Açık Gazete'nin köşelerinden Ekonomi Politik'te Ali Bilge gündeme ilişkin yorumlarını paylaştı.
(1 Haziran 2020 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır)
Ömer Madra: Günaydın Ali Bey.
Ali Bilge: Günaydın Ömer Bey, günaydın Özdeş, günaydın Feryal, iyi yayınlar hepinize.
Özdeş Özbay: Günaydın.
ÖM: Teşekkür ederiz, size de öyle. Biraz geç girdik kusura bakmayın gerek Oruç Aruoba gerekse gündemin yoğunluğundan dolayı biraz sarkma oldu, telafi ederiz.
AB: Ben de büyük kaybımızı selamlayarak programa başlayacağım. Oruç Aruoba düşünme hayatımızda çok önemli isimlerden biriydi. 70’lerin sonu 80’lerin başında Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Füsun Akatlı’yı hatırlıyorum, Bilge Karasu’yu hatırlıyorum, Oruç Aruoba’yı hatırlıyorum. Doğru hatırlıyorum değil mi Ömer Bey?
ÖM: Evet.
AB: Bugün üçü de yok, sanıyorum o bölümden İonna Hanım var.
ÖM: İonna Kuçuradi.
AB: Evet Ionna Kuçuradi var, başka unuttuğum isimler olursa bağışlasınlar beni. Oruç beyi selamlayarak programa başlamak istiyorum, Açık Radyo’nun en yakın varlıkların biriydi, uzun yıllar boyunca onu izledik, dinledik biraz önce dediğim gibi 1980’lerin ilk yıllarının Ankara’sında, insanların ağır cunta baskısı altında yaşadığı dönemde, Aruoba dahil saydığım isimlerin ürünlerini, yazdıklarını takip etmek, bizim için bir nefes almak gibiydi. Kendisini ilk hatırladıklarımla anarak selamlıyorum.
ÖM: Evet 20 kadar kitabı da var, ayrıca Açık Radyo’da da çeşitli dönemlerde 3 ayrı uzun uzadıya program da gerçekleştirdi, çok kıymetli katkıları oldu düşünce ve kültür hayatımıza gerçekten.
AB: Aruoba’ nın ürünlerinden herkes gibi oldukça yararlandığımı söylemeliyim. 70 sonu 80 başları Ankara’sının entelektüel hayatı üzerinde etkisi olan bir isimdir, bu hayatın içinde siz de vardınız Ömer Bey, 82, 83’lü yıllara kadar (1402 uygulamasına kadar) devam eden akademik, entelektüel hayatın önemli isimlerindendir. Toprağı bol olsun diyorum.
Bugün Gezi’nin yıldönümü, 2013 yılında başlayan Gezi eylemleri - Gezi direnişi İstanbul ve Türkiye direnişler, ayaklanmalar tarihi içinde çok önemli bir yerde durmaktadır. İstanbul tarihinde 500’lü yıllarda gerçekleşen Nika ayaklanması vardır, İstanbul’a ve Türkiye’ye damgasını vuran 15-16 Haziran 1970 direnişi vardır, ki yakında 50. yılını kutlayacağız. Bütün bu tarihe baktığımızda, Gezi çok ciddi bir durum olarak karşımıza çıkmakta.
Evet, Gezi anılıyor, kutlanılıyor ama esasen Geziyi şunun üzerinde durarak anmamız, düşünmemiz gerekiyor: büyük direnişlerin kazanımlara dönüşmemesi üzerine düşünmek gerekiyor. Neden büyük direnişler kazanımlara dönüşmüyor?
Gezi olayları mevcut iktidarın en korktuğu zamanlardan biridir, 27 Nisan’dan bile daha fazla korktuğunu düşünmüşümdür. Bu eylemler sonrasında Türkiye bir sertleşme dönemine girdi ve bu süreç rejim değişikliğine kadar geldi. Gezi sadece İstanbul’u da kapsamadı, çok sayıda şehirlerde 4,5 milyona yakın insan meydanlara çıktı, kayıplar, yaralanmalar, tutuklanmalar söz konusu oldu, davalar halen devam ediyor.
