Küresel Yeşil Yeni Anlaşma: Naomi Klein ve Arundhati Roy ile söyleşi

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Haymarket Books’un YouTube kanalında Asad Rehman tarafından gerçekleştirilen söyleşiyi Türkçe transkripti ile birlikte yayınlıyoruz.

(Bu video, Ayşegül Üldeş tarafından Türkçeleştirildi. Çevirinin editörlüğünü ise Nur Deriş yaptı.)

Merhaba, hoş geldiniz. Tüm dünyadan katılımcılar var. Filipinler, Hindistan, Brezilya, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri. Ben Asad Rehman, War on Want’ın İdari Direktörüyüm, Global Green New Deal’in koordinatörlerindenim. Ve bugünün sohbetinin moderatörlüğünü yapacağım. Katılımcılarımızı tanıtmadan önce organizatörlerimize ve sponsorumuza teşekkür ederim. War on Want’a ve Heap’e teşekkür etmek isterim ve sponsorumuz Haymarket Books’a teşekkürler. Lütfen web sitelerini ziyaret edin, videolarını beğenin, sosyal medyada takip edin ve tabi ki bir sürü kitap ve üyelik satın alın ki herkesin devam etmekte olan çalışmalarına destek olabilelim. Özellikle Haymarket, aralarında Angela Davis, Naomi Klein, Arundhati Roy ve benzeri birçok muhteşem yazarın yer aldığı ciddi anlamda bağımsız ve radikal bir yayıncı. Eğer cesur ve gerçek fikirler için bir zaman varsa, şimdi tam da zamanı. Hepimizin bağımsız yayıncılarımıza ve kitapçılarımıza destek olmamız lazım. 

Sohbetimize başlamadan önce sohbet ile ilgili değinmem gereken birkaç nokta var. Bu kadar çok sayıda katılımcı olduğu için biraz sabırlı olmanızı rica edeceğiz. Eğer teknik aksaklıklar olursa, herhangi bir noktada bağlantılınız bozulursa görüntü kalitenizi düşürmenizi istiyorum. Bu duruma yardımcı olabilir. Bu videoyu kayıt edip sonrasında Youtube kanalımızda paylaşacağız. Sohbetin sonunda da soru cevap olacak o yüzden lütfen sorularınızı canlı yayının akış kısmına yazın ya da Global GND hashtagi ile bizi etiketleyerek tweet atın. Sorularınızı hem Naomi’ye hem de Arundhati’ye sorma fırsatımız olacak. Bu canlı sohbet aynı zamanda videonun indirilebileceği bir link ile birlikte e-mail olarak paylaşılacak. Destek ve hizmetten bu kadar. Şimdi ilham kaynağı olan, eğiten ve özellikle bana umut olan iki kişiyi tanıtmak isterim. Arundhati Roy, Delhi’de yaşıyor, 1997 Booker Ödülü’nün sahibi. Küçük Şeylerin Tanrısı ve Mutlak Mutluluk Bakanlığı kitaplarının yazarı. Son yirmi senelik makalelerini topladığı My Seditiuos Heart yakınlarda Haymarket Books tarafından basıldı. Eylül ayında da Haymarket makalelerden oluşan yeni kitabı Azadi basılacak: Özgürlük, Faşizm, Kurgu. 

Naomi Klein da ödüllü bir gazeteci ve köşe yazarı. New York Times ve de Uluslararası Çok Satanlar listesine giren Şok Doktrini, No Logo, İşte Bu Herşeyi Değiştirir, Hayır Demek Yetmez ve de son kitabı On Fire – The Burning Case for Green New Deal’in yazarı. Naomi, Rutgers Universitesi Gloria Steinem Medya, Kültür ve Feminist Çalışmaları bölümünün daimî profesörü ve ilk başkanı. Aynı zamanda iklim adaleti organizasyonu Leap’in kurucu ortağı. Kendisi eski bir dost ve War on Want’ın yakın destekçisi olduğunu söylemekten gurur duyuyorum. Konuklarımıza dönmeden önce Küresel Yeşil Yeni Düzen projesi ile ilgili bir iki şey söylemek istiyorum. Leap ve War on Want, Küresel Yeşil Yeni Düzen projesi desteklemektedir. Dünyamızı etraflıca düşünüp değiştirmek için müşterek ve radikal yeni bir süreç. Kimseyi geride bırakmadan iklim adaletinde ileriye gidebileceğimize inanıyoruz. 

Leap’in misyonu – kendi sesimi duyuyorum- tamam devam edeceğim ve umarım geçer – Leap’in misyonu güçlü birsistem değişikliğ sağlamak ve de hak ettiğimiz dünyayı kurmaktır. Leap’e göre iklim felaketi ile baş etmenin en iyi yolu hareketin gücünü kullanarak daha adil bir dünya için bir kitle desteği oluşturmaktır. 

Bir diğer organizatör War On Want, yoksulluğun temel sorunlarına, insan hakları ihlalleri, iklim adaletsizliğine karşı çıkmak için kuruldu. Tarihi boyunca küresel adalet hareketleri ile yakından ilgili olmuştur. Direkt olarak hareketlerin en ön cephesinde yer almış, yerkürenin iki yarısında da topluluklarla çalışmış ve özellikle de Küresel Kuzey’de iktidarlara karşı doğruları söylemekten korkmamıştır.

Tüm küresel ortaklarımızla beraber enternasyonalizmin tabiatına bağlı küresel bir hareket kuruyoruz. Hareket, Yeşil Yeni Düzeni, iklim krizi, korona salgını, neoliberalizm ve ırk, imparatorluk ve emperyalizm mirasına karşı verilen mücadele ile bir araya getiriyor. 

Günümüzdeki salgın dünyamızda mevcut olan eşitsizlikleri açık ve net bir şekilde ortaya çıkarıyor. Küresel Kuzey’de en yoksul ve en savunmasız Siyah ve Kahverengi topluluklar salgına daha fazla maruz kaldılar. Bu, yapısal, ekonomik ve sağlık eşitsizliklerini gözler önüne seriyor. Küresel Kuzey’in nüfusunun yarısı çoktan fakirliğe mahkûm durumda. Milyarlarca kişinin enerji, su, geçinmeye yetecek kazanç, kamusal hizmet ve hakkaniyetli ve onurlu bir yaşam sürecek temel yapıtaşlarına erişimi, bu salgınla baş etmek için bir aracı yok. Bu dünya düzeni küresel çapta gerçekleşen kölelik, sömürgecilik ve neoliberal kapitalizm kıyımları ile kuruldu. Ve son derece eşitsiz bir dünya düzenin ortasında iklim değişikliği patlamayı bekleyen bir bomba. Zaten milyarlarca kişi öldürücü seller, kuraklık ve kıtlık il karşı karşıya ve 1,5 derecelik limite geçmemize 10 yıldan az bir süre var. Kritik eşik milyarlarca insanın daha evlerini ve geçimlerini kaybetmelerine neden olacak. Eğer geleceğimizi yeniden şekillendireceğimiz bir an varsa o da tam olarak şimdi. 

Ve bu geleceğin neye benzeyeceğini düşünmemize yardım edebilecek günümüzün önde gelen düşünürlerinden ikisini ağırlamaktan gurur duyuyorum. Naomi ve Arundhati, şu soru ile başlayalım. Birden çok krizin içinde olduğumuz sıkça dile getiriliyor. Açlık krizi, fakirlik, sağlık, iklim, şiddet, ırk, patriarki ve tüm bunların göbeğinde yaşam sistemleri çöküyor. O yüzden sıkça duyduğumuz bir yorum: Sistemin değişmesi gerekiyor. İşin ilginç yanı sistemin değişmesi çağrısı yalnızca ilerici çevrelerden gelmiyor. Financial Times’da bile dünyanın işleri nasıl yürüttüğünü yeniden düşünmemiz gerektiğine dair makaleler gördük. Tabii, herhangi bir öngörüde bulunmamız için öncelikle neyin değişmesini istediğimizi anlamamız gerek. Dolayısıyla, sistemin nasıl ve neyden değişeceğine dair görüşlerinizi duymak isterim. Naomi seninle başlayalım. 

N: Tabi ki. Herkese merhaba. Çok sevdiğim iki kişi ile birlikte bu sohbete dâhil olmaktan dolayı çok mutluyum. Şu an bizi izleyen ve bunun bir parçası olmak isteyen bu kadar fazla sayıda kişi görmekten çok etkilendim. Belirtmek isterim ki bir sürü webinar ve eğitim yapmamıza rağmen bugün burada biraz daha farklı bir şey yapmayı amaçlıyoruz. Bu daha önce belirttiğim gibi esasında bir sürece dahil olmaya bir davet. Aslında Londra’da büyük bir buluşma olacaktı. Bir sürü muazzam konuşmacı dinleyecektik, şimdi hepsini burada saymayacağım çünkü bir arada olamamış olmamız üzücü. Bu buluşma, bir eleştiriden ortaya çıktı ve bence oldukça da haklı bir eleştiri. Birleşik Krallık, ABD ve Kanada’daki çeşitli Yeşil Yeni Anlaşma’lar ile ilgili görüşmelerde yaşananlar ile ilgili. Bu fikir de esasında Küresel Güney’den çıktı. İşte Bu Herşeyi Değiştirir’i yazdığımda kitaba Bolivya’nın küresel iklim temsilcisi Angelica Navarro’nun tüm gezegen için bir Marshall Planı çağrısı ile başlamıştım. Bu çağrı, kaynakların daha önce eşi benzeri görülmemiş bir şekilde yeniden bölüşülmesini, Kuzeyin Güneye karşı olan borçlarının kabul edilmesini, gezegenin ısınmasından kimin sorumlu olduğunu ölçebiliyor olmamız gerçeği üzerinden, ki karbonun birkaç yüzyıldır nereden geldiğini biliyoruz, iklim krizinin durdurulmasını içeriyordu. Bu, daha adil bir dünya kurmak için bir davetti ya da muhteşem yazar Eduardo Galeano’nun yine böyle bir anda bize dediği gibi “Dünyayı ayakları üstüne oturtmak için” bir çağrıydı. Bu fikir ve bu kökenlere rağmen, Accion Ecologica gibi organizasyonların attığı temellere rağmen, ki Yeşil Yeni Düzen buluşmasına katılacaklardı, bazı açılardan baktığımızda Küresel Güney, Küresel Kuzey’de Yeşil Yeni Düzen’den bahsedenlerin radarının dışında kaldı. Bir yandan, bir ilerleme görüyoruz çünkü artık sadece dar görüşlü karbon politikalarından ve emisyon ticaretinden bahsetmiyoruz. Öbür yanda, sanayi politikasından, bundan sonra ulaşmak istediğimiz ekonomiden bahsediyoruz. Bir sürü milliyetçi söylem de sızıyordu araya: “Ekonomik vatanperverliğe ihtiyacımız var!” ya da “Yeşil teknolojide Çin’i yeneceğiz” sonra da “Küresel Güney’i ucuz güneş panelleriyle donatacağızve adalet yerini bulacak” gibi bir yaklaşım. Bu da, ekonomik büyüme ve sözde hiç bitmeyen ilerleme mantığıyla ve sömürgeciliğin tarihi ile yüzleşmiyordu. 

