil toplum örgütleri ile bağlantısı olan bir insanı karanlık bir figür olarak göstermek, komplo teorileriyle siyaset yapanların işlerine yarıyor olabilir.
Tabi bu yapılırken aynı zamanda hem Batı dünyası ile ilişkiler hem genel olarak STK’lar ile ilgili algı da çok gündeme geliyor ve işin parçası haline geliyor. Bu olayın kendisi, bu suçlama, bu tutukluluk STK’lara da bir gözdağı verme niteliği taşıyabiliyor. Zaten AİHM kararı bundan söz ediyor. Onun için AİHM kararında tutukluluğun siyasi nitelikli olabileceği söyleniyor.
Bütün bunlar var ve bunların arasında gerçekten inandırıcı olan, suç kanıtına benzer hiçbir şey yok. Dolayısıyla ben artık kimsenin, hatta o iddianameleri yazan savcının bile ortada bir suç olduğuna gerçekten inandığına inanmıyorum. Savcı bir suç olduğuna inansaydı suçu biraz daha iyi tanımlardı bence. Suçun ne olduğu biraz daha iyi tanımlanırdı ve kanıt diye gösterilen şeyler biraz daha özenli hazırlanır ve sunulurdu diye düşünüyorum.
Öyle bir şey ki bu, ben bir noktada, bu sürüp giden tutukluluk sürecinin bir noktasında “artık kimse bize yalan söylemiyor” dedim. “Artık kimse bize yalan söyleme lüzumunu hissetmiyor” dedim. Gerçekten ikinci iddianameyi okuduktan sonra “burada yalan söyleme gayreti bile yok” diye düşündüm. Demin söylediğim gibi, böyle bir durumda ne bekleyeceğinizi, neden başınıza bunun geldiğini değerlendirmeniz imkansız bir hale geliyor.
Bütün bunlara baktığınızda Osman Bey’in tutukluluğunun bir “rehin alma politikası” sonucu olduğunu düşünüyor musunuz?
Valla bilmiyorum ama kendisine yönlendirilen bu suçlamalara artık pek kimsenin inanmadığı bir durumda, bu tutukluluk kimin işine yarıyor onu da bilmiyorum. Bundan nasıl bir yarar umulduğunu da bilmiyorum. Ama bunun Türkiye’ye zararlı olmaya başladığını ve artık hükümete de zarar verdiğini düşünüyorum. Bütün bu acayip süreç Türkiye’yi özellikle Avrupa’dan, ama genel olarak demokratik dünyadan uzaklaştıran bir süreç. Bakın Türkiye, Avrupa Konseyi’nin 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasından beri üyesi. AİHM kararlarının bağlayıcılığını kabul etmiş bir ülke. Bu kararlara uymuyor Türkiye. AİHM kararlarının uygulanıp uygulanmadığını izleyen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, üç toplantısında arka arkaya, AİHM’in Kavala’nın tutukluluğunun haksız bir tutukluluk olduğu ve derhal serbest bırakılması gerektiğini belirten kararına uyulması gerektiği yönünde karar aldıktan sonra, buna hala uymamak Türkiye’yi demokratik dünyadan ve Avrupa’dan uzaklaştıran bir şey ve bunun ekonomik de bir bedeli var. Dolayısıyla artık bundan sonra eğer bir rehin tutma anlayışı vardıysa, bunun zamanlaması yanlış olmaya başladı. Hakikaten bu zamanlama yanlış olmaya başladı ve bu işin bitmesi lazım artık. Daha fazla uzatılacak ve pazarlık noktası yapılacak bir hali kalmadı bu işin. Hangi yetkililerin aklından böyle bir şey geçiyorsa, onlar da görüyordur bunu artık diye düşünüyorum.
Sizle AKP’den ya da iktidar kanadından bağlantıya geçen oldu mu?
Hayır, olmadı.
Osman Bey’in tutuklanmasına kadar gelinen dönemde çok fazla insan hakkı ihlali yaşandı, Kendini tehlikede hissediyor muydu, endişeli miydi? Hiç bu olasılığı konuşuyor muydunuz?
Süreçle ilgili kaygılarımız vardı, Türkiye’nin durumu ile ilgiliydi bu kaygılar. Ama Osman’ın kendisiyle ilgili kaygısı daha geç bir aşamada, bir takım medya organlarında sistematik bir saldırı başladıktan sonra oldu. Ne olduğunu anlamadık en başta. Bütün medyada değil tabii bazılarında yapıldı bu sistematik saldırı. Tüyler ürpertici bir şeydi. O zaman tabi kendisi de düşündü, ben de düşündüm bir şeyler olabileceğini. Çünkü anlayamadığınız bir şekilde birdenbire birileri size saldırmaya başlıyor. Ve bu “çamur at da üstünde kalsın” gibi bir saldırı biçimi. Bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Bu çok ürkütücü bir şeydi tabi.
Dava süresince Avrupa Kurumları’ndan destek mesajları aldınız mı?
AİHM kararı çıktıktan sonra resmi Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği kurumlarından da konuyla ilgili mesajlar geldi. Avrupa Parlamentosu’ndan da geldi. AİHM kararından önce de, Avrupalı tanıdıklarımızdan destek mesajları aldık. Eşimin de benim de Avrupa’da tanıdığımız birçok insan vardır. Benim akademik kurumlarla ilişkim var. Osman’ın sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkisi var. Bunların bir kısmı ortak projelerle ilgili, bir kısmı da dostluk ilişkileri. Bizi tanıyanlar başımıza gelenle ilgilendiler. Olayın basında yer alması da ayrı. Öyle bir destek vardı, ama AİHM kararından ve kararın uygulanmamasından sonra destek daha çok arttı. Türkiye’ye birtakım yaptırımların uygulanması konuşulacak bundan sonra. Yani demin söylediğimiz konuyla çok ilgili bu. Bunlar Türkiye’nin aleyhine gelişmeler. Bunları birileri dikkate alıp Bireysel özgürlükler ve hukuk devleti ile ilgili idealleri düşünenlerin yanı sıra, sadece Türkiye’nin siyasi ve ekonomik çıkarlarını düşünenler de bunları dikkate alıp bir şeyler yapmayı düşünebilirler. İktidar bunu düşünebilir.