Gezi sonrası geçen 7 yılda demokrasiyi kaybettik, yetersiz demokrasiden hiç demokrasiye, otoriterliğe geçtik. Roboski katliamı Gezi’den bir yıl önce olmuştu hatırladığım kadarıyla, bu katliamın sorumluları da ortaya çıkarılamadı, gerileme başladı. Geziyle Roboskiyi ben eklemliyorum. Evet Gezi’ de yüksek direniş yaşandı, ancak sonrasında toprak ayağımızın altından kaymaya başladı. Gerçekleşen büyük direniş, Türkiye demokrasisinde genişleme yaratamadı, önce durgunluk sonra kayıplar, aynı şeyi 15-16 Haziran için de söyleyebilirim, devasa bir direniş ardından 12 Mart geliyor, bu direnişlerin demokrasinin ve özgürlük alanının genişlemesine katkısı olması gerekirken, neden kazanımlara dönüşmüyorlar da kayıplarla karşılaşıyoruz? Asıl bunun üzerinde düşünmek ve yoğunlaşmak gerekiyor. Direniyoruz, alan genişliyor gibi oluyor, sonra alan daralıyor ve kaybediyoruz. Hepten demokrasi gidiyor, otoriterlik geliyor. Neden? Kafayı buna patlatmak gerekiyor.
Türkiye’nin içinde bulunduğu ortamda malum Grup Yorum avukatlarının ölüm orucu devam ediyor, bu konudaki girişimler de devam ediyor. Sanıyorum bu hafta içerisinde Yargıtay’a dosyanın erken görülmesi ve bir an evvel sonuçlanması üzerine bir girişim söz konusu olacak. Aynı zamanda önemli hukukçuların katılımıyla dosya incelemesi yapılacak.
Geçen haftanın bilumum düşman yaratma projeleriyle geçtiğini de hatırlatalım. Ayrıca bu hafta meclis yeniden açılacak, epey zamandır pandemi nedeniyle kapanmıştı ve meclisin gündeminde içtüzük, seçim yasası, siyasal partiler kanunu gibi siyaset yapma alanını daraltacak tasarılar gündemde. Geçen hafta AKP’den ayrılan isimlerin kurduğu iki yeni partinin seçime girmesini engelleyecek düzenlemelerin gündeme geldiği bir hafta oldu. Bu konu, otoriter yönetimin iki ortağından biri olan Bahçeli tarafından dile getirildi. Yapılması gündeme getirilen düzenlemeler içinde büyükşehir belediye meclis başkanıyla belediye başkanını ayıracak düzenlemede bulunuyor. Malum Ankara ve İstanbul gibi belediyelerde meclis çoğunluğu iktidarda, belediye başkanlığı muhalefette, mevcut yasa gereği belediye başkanı otomatik olarak da belediye meclisinin başkanı oluyor ama belediye meclisinde çoğunluk şu anda iktidar lehinde, iktidar meclis başkanıyla belediye başkanını ayıracak bir düzenlemeye de gidiyor.
ÖM: Ne demek bu? Nasıl olacak? Yani bir yanda seçilmiş bir belediye başkanı var,
AB: Yasa değişikliği yapacak.
ÖM: Nasıl bir yetki paylaşımı olacak o zaman? Belediye meclisi belediye başkanına hiçbir şekilde bağlı kalmayacak öyle mi?