Bu toplantının ve sürecin ana fikri Küresel Güney’den daha fazla sesi içeren, daha katılımcı ve demokratik, bir iletişimi başlatmaktı. Şimdi bu süreç online’a taşındı. Asad, toplantının bir parçası olan kuruluşlardan bahsettin. Bugün burada bizi dinleyenleri bu süreci yalnızca izlemeye değil sürece dahil olmaya çağırıyorum, bahsettiğimiz linkleri takip etmeye teşvik ediyorum. Küresel Yeşil Yeni Düzen’i twitter’da [@GLOBALGNDEAL] ya da War on Want’ı ya da Leap’i takip edin fark etmez, yalnızca bunun bir parçası olun. Birebirde yapmayı planladıklarımızı dijitalde yapmayı deneyeceğiz. Tabi bir gün gelecek ve yine yüz yüze kendi topluluklarımızla bir araya gelerek küresel bir süreci beslemeye devam edeceğiz. Şahsen katıldığımız konferanslar bir şekilde sınırlı olacaktır ve belki de bu sayede daha merkezsizleştirilmiş ve daha katılımcı bir süreç yaratabiliriz. Durum bu ve karışımızdaki zorlukları cevaplamaya böyle başlayabiliriz Asad. Ama bunu tam olarak cevaplayabileceğimi sanmıyorum çünkü kimse sistemde neyin değiştirilmesi gerektiğini söyleyemiyor. Ne olduğunu, isimlerini tabi ki biliyoruz. Kapitalist sistemin yarattığı şiddetten bahsediyoruz. Artık her şeyi çıkarıp işleyen bir mantıktan bahsediyoruz, hem bizzat dünyayı ve teker teker alanları ve hem de çeşitli insan gruplarını harcanabilir olarak gören bir sistem. Bitmek bilmeyen bir çıkarma ve yok etme mantığı ve kimseye ve hiçbir şeye değer vermiyor. İnanıyorum ki bu mantıktan uzaklaşarak birbirimize ilgi gösterdiğimiz ve toprağı ve birbirmizi iyileştirdiğimiz bir sistem mantığına yönelebiliriz. Bunlar kullandığımız sloganlar, küçük popüler sözler. Ama özellikle bu salgın ile ilgili en çarpıcı nokta en ön cephede yer alan çalışanların aynı anda hem hayati bir rolleri olması hem de harcanabilir oluşları. Aynı anda hem hayati hem de kurban edilebilir bir durumda olmaları. Tarihe baktığımızda, bu krizi yaratan çatlaklar ve eşitsizlikler iklim krizini de yarattı ve bunlar her daim, hayati olanın aynı zamanda kurban edilebilir olması üzerine kuruldu. Kolonyal projenin en eski girdilerine baktığımızda; çalınan topraklar, Afrikalı kölelerin çalınan bedenleri, yerlilerin çalınan toprakları her zaman hayati ve aynı zamanda kurban edilebilir olmuştur. Hayati oluşları her zaman reddedilmiştir. Esas değişmesi gereken sanırım bu. Sistemin hastalığı burada. Bu bize kurmamız gereken dünyada hiç kimseye ve hiçbir yere kurban edilebilir gibi yaklaşılmaması gerektiğini gösteriyor. Sözü benden çok daha etkili konuşan, muhteşem Arundhati’ye vermek istiyorum. Şu an kendisini görüyor olmaktan dolayı çok memnunun. Merhaba sevgili arkadaşım. 

13:40- Arundhati Roy: Merhaba Naomi, seni görmek çok güzel. Naomi’nin dediklerini tekrar etmek istemiyorum. Bizi izleyenlerin çoğunun zaten bizimle hem fikir olduğunu düşünüyorum. Daha ziyade bende cevabı olmayan ama üzerine düşündüğüm, kafa yorduğum ve endişelendiğim şeylerden bahsedeceğim. Evet, belki de koronavirüs dünyanın bilinen ilk salgını değil ama bu Whatsapp’laşan dijital çağda yaşanan ilk salgın. Medya kuruluşları ve herhangi bir virolog, epidemiyolojist, matematiksel model yapıcılar arasında bir kesişim noktası yok. Yani New York’ta olanlar ve New York’ta bu durumla başa çıkış şekilleri saniyeler içinde Hindistan’da tekrar ediyor ancak medikal problemler, sağlık sorunları ve bunlarla başa çıkmanın stratejik yolları aslında tamamen farklı olmalı. Şu anda tüm dünyanın çöküntüye girmesine tanıklık ediyoruz. Kapitalizmin makinası durdu ve ortada bir panik durumu söz konusu. Bir yanda da bizim gibi insanlar durumu nasıl ele alacağımızdan ve insanları nasıl kendilerine getireceğimizden bahsediyoruz. Bir yandan da biz karantinadayken piyonlar o kadar hızlı yer değiştiriyor ki… Geçen gün, Assam eyaletindeki bir fil ve nadir kuş korunağının bir kömür madenine çevrileceğini okudum. Kömür madenciliği özelleştirildi ve krizle baş edebilmek için her şey özelleştirilmişti. Bu olmasını istediğimiz şeyin tam tersi ve çok hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. 

Birbirimize değer vermekten ve tutkudan, yaşananlardan etkilenen insanlardan bahsediyoruz. Hindistan’da yıllar boyunca bu etkileri en çok hissetmiş olan insanlar en uç, en güzel, militan hareketlerin parçasıydı. Tabi tüm bu konuları başka bir dille ele alıyorlardı. Bu hareketler tabi en aşağıdan başlayarak geldi. Bizim söylediklerimizin aynılarını söylüyorlardı yani bir cümle ile açıklayacak olursak dünyanın ilerleme, medeniyet ve mutluluk dediği şeyleri yeniden tanımlamasını talep ediyorlardı. Medeni olabilmek için toprağı bir kaynak olarak mı görmemiz gerekiyor? Kimilerinin fikirleri vardı ve mücadele edenlerin fikirleri başkaydı. Aynı zamanda bana gerçekten endişe veren bir başka şey ise, diyelim fil korunağının maden olacağı Assam’da, insanlar 70’lerden beri, yerellerin yabancı olarak gördüğü insanlara karşı büyük bir hareketin olmuş olması. Bangladeş’ten gelenlere karşı mesela. Orada çok tartışma yaratmış bir konu ve olanları bir anda yaşananları şeytanlaştıramayız. Ama zaten bahsettiğim bu değil. Söylemek istediğim, insanların milliyetçi tutkularının ortaya çıkması toprağı korumaya geldiğinde kendisini göstermiyor. Peki, buna nasıl ulaşacağız, bu direnişi nasıl aşacağız? Çünkü en nihayetinde öyle bir noktadayız ki bizimle hemfikir olanlar var ve bunların arasında çoğunluğu genç insanlar var. Büyük şirketleri ve fosil yakıt endüstrisini karşımıza alıyoruz. Artık onları ikna edemeyiz. Bu noktada onları zorlamamız ve bizlerin bir araya gelmesi gerekiyor. Peki, bu baskı noktaları neler? 

Tabi benim anlayışım dünyanın bu tarafına dayanıyor. 60’larda çok büyük hareketler vardı. İdeolojik ve devrimci hareketler vardı. Toprağın ve zenginliğin yeniden bölüşülmesini talep ediyordu. Bir devrim çağrısıydı. Ve 60’lardan bugüne devrim, baraj karşıtı ve yerinden edilme karşıtı bir harekete dönüştü. Şimdi insanların elinde kalan toprağı, yerlilerin ve nehrin etrafındaki insanların elindeki toprağı onlara bırakın, insanları yerinden etmeyin, bizi sahip olduğumuz şeyler ile bırakıverin durumuna dönüştü. Bu bile geri püskürtüldü. Adaletin dili insan hakları üzerine yapılan konuşmalara indirgendi. Ve bizim elimizde ise onların hüküm verdiği bir dil kaldı. Esas kriz, nasıl anladığımız değil nasıl seferber olduğumuz ve istediklerimiz ve inandıklarımız için nasıl militanlaşıyoruz. Hakikaten, bir sonraki nesil harap olacak. Eğer insanlar koronavirüsün bir sorun olduğunu düşünüyorlarsa bizi beklemekte olan iklim krizinin yanında pelüş oyuncak kalır. 

Naomi: Ya da her ikisinin bir kesişimi, ki onun da nasıl bir şey olduğunu biraz görüyoruz şimdi Bengal Körfezi’ne vuran kasırga ile. Eklemek istediğim birkaç şey var. Birincisi, bence dürüst olmalıyız, şu an liberalizmin bizi hayal kırıklığına uğrattığı bir noktadayız. İnsan hakları söylemleri, profesyonelleşmiş STK yapıları, krizleri izole ederek farklı kutucuklara yerleştirilmesi; insan hakları buraya, göç şuraya, çevre şuraya, ırkçılık şuraya, feminizm şuraya gibi. Bu, bize kaybettirdi. Dünya bu krizlerin kesiştiği ‘gerçek zamanda’ buna karşı çıkıyor. Durum koronovirüs öncesi kötüydü ama artık tam anlamıyla dayanılmaz ve yaşanılmaz bir hal alıyor, birçok cephede. Bu konuya çok girmeyeceğim şimdi ama Yeşil Yeni Düzen’in arkasındaki fikir de bu, özellikle milliyetçi söylemi yıkmaya çalışması. Daha fazla böyle düşünmeye devam edemeyiz. Tarih boyunca nesillere böyle düşünmeleri öğretilmiş. Arundhati, senin de bahsetmiş olduğun gibi, devrimci talepleri olan, toprağın ve kaynakların yeniden bölüştürülmesi gibi çok temel talepleri olan gerçek anlamda tehdit içeren halk hareketleri nedeniyle bunu yapıyorlardı. Bunların yerine çok daha güvenli bir şey yaratıldı, daha güveli bir bağlam oluşturdular. Bunlara ister ilericiler deyin ister liberaller, şehirlerde yaşayan insanlar bunlar. Hep Arundhati’den alıntı yapıyorum: “Çevreci hareket çok uzun süredir değişmeden nasıl değişeceğiz sorusunu soruyor”. Bu soruya cevap vermek üzerine düşündükçe de zorlaşıyor öyle değil mi? Ve ister toprak ister insanlar olsun isterse de ikisi birden, bu alt üst edicilerin [doğayı ve insanı maden gibi söküp çıkaranlar] vahşi mantığından doğrudan etkilenen hareketlere destek olma konusunda kötü bir sabıkası var. Bu, hareketlere çamur atıp, mükemmel olmadıkları için, hele ki önemli anlarda, eleştiren bir sabıka kaydı. Bu Arundhati’nin yazımında ve siyasi görüşünde özellikle çok takdir ettiğim bir şey. Özellikle önemli anlarda liberaller tarafından karalanan bu hareketlere destek olması. 