Siz bu süreci çok ağır yaşıyorsunuz elbette ama Osman Bey’in annesi konusunda çok kaygılı olduğunuzu söylemiştiniz daha önce, kendisi nasıl?
Valla herhalde en ağırı o. Bir insanın hayatından çalınan 1177 gün. Çok ağır bir şey bu. Benim için de eşim için de çok zor. Ama 94 yaşında bir insan için daha da zor. Eşimin annesi çok sağlam bir insan, ağlayıp-sızlayan, şikâyet eden bir insan değil kendisi. Ama arada bir “bir daha görür müyüm acaba” diyor ve bunu duymak beni çok sarsıyor. “Acaba görür müyüm” diyor.
Sizin gözünüzle Osman Kavala kimdir? Nasıl tarif edersiniz kendisini?
Bu pek yapılabilecek bir şey değil. İnsanın böyle bir durumda oturup da eşini tarif etmeye çalışması çok olabilecek bir şey değil. Beni bütün bu süreçte çok rahatsız eden şeylerden biri de özellikle ilk 2 sene boyunca, bütün bu karalama kampanyaları sürerken, karanlık adam lafları ortalıkta dolaşırken, ben eşimin iyi bir insan olduğunu herkese anlatmak zorunda kaldım. Ve bu bana çok ağır geldi. Bizim hukuktan, suçtan, cezadan bahsetmemiz gerektiği bir noktada, ben “Osman Kavala çok iyi bir insandır” diye anlatmak zorunda kaldım. Bunu yapmak istemiyorum. Evet, Osman Kavala çok iyi bir insandır. Buna da benden başka binlerce insan tanıklık edebilir. Mesele bu değil. Mesele cezaya dönüştürülmüş haksız bir tutukluluk.
Önümüzdeki duruşma 5 Şubat’ta. Bir beklentiniz var mı?
Valla son duruşmada tanıklar dinlendi. Özellikle sorulan bir soru vardı, bir toplantıyla ilgiliydi, kuşkulu görülüyordu. Osman o toplantıya dahil değildi, davet edilmemişti, gitmemişti. “Gördünüz mü – Orada mıydı? – Geldi mi? – Gördünüz mü?” gibi sorular soruldu. Herkes de buna “Hayır görmedik, hayır tanımıyoruz” dedi. Daha sonrasında bir tanık geldi ve başka birisi hakkında çok ağır şeyler söyledi ve biraz da hakimin sorularına cevap olarak, hakkında konuştuğu insanın Osman Kavala ile Açık Toplum’da birlikte çalıştığını söyledi. Sadece bir iki cümle, daha fazla değil. Ve bu iki cümle üzerine tutukluluğun devamına karar verildi. Bir dahaki duruşmaya bırakıldı tahliyenin düşünülmesi. Böyle bir şeyle karşılaştıktan sonra, artık hiçbir şey beklemiyorsunuz. Osman Kavala’nın tutuklu yargılanması için hiçbir sebep yok. Fakat her zaman bir sebep bulunabiliyor. Gelecek duruşmada beş dakikada karşımıza ne çıkacak ben bilmiyorum ki. Dolayısıyla bilmiyorum. Ağır olan da bu.
Çok teşekkür ediyorum. Son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu arada bir şey daha söylemek isterim. Pek çok farklı siyasi partiden, siyasi görüşten, hem politikacılar, hem gazeteciler bu tutukluluğun sona ermesi gerektiğiyle, bunun haksız bir tutukluluk olduğuyla ilgili demeçler verdiler, konuştular, yazdılar. Neredeyse tüm muhalefet partilerinden bir ses geldi. Bu çok önemli bir şey. Özel bir durum derken bunu da kastediyorum. Hiç yan yana gelemeyecek bir sürü insanı birleştirdi Osman’ın tutukluluğu.
Buradan bir şey çıkar mı acaba diye düşündürüyor mu sizi? Daha doğrusu bu durumun değişmesi için ne olması gerekiyor sizce?
Valla yargının çok ciddi değişmesi lazım. Reform konuşmaları, tartışmaları yapılıyor. Ama Türkiye siyasetine çok korkunç bir polarizasyon hakim. Bu polarizasyon tüm kurumlara, dolayısıyla yargıya da yansıyor. Böyle bir tutukluluk durumu, üç buçuk yıl sürmüş neredeyse. Bir beraat, iki tahliye kararı var ortada. Buna rağmen yeni yeni suçlamalarla sürmekte olan bir tutukluluk durumunun haksız olup olmadığı Anayasa Mahkemesi’nde tartışılıyor ve 8’e 7 oyla haksız olmadığına karar veriliyor. Bu 8’e 7 oy da beni çok kötü etkiliyor. Böyle bir şey olamaz. Olayın ne olduğu bu kadar belliyken nasıl böyle bir bölünme olabiliyor? Nasıl bir uzlaşmaya varılamıyor böyle bir durumda. Bu biraz Türkiye’nin durumunu gösteriyor gibi geliyor bana ve bu çok ürkütücü bir şey. Kurumların bu korkunç siyasi polarizasyonun etkisinden kurtulması lazım. Nasıl olacak bilmiyorum.