AB: 2012 yılında mahalli idareler kanunu düzenlemesi yapıldı, o zaman maalesef yeterince dikkatli izlenmedi ama biz izledik o dönemde. Sözde demokratikleşme amacıyla yapılmış gibi, merkeziyetten uzaklaşma gibi görünse de, bu düzenleme aslında daha ağır merkezi bir yapıyı gerekli kılıyordu. Yeni yasayla örneğin Korkuteli ilçesi Antalya büyükşehir belediye başkanını belirliyordu, belediye meclisini belirliyordu, böyle bir organizasyon sonucunda işte köyler mahalle oldu, bu idari düzenleme sonucunda ilçeler büyükşehir meclisine temsilci gidebiliyor. Dolaysıyla büyükşehir belediye başkanlığını kazanan parti, belediye meclisindeki çoğunluğu kazanamayabiliyor. Çünkü ilçelerden, gelen temsilcilerle belediye meclisi kompozisyonu değişebiliyor. Son seçimlerde bu yaşandı -ki ilk gün yorumlarımızda da bunları söylemiştik. Evet muhalefet büyükşehir belediye başkanlıklarını kazandı ama taşradan gelen temsilciler nedeniyle belediye meclislerdeki çoğunluk iktidar bloğu mensuplarından oluştu. Anakara ve İstanbul’da olduğu gibi. Yasa gereği başkanla meclis başkanı aynı oluyor. İşte şimdi bunu ayırmaya çalışıyorlar, bunu da sözde demokrasi bunu gerektirir diyerek yapıyorlar. Muhalefet elinde bulunan Büyükşehirlerin çalışamaması için elden gelen yapılıyor.
Yeni kurulan partilerin seçime girmesinin de önüne engel çıkarılıyor. Onlar yeni partiler ve örgütlenmelerini henüz tamamlamadılar, olası bir erken seçim söz konusu olduğunda seçime giremiyorlar, sadece bir vekil transferleri ile TBMM’de, bir grup oluşursa, partinin grubu olursa, örgütlenmesini tamamlamasına gerek kalmıyor. CHP Genel Başkanı, İyi Parti’ye geçmişte yaptığı gibi “bu iki partiye de milletvekili verebiliriz” demişti.” Deva ve Gelecek partisine engel çıkartılırsa, bu şekilde sorunu çözebiliriz “dedi. Aslında bunların hiçbiri etik değil ama şartlar o hale gelmiş ki bunları uygulamak zorunda kalıyorsunuz.
Çünkü gittikçe siyaset alanı daralıyor, özgürlükler alanı daralıyor. Geçen hafta işte cami olamayan dini yapılara saldırılar oldu, Hrant Dink Vakfı’na ve aileye saldırılar oldu, Kürt siyasetçi ve demokratlara tutuklamalar devam ediyor. Gittikçe siyaset yapma alanı daralıyor ve özgürlük alanı bitirilmek isteniyor, zaten demokrasinin kırıntıları üzerinde yürüyoruz. İktidar geçen sene kaybettiği büyükşehirleri çalıştırmayacağını zaten beyan etmişti. 2012 yılında yapılan mahalli idareler kanununda yapılan değişikliklerle, pek çok konuda büyükşehir belediyeleri merkezi hükümete bağlı kalındı, Büyükşehirlerin Hazine Bakanlığı’na, Şehircilik Bakanlığı’na, İçişleri Bakanlığı’na sormadan büyük adım atması mümkün olmayacak hale getirildi. Bir borçlanma imkânı bile, bir tahvil çıkartma imkânınız bile, merkezi hükümete sormadan yapılamaz hale geldi. İktidar ve belediye başkanı ayrı partideyse merkezi hükümet belediyeleri kilitleyebiliyor. Demokrasi ve yerellik kalktıkça, belediyeleri kazansanız da, yönetme imkanınızın daraldığı bir ortama girildi. Özgürlük ve demokrasi alanı daralınca muhalefet etme alanı da siyaset yapma alanını daralıyor. Muhalefet ve siyaset dar bir alana hapsoluyor.
Adeta, ülkede “takrir-i sükun “olması isteniyor. 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu vardır, kanun 1929 yılına kadar kesintisiz uygulanmıştır, bu kanunla ülkenin mezar sessizliği içinde olması istenmiştir ve çıtı çıkmayan bir toplum istenmiştir. Bugünde böyle bir dönemin benzeri istenmektedir. Mezar sessizliği, muhalefetsizlik, siyasetin yokluğu bugünde istenmektedir.