Bunu söylememin nedeni de, Asad, ikimiz de son senelerde siyasi projelerin bir paçası olduk. Sen İngiltere’de Corbyn ile beraberdin. Ben Sanders kampanyasının bir parçasıydım. Bu siyasi projeler işçi sınıfından ve soldan güç buluyor ve bir grup liberal elit buna karşı çıkıyor. Ve kapılar da yüzünüze kapanıyor. Şu an kesinlikle olmamız gerekenden daha zayıf bir noktadayız. Birleşik Krallık ve ABD’de kesinlikle böyle, çünkü bu fırsatlar değerlendirilemedi. 

Birkaç gün önce sosyal medyada bir şey gördüm. Herkes telefonunda en son çektiği normal günlerden kalan fotoğrafı paylaşıyordu. Normal tırnak içinde tabi, yani salgın öncesinde. Telefonuma baktım ve tüm fotoğraflar Bernie Sanders buluşmalarındandı. Paylaşmaya gönlüm el vermedi çünkü gerçekten çok üzücü ama düşündüğünde burada çarpıcı bir nokta var. Benim Bernie’ye destek olmaya karar verişim ve bence bu konu ile alakalı, Bernie’nin kampanyası yeşil Yeni Düzen çerçevesini tam anlamıyla kabul etmişti. Belki mükemmel değildi ama militarizm ile olan bağlantıyı görüyordu. Ordunun bütçesinden trilyonlarca doları Yeşil Yeni Düzen Anlaşmasına kaydıracaktı. Kuzey’den Güney’e muazzam bir miktardaki mal varlığı yeniden bölüştürecekti, tam 200 milyar dolar. Sanders kampanyasına baktığınız zaman, kampanyanın en büyük bireysel destekçileri Amazon işçileri, hemşireler, öğretmenler ve şu anda işleri hayati olarak görülen birçok kişi. Zaten göz ardı edilen gruplar. 

Düşündüğümde, burada işleri hayati olarak görülen ama kendileri harcanabilir olan bir grup insan var. Diğer yanda bir başka grup var, evlerinde oturuyorlar, tıpkı bizim gibi, kendini izole etme lüksüne sahip. Peki, biz hayati değilsek neyiz? Biz fuzuli miyiz? Evde duran birer evcil hayvan mıyız? Peki, kim için? Bizim rolümüz nedir? Bu lükse sahip olanlarımız… 

Arundhati: Naomi, eklemek isterim ki, şu an burada gerçekleşen yoğun bir korku verici gelişme söz konusu. “Biz kimiz?” dedin ve benim de buna eklemek istediklerim var. Şu an iklim krizinden bahsediyoruz ve bu iklim krizi uzun zaman önce, 20 sene önce, burada mücadele insanlar tabi ki aynı kelimeleri kullanmıyorlardı ama büyük barajlara karşı, büyük madenlere karşı, ormansızlaştırılmaya karşı mücadele veriyorlardı. Ve bu mücadelelerin gücü nereden geliyordu? Esasında insanların yerlerinden edilmesi, bu büyük projeler tarafından yüzlerce, binlerce bazen milyonlarca insanın yerlerinden edilmesine dayanıyordu. İnsanların topraklarından edilip büyük şehirlere gitmek zorunda kalmaları bizzat görülüyordu. Hindu olmayan faşist hükümetin, pro Neoliberal Kongre’nin vizyonu Hindistan’ın şehirleşmesiydi. Eskiden ülkenin %80’i köy %20’si şehirdeydi. Ve insanları şehirlere ittiler, ucuz iş gücü olarak ucuz harabe konutlarda neredeyse köle emeği olarak kullandılar, tekstil endüstrisinde, inşaat sektöründe. Şimdi ise Modi, yasağı başlatmalarına 4 saat kala 1 milyar 300 bin kişi için sokağa çıkma yasağını açıklayınca, tüm dünya yolda kalan milyonlarca işçinin göç manzaralarını gördü. Bu insanlar köylerinden edilen insanlarla aynı, bu da tam olarak bizim karşı çıktığımız şey, bu insanlar artık şehirlerde ve artık çok büyük bir ters göç var. Bu insanlar artık bu ülkenin hayal gücünün bir parçası değiller. Fakirler tam anlamıyla silinmiş durumda. Edebiyattan, sinemadan silindiler. Siyasetten de silindiler tabi oy sayıları dışında. Ve şimdi bir anda tekrar boy gösteriverdiler. Şu an, her gün burada milyonlarca kişinin aç, susuz, parasız saatlerce yürümesine tanık oluyoruz. Ve buna verilen cevap daha fazla özelleştirme, daha fazla maden, daha fazla ormansızlaştırma. Neden? Çünkü ekonomiyi anca bu şekilde güçlendireceksin! Şu an tam çerçeveyi göremiyoruz, tek görebildiğimiz krizin kabaca bir çerçevesi. Yaşanılan dehşeti bilmiyoruz, dokusunu ve derinliğini bilmiyoruz. Ama bu kaos, gerçekten, insanlığa karşı işlenen bir suç seviyesinde. Bazen düşünüyorum da gerçekten Covid davaların basında yer almasına ihtiyacımız var ki bize yaşanan bu yapısal şeylerin ne olduğunu söylesinler. Bir yandan da İncil’de geçen büyük felaketler gibi ama İncil’de böyle büyük çapta büyük sayılar yok. Bence evlerinden çıkmayan insanlar bile yataklarına girdiklerinde “Biz ne yaptık? Biz Kimiz?” Diye düşünmüyorlar. Bunu da Hindu-faşist, islamafobik, anti-müslüman vatandaşlık yasalarının yapıldığı gözaltı merkezleri ile birleştirin. Bir yanda milyonlarca insanın ulaşım imkânları, evlerine dönme imkânları yok. Yüzlerce mil uzakta ise yolda kalmış milyonlarca Hindistanlı sterilize edilmiş uçaklarla ülkeye geri getiriliyorlar. Yani işçi sınıfı uçağa binen sınıflardan ayırmak için neredeyse tüm hazırlıklar yapılmış. Sonsuza kadar sürecek olan bir sınıf ayrımı, sanki sınıf apartheid’i gibi. Zaten kast apartheid’ını yaşadık, dini apartheid var, şimdi de sınıf apartheid’ı. Karşımızda temassız bir gelecek. Peki, dünyanın işçi topluluklarına ne olacak? Kimisi bizim için çalışmaya devam edecek ama uçan sınıflar ile diğerleri arasındaki kesişme noktasını aradan hava sızmayacak şekilde ayrılacak. Hindistan’ın orta ve üst sınıflarının dünyadaki en başarılı ayrılıkçı mücadeleyi sürdürdüklerini söylerdim. Ta uzaya kadar çıktı ve dünyaya bakıp kömürümüzün sizin toprağınızda işi ne? Suyumuzun sizin nehirlerinizde ne işi var? Kerestemizin ormanlarınızda ne işi var? dediler. Ama artık ülke bazlı düşünemeyiz. Artık elitler ve dünyanın geri kalanı olarak ayrılmış durumda ve Covid de iki grup arasında ayrımı aralarında hava sızmayacak bir şekilde ayırdı. 

Asad: Bu noktada birkaç şey eklemek istiyorum. İktidar ile ilgili söylediğin önemli noktaya da döneceğiz. İktidarı nasıl tanıyoruz, nasıl bir araya getiriyoruz? Naomi’nin de dediği gibi, Küresel Kuzey’de gördüğümüz, en azından bazı hareketlerde gördüğümüz pozitif değişim insanları karbon mantığından uzaklaştırmaya çalışmak. Ve büyümekte olan yeni hareketleri görüyoruz, hepsi iyi ki varlar. Ama Arundhati, senin de söylemiş olduğun gibi, sorunlardan bir tanesi hem tarihi bir sınıf analizi ve de sınıf anlayışının eksikliği. Acaba bazen sorunu analiz ederken sorunun şiddetini azaltmanın yöntemlerini mi arıyoruz? Kimisi Küresel Kuzey’in gücünün azalmasını istiyor, gelirin insanlar arasında birazcık daha eşit dağılmasını istiyor. Acaba kaynakların kontrolünde birazcık daha mı devlet idaresi mi olsa diyor. Ama Küresel Kuzey’de ve de Küresel Güney’de sınıfların büyük bir kısmını feda etme bu mantığın hala merkezinde yer alıyor. Senin de dediğin gibi, durumu anlamak için politik bir eğitim gerekiyor, halk hareketlerini ve mücadelelerini anlamak, neden bazılarının müdahaleler yüzünden başarısız olduğunu anlamak için. Kongo’da Lumumba, İran’da Musaddık, Guetemala’da Arbenz gibi. Anti-kolonyal mücadelelerden çıkarken çoğu ülkenin umdukları ile buldukları farklı oldu. Bunun esas nedeni de yine aslında kaynakların kontrolü, neo-koloniyalizmin ve emperyalizmin yeni mantığı oldu. Ama ikiniz de şu anki değişimin fırsatlarından bahsediyorsunuz. Şu an mevcut düzende yaşadığımızdan farklı bir geleceğin mümkün olduğundan bahsediyorsunuz. Arundhati sen de koronanın toplumun röntgenini çektiğini söylemiştin. Ve tabi bugünkü webinarın da başlığı Portala Giriş ve “Geride Kimseyi Bırakma”. Portalları düşündüğümüzde, (ve ben de gerçek bir bilim kurgu hayranıyım) bilim kurgu klasiklerine baktığımızda, Alis Harikalar Diyarında, Aslan, Cadı ve Dolap’ta portalların ana fikri – gelecek (?) 

Ve bu da aslında her ikinizin yazılarınızda hep önemli bir özellik olmuştur bence. 2001’de Power Politics’te iki konvoydan bahsettin. Küçük olanın parlak bir varış yeri vardı ve diğer konvoysa bizi karanlığa boğacaktı. Naomi sen de Şok Doktrini’nde çok güçlü bir şeyden bahsettin. Krizlerin nasıl gerçek değişim yarattığından. Krizler ortaya çıktığında alınan karalar o günün mevcut fikirlerine bağlı. Ve rollerimizden biri ve de en temel işlevlerimizden biri hâlihazırda yer alan bu politikalara alternatifler sunmak ve canlı tutmak ta ki polis – 

Naomi: Hayır bunların hiçbiri ben söylemedim, Milton Friedman söyledi.

Asad: Özür dilerim. Evet, pardon sen Milton Friedman’ı alıntıladın. Ama portallardan konuşmak istiyorum biraz. Eğer bu portaldan geçecek olsak ve gerçekten hayal gücümüzün prangalarımızdan kurtulsak ve çok farklı bir dünya hayal etsek, bu dünya neye benzerdi? Çünkü sanki hayal gücümüzün doruğunda bile ki neoliberalism hayal gücümüzü elimizden aldı. Artık farklı bir şeyin mümkün olduğuna inanmıyoruz hayal edemiyoruz bile. Hayal gücümüz anca sınırlarda dolaşıyor. Ve çoklu krizlerin olduğu bir durumda artık sınırlarda dolaşamayız. Bu çok açık bir an. Geleceğe dair mümkün bir öngörü veya öngörüler var mı? Ve bunların temelinde ne yer almalı? Arundhati sözü sana bırakıyorum. 

Arundhati: Tabi ki çok geniş bir soru bu. Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Ama, evet, esas olay hayal gücümüzü değiştirmek. Avrupa ve Amerika’yı ziyaret ettiğimde insanlar bana sürekli neden Hindistan’da yaşadığımı soruyorlar. Ama burada hayal gücüne hala daha el değmemiş. Hala farklı bir şekilde yaşamanın ve düşünmenin mümkün olduğu yerler var, medeniyetin aslında ne olabileceğinin gerçek anlamda mümkün olduğu yerler var. Benim için en yoğun ve etkili anlardan biri, bir yazar olarak bu soruya nasıl cevap vereceğimi düşünürken, bir süre önce yazdığım makalelerden birinde yer alıyor. Bir süre önce, Orissa eyaletinde seyahat ediyordum. Orissa’da fazlaca boksit var ve boksit madenciliği yapılıyor. Boksit dağlarının kayaları gözenekli, bunlar daha düz dağlar ve civarda yaşayanlar için bu boksit yığınları su tankerleri görevi görüyor. Boksit suyu tutuyor sonra da altta kalan ovaları suluyor. Bu ovalar çok verimli. Tabi bir de maden şirketleri var ve bu şirketler için dağlarımızdaki boksit hiçbir şey ifade etmiyor. Yalnızca dağın içinden çıkardığında değer kazanıyor. Tabi orada yaşayanlar için boksit dağın içinde kaldıkça değerli, doğadaki rolünü sürdürdükçe. Acaba ne zaman dağın içindeki boksiti ait olduğu yerde bırakacak bir hayal gücüne erişeceğiz? Çünkü bu domino etkisinin başlangıcı. Bir kere her şeyi yerinden söküp alamayacağımızı, kaynakların sınırlı olduğunu idrak edersek o zaman dehamız, hiç şüphesiz insan ırkı dahi bir ırk ama bu deha farklı yollar bulmaya yönelmeli. Boksiti dağdan çıkarmaya uğraşmamalı, boksiti dağın içinde nasıl ‘bırakabilirim’i bulmalı. İşte o zaman toprağa saygı duymuş oluruz. Bu toprakta yetişen, buradaki insanları besleyen şey nedir? Olay bana sıcak para getirecek hangi mahsulü yetiştirip Kanada’ya yollayabilirim değil. Tabağındaki yemeğe bakıp ne kadar uçuş mili ettiğini düşünmeyebilir miyiz? Çünkü biz böyle büyüdük. Ben Kerala’da büyürken tabağımıza gelen her şey 1 kilometrelik çaptan geliyordu. Balık, pilav, bambu ya da kendi yakaladığımız balık ve iyiydi yani kimse acı çekmiyordu. 

Portala girmek demek yani değişim illa da acı çekeceğimiz anlamına gelmiyor. Değişim bundan çok daha güzel olabilir. Saygı duyduğun bir yerde bulunmak, toprakla psikotik bir ilişki içinde olmadığın, toprağı yağmalayıp yok etmek istemediğin yoldaş hemcinslerini de aynı şekilde. Toprağa saygı duymak ve insanlarla daha eşitçi bir ilişki kurmak gerçekten çok büyük bir ferahlık hissi aslında. Ve söylemek istediğim şey düşmanlarımız nerede olduğunu biliyoruz, onlar sağ taraftalar, büyük şirketlerin CEO’ları ama aynı zamanda Hindistan’da edindiğim deneyimlerden yola çıkarak söyleyebilirim ki sol, sol derken Hindistan solunu kastediyorum, Amerikan solu değil, buradaki sol düz bildiğimiz komünist solu ya da kendini öyle görüyor. Ama sol da başarısız oldu. Kadınların ne istediğini anlamadı, kast sistemini anlamadı. Çevre sorununu anlamakta pek çok açıdan başarısız oldu. Daha yeni ve bütüncül ideolojik bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Acaba neden Bernie günün sonunda aday gösterilmedi? Sadece neoliberal Demokratlar yüzünden diyemeyiz. Bence yeterince çok insanı, çok sayıda Afro-Amerikalıyı taşıyamadı. İnsanlar bazı noktalarda hareketin dışında kaldıklarını hissettiler. Adaletin neye benzediği anlayışına herkesi dâhil etmeliyiz ancak o zaman bu ayrım, bu duvarlar yıkılır.  “Kast, sınıf ayrılığıdır yoldaş” deyip bu işin içinden çıkamazsınız. Değil çünkü bundan çok daha fazlası. Çok işimiz var. Kendi tarafımızda birlik ve beraberliği nasıl kuracağımızı anlamalıyız. Çünkü diğer taraf asla yanımızda olmayacak o yüzden onları ikna etmeye çalışarak zaman kaybetmeye gerek yok. Anlayan ve hem fikir olan insanların bir araya gelmesi gerekiyor ama aynı zamanda birbirimize karşı da o çoşkuyu hissetmeliyiz.  

Asad: Kesinlikle. Burada çok önemli iki nokta var. Birincisi çevresel sınırlar ve Küresel Kuzey’de bile ilerici hareketin bu çevresel sınırları anlayamamış olması üzücü. Küresel Kuzey’de değişimden bahsettiğimizde, bu değişim yeryüzü kaynaklarını söküp alma üzerine Birleşik Krallık’ta, Avrupa’da, Kuzey Amerika’da durum bu. Ve bu, toprakta bulunan mineral ve metallerin müthiş bir tahribatı demek. Yeni yaratıcı bir cevap bulmaktansa ihtiyacımız olanın elektrik pillerinde bulacağımızı düşünmekteki hayal gücü eksikliği bana hep çok çarpıcı gelmiştir. Açık ve net bir şekilde hatırlamamız gerekiyor. Müştereklerimiz için verdiğimiz mücadeleyi, enerji, toprak, su için verilen mücadeleyi, halkın müştereklerini …

Arundhati: Müştereklerle ile ilgili çok güzel kısa bir şiiri paylaşmak isterim. Hatırlayayım söyleyeceğim. 

Asad: Naomi’ye dönelim, Naomi…. 

Arundhati: Kazı müşterekten çalan acizi kanun hapse tıkar, ama salıverir müşterekleri kazdan çalan zalimi 

Asad: Naomi şimdi şiir okuma sırası sende. Başlamadan önce aynı zamanda sana sormak istediğim bir şey var. Kaynak çıkarılması ile ilgili bir sürü eleştiri paylaştın. Ekonominin nasıl bir şey olması gerektiğine dair görüşlerini hep paylaşıyorsun. Bakım ekonomisi gibi. Sana özel olarak bu bağlamda bir sorum var. Artık şöyle şeyler çok konuşuluyor: adil iyileşme, işlerin geleceği, işin demokratikleşmesi. Kapıdaki küresel ekonomi durgunluğuna, Küresel Güney’de insanların %50’sinin işlerini kaybedeceğine bakarsak ki işçilerin %70’i bu gayri resmi ekonomide güç bela geçiniyorlar. Belki bize olması gereken ekonomik düzenin daha büyük bir resmini çizebilirsin. Acaba evrensel temel gelir mi olmalı? Ya da bu basitçe sosyal güvence ve işçi haklarının korunması mıdır? Ya da ihtiyacımız olan ekonominin ne için olduğuna dair çok daha derin bir diyalog içinde mi olmalıyız? 

Naomi: Bence doğru soru bu. Ekonomi ne için var? Şu an geleceğimize kolayca şekil verebileceğimiz bir andayız. Böyle kırılgan anlarda ve sanki git gide daha çok karşımıza çıkıyorlar. Kapitalizm artık vahşice kendi kurallarını çiğniyor hem de güpe gündüz. Bunu 2008’deki krizde gördük ve şimdi tekrar görüyoruz. Bu, karşımıza bir fırsat çıkarıyor ama bu fırsat çok küçük. Eğer güvenimiz tam ise ve Milton Friednman’ın da dediği gibi “Yalnızca mevcut veya algılanan bir kriz gerçek değişim yaratır.” Friedman’ın böyle anlara olan merakı ve korkusu daha önce meydana gelmiş olan büyük ekonomik krizlerin özellikle 1929 krizinin nefret ettiği her şeyi, kendi ülkesindeki mal varlığının yeniden dağıtımı üzerine kurulu. Yeni Düzen programı buradan ortaya çıktı değil mi? Neoliberalizmin, özellikle Büyük Buhran sırasında ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında, çalışan insanların elindekileri almakla ilgili bir sınıf savaşı olduğunu anlarsak, bu durum şok doktrinini açıklıyor. Şok doktrini, kriz anlarının sıradan insanlar, çalışan insanlar tarafından sistemin onarılmasını önlemek, bu kriz anlarının ortaya çıkardıklarının yeniden düzenlemesinin önlenmesi yöntemidir. Sık sık Porto Rika’da Maria Kasırgası sonrasında tanıştığım arkadaşlarım aklıma gelir. Kasırgayla ilgili daha önce mevcut olan krizleri ve kırılganlıkları ortaya çıkardığından bahsederlerdi. Arundhati’nin de dediği gibi, kendi yetiştirdiğimiz, yerelde yetişen yemek ile mutlu olabilmenin hayal gücü. 