Neden böyle bir ülke ve toplum istenmektedir? Cevabını arayalım. Erdoğan’ın hikayesi çöktü, çöken hikâye artık ülkenin vagonlarını taşıyamıyor ama çöken hikaye dışa açık olmayan yarı kapalı bir rejimi de beraberinde getirdi. Erdoğan yeni bir hikâye de anlatamıyor, içinde bulunduğumuz otokratik düzen yeni bir hikaye anlatamıyor.
Zaten 2015’ten beri yaratılan hikâye korku üzerine, muhafazakâr ve milliyetçi kesimin korkularına hitap eden bir hikayeydi, bir de araya cemaat ve darbe ile korku pekiştirildi. Zaten rafta Kürt, Ermeni, dış güçler korkuları her daim hazırdı. Korkulara dayalı hikâyenin sonuna gelindi. Erdoğan ve iktidar yeni hikâye üretemiyor. Para da bitti hikâye de bitti.
Peki şimdi bu hikâyeyi yeniden yazabilecek olanlar var mı? Bu soruyu sormak lazım. AKP ‘nin kuruluşundan itibaren 17 yıl boyunca içinde yer alan, ilk 5’i sayılabilecek, baskette ilk 5’tir değil mi oyuncular? İlk 5’in 3’ü dışarıda, bunlar başbakanlık, genel başkanlık, başbakan yardımcılığı yapmış insanlar. Bir tanesi de netameli olarak içeride duruyor. Dışarı çıkanlar partilerini de kurmuş durumdalar. Bugün için ayrılan bu kişilerin ve partilerinin belki şu anda nicelik anlamda varlıkları yüksek değil, Deva ve Gelecek partilerinin Davutoğlu ve Babacan’ın, ama nitelik olarak varlıkları önemli. Çünkü tüm bu 17 yılın, bu sürecin içinde yer almış insanlar ve yaptıkları açıklamalarla, iktidar bloğunu otokrasi duvarını etkileyebiliyorlar. Örneklerini geçen hafta yaşadık, özellikle 15 Temmuz’un üzerine Davutoğlu’nun yaptığı açıklamalar, General Mehmet Dişli, (Şaban Dişli’nin kardeşi), emekli edilmesi gerekirken, terfi almasına ilişkin açıklama önemliydi. Daha önce Davutoğlu, başbakanlık yaptığı 15 Haziran 2015 seçimleriyle, 7 Kasım seçimleri sırasında olan olayları anlattırmayın!” dedi. Terör olaylarının, toplu katliamların ve çözüm sürecinin çöktüğü olayları anımsatan bu açıklamalar çok önemli. O zaman içerde olanın, dışarıya çıkınca yaptığı açıklamalar, hep dışarda olanın yaptığı açıklamalardan daha önemlidir. Kast ettiği zaman dilimi, Türkiye rejim değişikliğine giden yolda en önemli zamanlardır. 15 Haziran seçimi kaybeden bir iktidar vardı karşımızda. Sonrasında, muhafazakâr ve milliyetçi kitleyi ve toplumun genelini korkuya sevk eden suikastlara, toplu katliamlara tanık olduk, Ceylanpınar olayına tanık olduk ve barış sürecinin çökmesine tanık olduk. Aynı Davutoğlu siyasette partisini kurduğu günlerde bir itirafta bulunmuştu “ben göstermelik bir başbakandım” dedi.
ÖÖ: göstermelik olmayı reddettim diye açıklıyordu o zaman.
AB: Evet aslında zaten kendisinin görevden alınmasını da bu şekilde tarif etmişti.
ÖÖ: “Proje böyle öngörülüyordu” diye söyledi. Güya daha sonra da tartışmış!