Sistemimizin maruz kaldığı bu şok etkileri aslında ne kadar kırılgan olduğumuzun farkına varmamızı sağlıyor. Bunun nedeni de kapitalist küreselleşme mantığı. Bu düzen inanılmaz uzun tedarik zincirleri yaratıyor, bu zincirler son derece merkezileşmiş durumda. Mesela Porto Riko’nun tüm gıdası ya da gıdanın %90’ı veya fazlası ithal ediliyordu. Çoğu da Florida’da yalnızca bir limandan ülkeye ithal ediliyordu. Her iki limanı ise iki ayrı kasırga vurdu. Gıdadan, gıda güvenliğinden bahsediyoruz ve belki yalnızca bir jargon veya soyut bir kavram gibi anlaşılabilir ama bütün gıdanın geldiği limana kasırga vurduğu zaman ya da merkezi kaynaklardan gelen elektrik kesildiğinde gerçeğe dönüşüyor. Büyük ölçüde yerel halklar tarafından tohumları, bilgiyi, toprakla yaşamanın yollarını koruyarak ayakta tutulan alternatifler ise çok daha az kırılganlar. Bakınca sanki demode, saçma bir yaşam biçimi gibi görünebilir ama aksine hayatta kalmanın çok daha zekice bir yolu hele ki geleceğimizde bizi kat be kat daha fazla şok beklerken. Portaldan bahsettiğimizde güneşli bir ütopyadan bahsetmiyoruz. Gelecekte bizi bekleyen, kısa sürecek ama çok sayıda gerçekleşecek, biri bitmeden diğerinin başlayacağı krizlerden bahsediyoruz. Şu an bu yaşanıyor. Kasırga dönemine giriyoruz, bu kasırgalar ada ülkelerini, kıyı şehirlerini vurmaya başladıklarında hala bir salgının içinde olacağız. Peki, nasıl beraber yaşayacağız? Karantinaya kapanmadan, yabancılardan korkmadan insanlığımıza tutunmamızı sağlayacak olan şey ne olacak? Bazen şok emicilerden bahsediyoruz ama olay aslında sistemde hiçbir gevşekliğe yer bırakmayan o vahşi verimlilik mantığına karşı durmak. Ne zaman bir darbe alsak, hastanede yatak kalmasa, yemek rezervleri, su olmasa, çünkü kapitalist mantıkta sistemde hiçbir gevşekliğe yer bırakmıyor. Bizimse çok daha cömert bir mantığa ihtiyacımız var çünkü ancak bu şekilde hayatta kalabiliriz ve konu yemek olduğunda buna ihtiyacımız var. Bolluk berekete ihtiyacımız var. Doğa bolluk bereket kaynıyor değil mi? Şokların olduğunun farkındayız ama kapitalizm bütün bereketi yok ediyor. Bizde ne zaman bir şokla karşı karşıya kalsak çok korunmasız bir halde oluyoruz. 

Portal benzetmesinin çok önemli olmasının nedenlerinden biri farklı bir yere gittiğimizin bir hatırlatması. Bu gittiğimiz yer kesinlikle daha iyi demek değil ve daha kötü olduğuna da muhtemelen hepimiz hem fikiriz. Esas yapmadığımız şey daha önce bulunduğumuz noktaya dönmemek. Çok büyük bir değişimin içindeyiz. Potansiyel olarak iyi anlamda radikalleştiren şeylerden biri Arundhati’nin de bahsettiği gibi zenginlerin dünyanın geri kalanından bağımsızlıklarını ilan ettikleri, geri kalandan kopuk, vakumlanmış bir lüks içinde yaşadıkları. Ama bence hiçbir zaman o kadar kopuk olmak mümkün değil çünkü her zaman kolileri yapan, yiyecekleri toplayan eller var. Bu hiçbir zaman otomatikleşmez. Kapitalizmin yaptığı şey bu elleri görünmez kılmak. 

Öyle bir andayız ki bu iki dünya dip dibe, yan yana duruyor ve aramızda daha fazla gözenek var, bu salgın sayesinde birbirimizi görüyoruz metaforların yerini değiştirecek olursak. Hayatımızı mümkün kılan bu elleri görüyoruz ve onlar hakkında düşünüyoruz, karantina sınıfı, izole edilmişler ne derseniz deyin. Yani bunu nasıl sağlayabiliriz? Çünkü Silikon Vadisi bu ellerin üzerini hemencecik örtmekte çok başarılı. Tekrar paketleme ve sözümona sürtünmesiz, lehimsiz teknolojiler vardı şimdi de dokunmasız teknolojiler çıktı. Amazon paketlerinizi size drone ile veya sürücüsüz araçlar ile getireceğiz. Şimdi dokunmayı nasıl ortadan kaldırdıklarını anlatıyorlar. Çok büyük çapta yeniden markalaşma çalışması yürütülüyor. Ben buna Screen New Deal diyorum. Hepsi bir illüzyon. Tüm olay insan elini ve insan dokunuşunu saklamak üzere ama bundan hiçbir zaman muaf olmayacağız ki. Şu an bu salgının bir kriz olduğunu kabul ediyoruz belki ilerde ABD’de günde 3 bin kişinin öldüğü bir salgın normalleşebilir. Şimdilik bu bir kriz ve bu anda yaşadıklarımızın üzerine inşa etmemiz lazım. Şu yaşadığımız an New York Times’ın ana sayfasında ölü bir beden, bu bedenin üzerinde plastik eldiven giyen bir el cenaze duası okuyor. Aynı zamanda New York Times’ın yeni bir Pazar eki var. Adı, “Evde: Artık Nasıl Yaşıyoruz?”. Evdeki karantina hayat tarzı ile ilgili, ekşi mayalı ekmek tarifleri, arka bahçede çocuklarınızla kamp yapın, Staycation nedir, evinize ısmarlayabileceğiniz muhteşem şeyler, internette ne izlenir?... Salgını bir lüks hayat tarzına dönüştürüverdi bile. Bunların çoğu eşim Avi Lewsi’in sözleri, hepimiz yapılan işin üzerine bir şeyler koyarak birlikte ortaya bir şeyler çıkarıyoruz. Eve Ensler dokumanın hayatımızdan nasıl çıktığını anlatıyor. Bana öyle geliyor ki şu anki politik görevimiz bu ellerin yok olmasına engel olmak, hepsi her şey sonsuza dek yok olmadan önce bu portallarda birbirimizi görebileceğimiz alanı açmak.  

Arundhati: Hindistan’da elleri ortadan kaldırmak imkansız çünkü her yerdeler ama aynı zamanda buradaki toplum, kadim zamanlardan beri dokunulmazlığı tecrübe etmiş olduğu için dokunulmazlar diye bir kast yaratmışlar. Tabii burada insanlar “Bakın, işte Namaste diye selamlaşıyoruz, birbirimize dokunmuyoruz” diyorlar. New York Times bile koronavirüsün Hindistan’da yayılmamasının ne kadar güzel olduğunu, çünkü insanların Namaste diye selamlaştığını yazdı, bu da her ne demekse işte... Hindistan’da tabii hastalıkla yaşıyoruz, burada virüs en azından resmi kayıtlara göre ve Avrupa ve Amerika’ya kıyasla çok farklı davrandı. Buraya varış zamanı Amerika ile aynı da olsa resmi ölümlerin sayısı 3 bin. Aynı zamanda 30 Ocak’tan bugüne kamusal verilere, yani tıbbi verilere baktığımızda 150 bin kişi başka bir bulaşıcı solunum yolu hastalığı olan tüberkülozdan ölmüş. Tabii, tüberküloz da yoksulların hastalığı oldu zamanla ve korona da öyle olacak. Herkes koronaya karşı bir mücadeleden bahsediyordu, bu bir savaş diyorlardı, şimdi ise artık bununla yaşamayı öğrenmemiz lazım diyorlar. Bir başka deyişle korona ile yaşamayı öğrenecek olanlar yoksullar olacak. Yoksul kesimler çalışmak zorunda ve korunmasız kalacaklar, tabii ölümler de kabul edilebilir olacak. 

Burada, Hindistan’da sokağa çıkma yasağı asla tam anlamıyla mümkün değil. Dün mesela, binlerce, on binlerce insan terminallerde, otobüs duraklarında evlerine gitmeye çalışıyorlardı. “Gidip evimizde ölelim, şehirde ölmek istemiyoruz” diyorlar. Ama tabi ki ölmek istemiyorlar, kimse ölmek istemiyor ama gidecek hiçbir yerleri yok. Maalesef hiç kimsenin hayal gücünde onlara yer de yok. Dediğim gibi belki eller görünmez olur ama sınıf apartheid’ı olacak, gerçekten tam anlamıyla ayrışmış bir dünya yaratılacak, yani orta ve üst sınıf uzaya çıkacaklar ya, diğerleri de onlar için çalışacak. Burada 135 bin kişi… Kovid’den önce Hindistan’ın işsizlik oranı son 45 yılın en yüksek oranıydı, şimdi ise 135 milyon kişi işini kaybetti. Yani bu krizin çerçevesi nedir tam olarak? Bunlarla nasıl başa çıkacağız? Belki yalnızca insanları Müslümanlardan nefret ve linç ettirerek? Bilmiyorum nasıl olacak. 