AB: Evet. Ardından Babacan’ın gazetecilere ve siyasetçiye özgürlük vaat eden açıklamaları gündeme geldi. Bu partiler aslında şu anda çok küçükler ama muhafazakâr seçmen üzerinde ve AKP liderliği ve bugünkü iktidar bloğun üzerinde niteliksel ağırlığı olan hareketler, demokrasiye yeniden ulaşmak için siyaset üretirken bu ağırlıkları değerlendirmek gerekiyor, öncelikle siyasi alanı genişletmek için. Ülkenin yakın geçmişinde pek çok karanlık, aydınlatılmamış konular var, Gezi ve sonrası da buna dahildir. Hatırlayalım, Gezide ilk başta hükümetle önemli diyaloglar vardı. Sertleşme, dış gezisinden dönüşünden sonra başladı Erdoğan’ın.
Türkiye’de çökmekte olan iktidar hikayesinden söz ettik, evet her şeye rağmen, bu otoriter hikâye, evet sürüyor hem de sertliğini artırarak sürüyor, çünkü karşıda başka bir hikâye yazacak bir blok güçlü olarak gözükmüyor. Güçlü bir blok oluşmadığı takdirde, Erdoğan’ın sürünen hikâyes baskıyı artırarak devam ediyor. Çünkü artık rejim yeni korku üretmede sıkıntı çekiyor, o kadar çok korkular yaratıldı ki, ancak bugün korkular da tükendi. Anlaşılan yeni korkulara yaratmada mahir olunamıyor. Soruyu yeniden soralım; yeni bir hikâyeyi kim yazacak ve kimler yazacak? Yeni yazılacak hikâye; ülkeyi demokrasi ayarlarına döndürmek üzere yazılacak bir hikâye olacak. Bu yeni büyük hikâye, öncelikle bir ittifak hikayesi ile başlamak durumunda. İttifak hikayesi de rejimi yeniden ayarlarına çekçek bir ön kabuller sözleşmesi üzerinden olmalı, böyle bir örgü üzerinden olmalı. Özellikle de AKP’den ayrılan ilk 5’in 3’ünün niteliksel varlıkları ile hesaba katılması gerekiyor.
ÖM: Bu noktada araya girebilir miyim?
AB: Tabii lütfen.
ÖM: Önemli midir değil midir bilmiyorum ama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir açıklaması var, dün bu sabah itibariyle OHAL ilan edip yani olağanüstü hâl ilan edip sonra da “kimsenin itiraz edemeyeceği bir yönetim arzuları var” diyor, meclis açılırken bunu söylüyor. “%10 seçim barajını ya kaldıralım ya da makul bir düzeye indirelim, %10 barajı bizden başka hiçbir ülkede uygulanmıyor. Artık 7 milyon, 5 milyon, 3 milyon, 1 milyon ama mutlaka indirilmeli. Milletvekili adayını parti liderleri belirlememeli, adayları millet belirlemeli” diyor ve demokrasi, darbe ve kumpas yapıldığını söylüyor. CHP’lileri de sokağa dökme planları yapıldığını söylüyor. Yani “daha baskıcı yönetimle önce olağanüstü hâl ilan edip sonra da kimsenin itiraz edemeyeceği bir yönetim arzuları var. Biz bu oyunlara gelmeyeceğiz” demiş. Buna ilaveten sizin bu programlarda defalarca dile getirmiş olduğunuz, hem sizin hem de birlikte dile getirmiş olduğumuz şeyi Aydın Engin bir kez daha yazmış “Yumurtasız omlet HDP’siz ittifak” diye bugünkü T24’te gene. “Yarın bir gün AKP reis ve MHP desteğiyle mecliste çoğunluğu elinde tutan partisi HDP’nin üstünde daha da amansız çullanır üstüne, önce HDP’yi kapatıp ardından Kürt seçmene seslenecek yeni bir parti kurulmasının önünü yasal cambazlıklarla kapatırsa muhalefet partileri, hele CHP ne yapacak? Bir kez daha ‘anayasaya aykırı ama itiraz etmeyeceğiz’ filan deyip genişletilmiş millet ittifakının seçim zaferi düşleriyle kendini ve yurttaşları