Assad: Burada bir noktaya değinecek olursak, ikiniz de çok farklı yerlerdesiniz, farklı gerçeklikler içindesiniz. İkiniz de farklı tarzlarda yazıyorsunuz, çok farklı, ama her ikiniz de çok net bir şekilde bu küresel gerçeklerden bahsediyorsunuz. Naomi Amerika’da, sen Hindistan’da ve ikiiz de faşizminbeyazların üstünlüğünü savunan aşırı sağın ve popülist milliyetçiliğin yükselişinden bahsediyorsunuz. Öyle bir andayız ki, bu kriz, bu kaos ilerici idealler için herhangi bir hareket doğurmadı aslında ya da büyük destek bulmadı hatta tüm bunlar, birçok ülkede daha çok sağın işine yaradı. Özellikle bu ana ve   bizi bekleyen muhtemel karanlığa baktığımızda, acaba bizi daha da çok şirketler tarafından yönetilen, daha ‘şirketçi’, daha fazlaotoritarizm ve gözetim dolu bir düzen mi bekliyor diye sorabiliriz? Sınıf apartheid’ından bahsettin ve aklıma BM’nin Yoksulluk Raporu sözcüsü Philip Ashley’nin iklim apartheid’ından bahsedişi geldi. Yoksullar açlık ve sıcaklık ile karşı karşıya kalırken zenginler kendi dünyalarına çekilip kendilerini klimalarıyla izole edecekler. Distopik olan bu öngörü daha muhtemel olanı. Belki de esas soru, hem enternasyonallikten bahsedip hem de bu popülist yaklaşım ile nasıl başa çıkabiliriz? Her ikisini de yapmak mümkün mü? 

Arundhati: Zor bir konu. Enternasyonalizm veya evrensellik benim için, kafamda yer alan küresellikten farklı. Ama hatırlıyorum da Dünya Sosyal Forumu günlerinde başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair fikirler vardı. O zaman da şöyle düşündüğümü hatırlıyorum, yani biz başka bir dünya mümkün diyoruz ama onlar da bunu diyor ve onların başka dünyası bazı açılardan daha muhtemel bir hal aldı. Mesela, Dünya Sosyal Forumu’na baktığımızda en sağlam aktivistler seyahat acentelerine dönüşmüşlerdi, sürekli bir şey planlamak ve kimin nereye gideceğini belirlemek zorundaydılar. Forum’da da aynı şekilde insanların arasına bir mesafe girdiğini görüyordunuz, cephede savaşanlar ile kimin sahneye çıkıp konuşacağına karar verenler. Yani neredeyse aynı farklılıkların var olduğu küçük bir evrene dönüşmüştü. Hindistan’da da artık bir madenin varsa, barajlarda değil de madenlerde bu böyle, gerçek anlamda toprağı korumayı başarmış insanlar, buraya gelemezsiniz demiş olanlar, “bir de şunu deneyelim, kibar davranalım, mahkemeye başvuralım” diyenlerden daha başarılı oldular. Çünkü her kurum bize karşı bir duruş aldı, şu an bu krizde bile bu böyle. Şu an Hindistan’a baktığınızda durumu anlamak zor. Kovid’den önce tüm ülke Müslüman karşıtı vatandaşlık yasalarına karşı çok güzel bir direniş içindeydi. Tüm genç insanlar, öğrenciler, şairler, hepsi çok güzeldi. Şimdi ise evlerimize kapanmışken bu öğrenciler anti-terör yasaları çerçevesinde tutuklanıyor, kefaletsiz tutuluyorlar. Tüm anti Müslüman dili, , televizyon kanallarının buna korona cihadı demesi, Müslümanlara insan bombası denmesi (Tebliğ Cemaati’nin bir toplantısının virüsü yaydığı ortaya çıkmış olmasından dolayı) ama medya olayı öyle korkunç yansıttı ki resmen insanlara dehşet saçtılar. Müslüman manavlar boykot edildi. Yani mücadele o kadar farklı seviyelerde ki… Hayatları için, hayatta kalmak için mücadele veren insanlar ne yapacak? Yani kimisi iklim krizi için mücadele vermiyor, nefrete ya da açlık krizine karşı mücadele ediyor.. Tüm bunları aynı çatı altında birleştirip bir tek şeyin parçası gibi anlatmak zor gerçi, aslında hepsi tek bir şey ama umutsuzluk had safhada, şiddet had safhada, baskı had safhada. İnsanları alıp Koronanın yayıldığı hapishanelere kapatıyorlar. Zor bir durum, yani bence Naomi’nin yaptığını yapmak çok önemli, tüm bu konuların arasındaki bağlantıyı öne çıkarmak çünkü bir yazar olarak elinden gelenin en iyisi bu. Ama aynı zamanda bazen bir bakmışsın tüm etrafın alevler ile kaplı ve insanlar bir şey dediğinde bunun riski o kadar yüksek ki bazı açılardan çok korkutucu. 

Assad: Naomi seni dinliyoruz.. 

Naomi: Assad seninle bu konu üzerine en son konuştuğumuzda her ikimiz de garip bir dönemden geçtiğimizi, aşırı sağın ve faşizmin güçlerinin solunkilerden daha enternasyonalist olduğunu belirtmiştik. Çünkü enternasyonalist girişimlerimizin, özellikle en son girişimlerimizin başarısız olmuş olması bunda etkili, tabii ki hep açık kapılar vardı, fırsatlar oldu, senin War on Want ile yaptıkların gibi Assad, ama unutmamalıyız ki Trump ve Modi, Netenyahu, Viktor Orban, Scott Morrison hepsi birbirleriyle hem meslek sırlarını hem de teknolojilerini paylaşıyorlar. Arundhati seninle de bunun hakkında son yıllarda konuştuğumuzda benim için çok rahatsız ediciydi. Bence bu noktada taktiklerin yer değiştirdiğini görüyoruz. İsrail, Filistinlileri gözetim teknolojileri için bir laboratuvar olarak kullanıyor, sonra bu teknolojiler satılıyor tekrar paket ediliyor. Çin hem bilgi kontrolü ve yüksek teknoloji kullanımında bir laboratuvar hem de aynı zamanda nüfus kontrolü yapıyor. Hindistan’da da Modi tekrar seçildikten sonra resmen kılıçların çekildiği bir şiddet gördük ve teknoloji insanların fişini çekip fişini takarak disipline edici bir araç olarak kullanılıyor. O yüzden bizim bu fikir alışverişlerinde bulunmamız çok önemli ve daha da çok konuşmalı, daha iyi bir iş yapmalıyız. Hepimiz ne olacağını konuşuyoruz, daha önceden işe yaramış ve yaramamış olan mücadele stratejileri hakkında bilgi edinmemiz gerekiyor, o yüzden enternasyonalizmden vazgeçemeyiz ve kimsenin de bunu önerdiğini sanmıyorum hatta daha fazla enternasyonalizme ihtiyacımız var. Tüm dinleyenlere tekrar hatırlatmak istiyorum, bu yalnızca bir eğitim değil, bu bir süreç ve hepinizin deneyimlerine, bilgilerine ihtiyacımız var çünkü sürece dahil edemediklerimizin de olduğunu biliyoruz. 

Arundhati: Naomi seninle son buluşmamızdan bu yana dünya karantinayı deneyimledi ama Kaşmir 5 Ağustos’tan beri karantinada, büyük bölümünün internete erişimi yok, telefonları yok, sokaklarda askerler var, dikenli teller var. Ve tahmin edersiniz ki 6 milyon insan bu şekilde harap oluyor ve bu karantinanın nasıl yapılacağı da aslında İsrail ve Gazze’den öğrenildi. O yüzden evet, birbirlerinden öğreniyorlar, kesinlikle haklısın. 

Naomi: Assad değinmek istediğim bir nokta var. İhtiyacımız olan radikal gelecekle ilgili yeterince konuşamadım. Belirtmek istediğim bir nokta var, Arundhati’nin bahsettiği gibi, alevler içerisinden geçiyoruz ve gerçekten de bu korkunç bir an ama biz de kendimizi umut ticareti yapmamaya adadık. Karşımızdaki zorluklar ve bu anın getirdiği riskler konusunda çok dürüst olmalıyız. Bu alevlerin içine savrulan ve aktif olarak harcanan, kurban edilen insanların bize bir cesaret örneği verdiğini düşünüyorum. İnsanları maskesiz veya temel koruyucu ekipmanları olmadan tedavi ediyorlar, çünkü ister evde bakım hizmetleri olsun ister yaşlı bakım evlerinde veya hastanelerde olsun tedavi ve bakım hizmetleri yapan kadınlar umursanmıyor. Bence bu virüs aslında birçok açıdan ısı güdümlü bir füze gibi. Nerede reddedilen ve harcanabilir olarak algılanan, saygı görmeyen insan varsa, salgın orada baş gösteriyor. Mezbahalarda, büyüklerimizin saygı görmediği yaşlı bakım evlerinde, onlara bakan insanların saygı görmediği yerlerde. Bu anı acı ve karmaşık kılan şey,, aslında tüm sistemi görünür   hale getirmiş olması, insanların bakım almadığı ve aşırı ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe maruz kaldığı ve kimin harcanabilir olduğunu apaçık ortaya koymuş olması. Ama aslında aynı zamanda da bize bakan ve bizi hayatta tutan, sevdiklerimizin yanında olamadığımızda onlara bakan emekçilere karşı çok büyük bir sevgi ve minettarlığı açığa çıkardı. Bence bu noktadan başlayarak kurgulamalı, inşa etmeliyiz ve bu aşırı risklerin altındaki insanların en somut tabirle yanlarında durmalıyız. Aynı anda hem hayati hem de harcanabilir olmayı reddedeceğiz diyenlerin yanında durmalıyız. Amazon işçilerinin nasıl işlerini bırakıp gittiklerini, hemşirelerin hastanelerin dışındaki protestolarını görüyoruz. Geçenlerde Eric Ward ve Güney Yoksulluk Hukuku Merkezi ile bir etkinlik yaptık. Onun da dediği şey şuydu, şu andaki en önemli soru şu: liberaller ,işçilerin yanında mı yoksa sermayenin yanında mı yer alacaklar? Portala tam olarak nereden girdiğimizi bilmiyorum ama eğer kendimizi her bilim kurgu - kötü bilim kurgu - filminde gördüğümüz o distopyada bulmak istemiyorsak, bu distopyanın sunduğu temassız hayat lüksünü herkesin öncelikle   reddetmesi, bundan nefret ettiğini dile getirmesi gerekiyor. Çünkü Silikon Vadisi’nin ütopyası aslında bir distopya ve bizim de hayatlarımızı mümkün kılan insanların yanında durmak için gerçek riskler almamız lazım. İster insanlara harcanabilir olarak davranan işverenlerin çok net bir şekilde boykot edilmesi olsun, ister artık ölüm kalım meselesi haline gelen politikalar için mücadele edilmesi veya kiraların kaldırılması olsun, ister tıbbi borçların silinmesi veya evrensel sağlık hizmetleri için mücadele edilmesi olsun, tüm bunlar gerçek anlamda bir küresel Yeşil Yeni Düzen vizyonunun inşası demek oluyor. 

Assad: Bu vizyona yoğunlaşsak mı, çünkü vizyon üzerine çok fazla soru var, soru soran ve tweet atan herkese çok teşekkürler. Çok fazla soru var. Vizyon için atılacak adımlar ne diye çok soru var. Arundhati mesela senin söylediğin şeyi çok sevdim, binlerce kararı geri almamız lazım dedin örgü metaforunda. Eğer varmak istediğimiz yere ulaşmak istiyorsak tek tek aldığımız kararları örgüyü söker gibi geri sökmemiz lazım. Sosyal Forum’dan bahsettiniz ve 20 yıl önce her ikinizin de Porto Alegre’de konuşmasını dinlediğimi hatırlıyorum. Evet, Başka Bir Dünya Mümkün sloganını kullanıyorduk ama bir diğer slogan da ‘Bir Hayır Bir sürü Evet’ idi. Hep aklımdaki soru şuydu: birçok evet varken hareketlerin hareketi olan gücü nasıl inşa ederiz? O zaman en temel dönüştürücü mücadeleler nedir? Ve daha iyi bir gelecek için eğer bütün örgüleri sökeceksek ya da yeni bir dünya öreceksek bu dönüştürücü olacak mücadele nedir? Sanırım bakım ekonomisi ve evrensel temel gelir ya da kaynak kullanımının ve müştereklerimizin çevresel limitlerinden bahsettik. Acaba bu temel anlar, temel yapı taşları bizi 60’ların ve 70’lerin hareketlerine geri döndürebilir mi? Bu mücadeleleri okuduğumuzda, en azından Hint yarım adasında Roti Kapda Aur Makaan - yemek, giysi ve barınma sloganları vardı. Küresel Yeşil Yeni Düzen üzerine sahip oldukları vizyonlarını açık bir şekilde ifade etmekte başarılıydılar. Bu aslında popülist ve de tam da içinde bulunduğumuz anla ilgili ve ihtiyacımız olan sosyal kuvvetleri de kendine çekiyor.  Hepimizin bildiği üzere iklim hareketinin en büyük eksikliklerinden biri, iklim sorununu çevresel bir sorun olarak görmesi ve temel anlamda bir adalet sorunu olarak görmemesiydi. Bu yüzden de işçi hareketi veya Siyah topluluklar ve azınlıklar ile hiçbir zaman güçlerini birleştiremedi ama şimdi bu krizlerin birleşmesiyle artık bu mümkün. O yüzden vizyon sorusuna geri döneceğim ve ikinize güçlerimizi nasıl birleştirebileceğimizi soracağım çünkü ikiniz de yazar olarak yalnızca insanlık deneylerinden bahsetmiyorsunuz aynı zamanda birçoğumuzun içimizde hissettiklerini kağıda döküyorsunuz. Arundhati sen baraj karşıtı hareketi (?? - 1:15:43) Naomi sen Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü protestolarını yazıyorsun. Sanırım esas soru hareketlerin hareketini nasıl inşa edeceğiz ve aynı zamanda evetlerin çokluğunu nasıl sağlayacağız ki farklı lügatlara, dillere, topraklara hitap edebilsin. Ve acaba bunu yapabileceğimiz an şu an mıdır? Artık hanginiz bu soruya ilk cevap vermek isterse, evet amaçlarımız yolunda büyük bir soru… 

Arundhati: Bence, doğruyu söylemem gerekirse cevabı bilmiyorum çünkü hep zorlandığım şey de bahsetmiş olduğum gibi, tutkuyu doğuran ve insanları sokağa döken şey, insanları gerçekten mücadele etmeye iten şey nedir?  Hindistan’da ve tüm dünyada sol bunu gördü. Her iki dünya savaşında da, savaş çıkar çıkmaz uluslararası dayanışma yerini milliyetçiliğe bıraktı. Burada herhangi bir mezhepsel, etnik, dini konu gündeme geldiğinde insanlar tutkularını açığa vuruyor.   Mesela Trump da Modi de   insanların bu duygularına hitap ediyor. Mesela Trump o Çinli-Amerikalı gazeteciye hakaret ettiğinde ilk tepkimiz direk gazetecinin arkasında bir araya gelmek oluyor ama Trump’ın aklındaki şeyse ben bunu yaptım şimdi beni destekleyen bir 500 bin kişi daha var yani milliyetçi sağcı bir şiddet. Modi de aynısını yapıyor. Düşünüyorum da banknotların tedavülden kaldırıldığı açıklandığında bir gecede paranın %80’inden fazlası artık yasal para olmaktan çıkTabii koronavirüsün yanında hiçbir şeydi ama insanlar gerçek anlamda acı çekti ve o,   bu gerçek acıyı bir tür keyfe çevirmeyi başardı. Nasıl oluyor da bu insanlar yok ettikleri insanlara aynı zamanda cazip gelebiliyorlar, nasıl destek bulabiliyorlar? Bu nasıl mümkün? Salgının şu sürecinde   evrensel sağlık hizmetinden daha önemli hiçbir şey olmaması gerekirken nasıl oluyor da Bernie Sanders yarıştan çekiliyor? Ve demokratların adayı olan kişi sanki gerçek bir insan değil. Yani şu an söyleyecek hiçbir şeyi yok. Ama bu neden oluyor? Nasıl olabiliyor? Sanırım kitlesel psikoloji ile ilgili anlamamız gereken bir şey var. Nedir bu durum? Çünkü aç olanları ve işsizleri düşününce bu insanların devrim için mücadele edeceğini düşünmek de artık aslında hiçbir şey düşünmemekle eşdeğer. Bu olmayacak yani, böyle değil. Esas soru nasıl oldurabiliriz? Bu kritik ana nasıl ulaşabiliriz? Çünkü burada insanlar çok uzun süredir aç ve kötü muamele görüyorlar aynı zamanda gayet güzel bir şekilde ayrıştırılıyorlar ve birbirlerine düşürülüyorlar. 

Assad: Evet, kesinlikle birlik olmamız gerekiyor. 

Arundhati: Evet ama nasıl? 

Assad: Acıya umut ile karşılık vermeliyiz. Bu vizyonun hep bir parçası oldu. Hiçbir hareketimiz; vizyon, dönüşüm gücü taşıyan politik istekler ve de güçlerimizi birleştirmeden gerçekleşmedi. Bu 3 temel değer hep merkezimizde yer aldı. Naomi’ye ve kendime baktığımda, yani bu vizyon sorununu sana yönlendirecek olursam, güçlenmek için bir vizyona ihtiyacımız var mı? Ve şu an bu vizyon nedir? Bu an neler yapabiliyoruz? 

Naomi: Önümüzü görebilmemiz için nereye gittiğimize dair bir vizyonumuz olması gerektiğine inanıyorum. Başlamamız gereken nokta, en kritik mücadelelerin olduğu yerler. Bunlar insanları Covid’in çok hızlı yayıldığı yerlerden olsun, hapishanelerden ya da sınırlardaki kamplardan çıkarmak olsun, vizyonun gerçek mücadelelere dayalı olması gerekiyor. Bence bu anın açıklıklardan biri de neyin elzem olduğunu düşünmemiz. Genelde bu konular pek karşımıza çıkmıyor ve şimdi bile, biz normale döndükçe, kitlesel ölümleri normalleştirdikçe konu arka plana doğru solmaya ve yok olmaya başladı. Ama tabii bu, kitlesel ölümleri normalleştirdiğimiz ilk an değil. Sen Avrupa’dasın, binlerce kişinin Akdeniz’de boğulması geçtiğimiz on yılda normalleştirildi. Tüm bunlar olurken bir grup insan keyifle yaz tatillerini yapabiliyorlardı.  İklim adaleti hareketinin bir parçası olan herkes, derece hedefi 1,5 mu yoksa 2 mi olmalı diye sorarken esas mesele milyonlarca insanın evlerinden koparılıp, yok olmalarına izin mi verileceği ya da ekonomik büyüme adına bu insanlar harcanacak mı sorusunu sormaktı. Bu mantık da dünyanın en büyük ekonomisinin tam merkezinde yer alıyor. 

Şu anda sorulan soru güzellik merkezleri açacak mıyız? Vizyon bu mücadelelere dayanıyor, risk alanlarının mı yanında duracağız yoksa bize vaat edilen sonsuz streaming ve temassız ev teslimatları balonunu mu tercih edeceğiz veya zaten yerlerini alacak başka bir ordu insan var diye görülen harcanabilir insanların mı yanında duracağız? Bu salgında 30 milyar dolar kazanç elde eden Jeff Bezos gibi bir adamın yaklaşımı bu. Bezos, depolarındaki dinmek bilmeyen salgınlara rağmen çalışanlarının risk ödemesini rafa kaldırıyor. Tek derdi işsizlik oranlarına bakmak ve isteyen işten çıksın yenilerini işe alırım, iş arayan çok diyor. O yüzden hep bu noktaya geri dönüyorum, siparişleri evlerine gelen vatandaşlar olarak biz ne yapacağız? Tabii ki istediğimiz dünyaya dair bir vizyona sahip olmamız gerekiyor ve bunun şu an içinde bulunduğumuz deneyime dayalı olması gerekiyor. Hayati önemde olan nedir? Neye özlem duyuyoruz? Şu an neyin hayati olduğunu keşfediyoruz? Bence birbirimize   bir özlem duyuyoruz. Doğal dünyanın değerini anlıyoruz. Birçok kişi kuş cıvıltılarını tekrar duymaktan teselli buluyor ve bizi hayatta ve güvende tutan birçok kişinin emeğine minnet duyuyoruz. İstediğimiz dünyanın vizyonu bu farkındalıklara dayanmalı. İnsanları harcanabilir olarak görmediğimiz, onlara değer verdiğimiz ve hayati önemi olan emekle bu emeğe finansal olarak verdiğimiz değer arasında bir uyum olan değerler üzerinde yükselmeli. Ve bence aynı zamanda kitlesel bir meta-dışılaştırmaya ihtiyacımız var. Silikon Vadisi’nin bize sattığı ve hızlıca normalleştirdiğimiz vizyonuna dair benim en büyük korkum, her şey internete geçerken maden sahasının aslında biz olmamız. Verilerimiz birer maden sahası, gerçek maden sahalarının yerini almasa da bu da bir çeşit maden sahası. Biz online’a geçtikçe, sosyal ilişkilerimiz Zoom görüşmelerine ve sosyal medyalara kaydıkça, çocuklarımız online’da eğitim gördükçe, sağlık bilimi online’a taşındıkça, tüm bilgiler /elde edilebilir bir duruma geliyor değil mi? Bence metadan arınma ile ilgili radikal bir harekete ihtiyacımız var. Bu, teknolojiden yararlanmayacağız anlamına gelmiyor ama teknolojinin yeni bir sonsuz ele geçirme ve metalaştırma olduğu fikrini reddetmemiz gerekiyor. En yakın ilişkilerimiz tekrar paketleniyor ve veri olarak satılıyor. 

Tabi bunların hepsi birer fikir, hiçbirimizde tam doğru bir cevap yok ve bence burada başlattığımız ve bir senedir inşa ettiğimiz bu sürecin arkasındaki tüm fikirlerin, kolektif vizyonların birer örgüsü olması gerekiyor. Nerede ne yanlışlar yaptık, nerelerde yanıldık, çuvalladık tüm bunlara dair eleştirilere rağmen esas olan, hâlâ çalışıyor ve yüzyıllardır, on yıllardır, aylardır, yıllardır bir şeyler yapıyor olmamız. Küçük çiftçiden oluşan uluslararası bir ağ örmüş olan Via Campesina gibi gruplar var mesela. Gıda güvenliğinin ve egemenliğin ve toprak dağılımının neye benzemesi gerektiğine dair vizyonları var. Sıfırdan başlamıyoruz. Islah ve topluma kazandırma hareketine, feminist harekete baktığınızda bu fikirlerin aslında oralarda da yer aldığını görüyorsunuz. Ne kadar canımız sıkkın ve de korku dolu olunsa da ve kaçırılan fırsatları hissetsek de tüm bu yapılanları göz ardı edemeyiz. Zorlukların tekliğini görmemiz lazım. Felaket kapitalistleri boş bir sayfa görüyorlar aslında hep bir temiz başlangıçtan bahsediyorlar. “Bu an bize yeni bir sayfa açtı, baştan başlayabiliriz, fantezi dünyamızı kurabiliriz” diyorlar. Bence bizim yaklaşımımız bunun tam tersi olmalı, temiz sayfa boş sayfa yok ve araya sızan, kurtarabileceğimiz, bize ilham olacak tüm bu kolektif vizyonları birleştirip örmeliyiz ve bu bizim yol göstericimiz olmalı. 

Assad: Sohbetin sonuna yaklaşıyoruz. Üstüne ekleyecek olursam hepimiz bunun üzerine çalışırken karşılaştığımız zorluklardan biri ve hep aklımızda olan bir soru “Hangi adımlar?” ve bir mücadele eğrisinin içinde olduğumuzu kabul etmeliyiz. Hareketleri gereksinimlerimiz üzerine kurduk. Bu kriz anında kimseyi geride bırakmayacağımız, iktidarı aşağıdan başlayarak yukarıya doğru inşa etmek için beraber kurmuş olduğumuz hareketlerin istediklerini bir araya getirmeliyiz. Ancak bu şekilde bir vizyonu açıkça ifade edebiliriz çünkü hiçbir değişim, istediğimiz dünya hakkında uyumlu bir vizyon olmadan olmadı ama bunun aynı zamanda mücadele gerektirdiğini de kabul etmeliyiz. Bu da politik talepler ve güçlerimizi birleştirmemiz anlamına geliyor. Ve bunu yapabiliriz, nasıl yapılacağını biliyoruz. Son 500 yılda kölelikten, sömürgeciliğe ve iklim krizine kadar yayılan “kurban edilebilir” mantığını geri çevirmeliyiz. İklim krizinde bu mantık hala var ve Küresel Kuzeyde…

Arundhati: Ve aynı zamanda savaş da var.

Assad: Kesinlikle, savaş ve militaristleşme. Bazı insanların hayatlarının hiçbir şey ifade etmediği mantığını geri çevirmeliyiz. Çünkü bu mantığın Küresel Kuzey’de ve küresel çapta var olduğunu biliyoruz. Karşımızda çok çeşitli zorluklar var, bunun farkındayız. Tabi, iklim krizi yüzünden bir saatli bomba var elimizde, sıcaklık derecelerini 1.5 derecenin altında tutmamız gerekiyor ve bunun adil bir şekilde yapılması gerekiyor. Bu da Küresel Kuzey’in emisyonlarını 2030’a kadar sıfıra indirmesi anlamına geliyor. Bu inanılmaz büyük bir değişim ve bunun adil bir şekilde yapıldığından emin olmak da çok büyük bir zorluk. Ama bunun aynı zamanda küresel anlamda da bir adalet değişimi anlamına geldiğini biliyoruz. Bu da hareketlerin ne talep ettiğine geri döndürüyor bizi; müştereklerimizin savunulması, toprak, besin, enerji ve suya insanların adil bir şekilde sahip olması, çevresel kısıtlamalar içerisinde hakkaniyetli bir şekilde paylaşılması demek oluyor. Enerjinin ne demek olduğu, ne için olduğu hakkında daha etkili sorular sormalıyız. Verimli enerji nedir? Ne kadar enerjiyi ne için kullanmamız gerekiyor? Bunu da insanlara ekonomik eşitliği garanti etmeden asla kazanamayız. Bu da gerçekten işçi hareketlerinden güç alarak harekete geçmek demek oluyor. Kendi ulus devletlerimizde geçinmeye yetecek kadar maaş için savaşmaktan öte bir şey bu. Sendikal hareketin pankartlarını anımsarım hep. Yalnızca Amerikalı işçiler ya da İngiliz işçiler, Birleşin demiyor. “Dünyanın Bütün İşçileri, Birleşin” diyor. Bence bu emek ve sınıf dayanışması üzerine tekrar konuşmamız, geçinmeye yetecek maaşın tüm dünyadaki yeri hakkında konuşmamız, herkes için sosyal güvencenin, evrensel kamusal hizmetlerin, sağlık, eğitim, barınmanın konuşulması, bunların karşılanan temel ihtiyaçlar olması gerekiyor. Arundhati ile hemfikir olsam da bunları basitçe bir insan hakları ihlali durumuna indirgeyemeyiz. Her zaman şaşırdığım bir şey olmuştur, bahsettiğimiz tüm bu talepler Evrensel İnsan Hakları Bildirgesine bundan tam 71 sene önce yazıldı. Esas soru bu istekleri insanlara ulaştırma gücü ile ilgili olmuştur. Bu güç tepeden inme bir talep ile olmuyor bunu biliyoruz, bu yüzden bu proje bir iş birliği ile ilgili; hareketleri, düşünürleri, toplulukları ve sahadaki direnişi bir araya getirme ve inşa etme ve bu çerçevenin ne olduğunu kolektif olarak inşa etmekle ilgili. Bu da bunu tüm dinleyen herkesi kapsıyor. Lütfen www.globalgnd.org sitesine gidin ve üye olun, bunun bir parçası olun çünkü bu vizyon nedir sorusunun cevabı bir kişiye bakmıyor, cevap hepimizde, hepimizin birlik olmasıyla ortaya çıkıyor. Ve çözüm nedir dünyayı nasıl değiştiririzin cevabı bireysel değil kolektif bir cevap. Bu proje sayesinde bu kavramsal çerçeve nedir, politikaların değişmesinin mücadelesi nedir ve nasıl güç inşa ediyoruz sorularına cevap veriyoruz. Gerçekten portaldan geçip kimseyi geride bırakmamak mümkün mü? Bence iklim hareketinin karşısında ciddi zorluklar var çünkü her ne kadar muhteşem işler yapılmış olsa da son 18 ayda, iklim krizi Küresel Kuzey’i vurdukça Küresel Kuzeyde çoğunluğu varoluşsal bir korku yüzünden bence mal varlığının yeniden dağılımını tekrar düşünmeliyiz. Burada, Küresel Kuzey’de insanlar “iklim krizine verecek paramız yok” dediklerinde hep şaşırıyorum. Bu kemer sıkma politikalarından sonraki cevaptı. Şimdi kendi milli sorunlarımızla ilgilenmeliyiz dendi ve şimdi de ekonomik bir durgunluktan bahsedilmeye başlandı bile. Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e yapılacak olan   bir yeniden mal varlığı dağılımı politik olarak imkansızmış O zaman insanlara Raj yönetimi sırasında Birleşik Krallığın yalnızca Hindistan’dan 45 trilyon dolar aldığını hatırlatmak gerekiyor. Küresel Kuzey’i kelimenin tam manasıyla inşa eden Küresel Güney’dir. Yasa dışı vergi akışlarından, sermaye akışlarından gelen trilyonlar olsun, bunlar şu anda Küresel Kuzey’in korona salgını ile baş edebilmesini ve sürmekte olan iklim krizine adapte olmasını sağlayan şeydir. O yüzden evet, küresel borçları silmeliyiz ve şu anda tazminat ne demek ona bakmalıyız. Ve bu tazminatlar en fakirden fakire veya Kuzey’den Güneye değil devletler tarafından ödenmeli. Bunun bizim küresel finansal ticaret sistemimiz, küresel ekonomimiz için ne anlama geldiği düşünülmeli. Hepimiz hareketlerin içinde bulunmuşuzdur, Küresel Güney’den gelen talepleri hatırlayın, “eğer bir şey yapacaksanız ne olur elinizi, ayağınızı boğazımızdan çekin çünkü biz bir mücadelenin içindeyiz” diyorlar. Bu da ülkelerimizdeki şirketler, işletmeler, bankalar ile başa çıkmak anlamına geliyor. Küresel Kuzey’den birdenbire bir mücadele ve devrim beklemeyin, biz zaten değişim için savaşıyoruz ama dışta gerçekleşecek gerçek anlamda ilham verici bir harekete ihtiyacımız var.

Katılan herkese teşekkürler. Leap, War On Want, Haymarket’e çok teşekkür ederiz. Saygıdeğer konuklarımıza da çok teşekkür ederiz, Arundhati ve Naomi. Bu gerçekten de uzun bir sohbetin ve webinar dizisinin başı. Bu konuları değerlendirmeye devam edeceğiz o yüzden katılım konuşmaların bir parçası olun, Yeşil Yeni Düzen’i geliştirmemize yardımcı olun. Bence gerçekten de birlik olup başka bir dünyayı inşa edebiliriz. Bu görüşmeye katılan herkese çok teşekkürler, önümüzdeki etkinliklerde görüşmek dileğiyle. Herkesin sorularına cevap veremedik kusura bakmayın. Bir sürü soru oldu, eminim sabaha kadar bu sorulara cevap verebilirdik. Belki ilerde bir gün yüz yüze bir araya gelebiliriz ve uzun, derin sohbetler edebiliriz. Teşekkürler herkese, görüşmeyi sonlandırıyorum.