aldatmaya devam mı edecek? Yani yumurtasız omlet pişirmeye mi kalkacak? Yoksa ‘Kürt ya da Türk herkes bu ülkenin eşit haklı yurttaşlarıdır’ deyip HDP’siz bir mecliste yer almayı red mi edecek?” diye sormuş. Yani demokrasi sınavı dedikleri de zaten çoğu kez böyle bir eşikte karar vermekten ibarettir” diye tamamlıyor. Son bir nokta da söyleyeyim meclisin toplantısıyla ilgili olarak, 48 gün aradan sonra yani 1,5 ayı aşkın bir zaman sonra toplanıyor, ilk görüşülecek maddenin de çarşı ve mahalle bekçileri yasa teklifi olduğunu da şey yapması lazım. Yani “bekçiler kişileri, araçları durdurabilecek, kimlik sorabilecek, şiddet mağduru veya şiddete yahut istismara uğrama riski taşıyan kadın ve çocukları en yakın genel kolluk birimlerine teslim edecek, bekçiler sokak, geçit ve meydanları tıkayarak trafiğe engel olan taşıtların ve diğer engellerin kaldırılmasını sağlamakla yetkili olacak. Zor ve silah kullanma yetkisine sahip bulunacak, haftalık çalışma süresi 40 saat olacak ve maaşlarında artış sağlanacak” diye de bir düzenlemeden bahsediliyor. Biraz ürkütücü gibi geliyor, ne dersiniz?
AB: Bekçi meselesine cami gençlik kollarıyla bağlantı kurarak bakarsanız daha da vahim bir durum ortaya çıkar. Bekçiler mahallelerde, her mahallede de bir cami var, o proje gerçekleşirse durum çok vahim olur, yürüyor da zaten.
Durum hiç iç açıcı değil, ittifaksız bir çıkış olmadığını naçizane ben, 2013 Gezi’den bu yana dile getiriyorum. Başka türlü çıkış yolu olmayacağı görülüyor. Son yerel seçimlerde de gördük, muhalefetin millet ittifakına HDP destek verdi, bu destek olmasaydı bu şehirler kazanılmazdı. Bunu görmesi gerekiyor CHP’nin, İyi Parti’nin ve yeni kurulan iki partinin de, Saadet’in de, hepsinin bunu iyi görmesi lazım. Kürt seçmen muhalefete destek vermezse Türkiye’de rejimin yeniden eski ayarlarına dönmesi mümkün değil. Türkiye’de güçlü bir muhalefetin olması için bölgede olması gerekiyor, Kürt seçmenle yürümesi gerekiyor.
Aslında bugünkü konuşmada iki hususun altını çizmek istiyordum, siyasi analiz yaparken dikkat edilmesi gereken birinci husus, kurulan iki yeni partinin bugün için niceliksel ağırlığı yok ama niteliksel ağırlığı var, buna dikkat çekmek istiyordum. İki yeni partinin varlığı siyasi alanın genişlemesi açısından önemli. Çünkü içerden gelenlerden olmaları nedeniyle, AKP’ye destek verenlerde yankı bulabiliyor, iktidar duvarından tuğla çekebiliyorsunuz.
İkincisi hususta şu; HDP seçmeninin Millet İttifakı’na oy vermesi büyük bir fedakarlıktı, fedakarlığının karşısında bir şey de istemedi ve almadı. Sonuçta kendileri oylarını korudukları gibi CHP ve İYİ Partiye de de büyük bir başarı elde ettirdiler. Bunlara teşekkür edilmediği gibi aynı zamanda HDP’li belediyelere iktidar tarafından kayyum atanmasına da karşı da bir ses çıkarılmadı. Sayısz tutuklamalar oldu ses çıkarılmadı. Üstelik ardından Suriye’de tezkerelerine destek verildi. Bunlar önemli bir tahribata yol açmış durumda, artık muhafazakar olsun liberal olsun Kürt seçmen bir kopuş sürecine girdi arkadaşlar, kopuyor, duygusal olarak kopuyor, kafa olarak kopuyorlar, muhalefetin bunun farkına varması lazım.
Sadece son 20 yıla baktığımızda önce AKP’yi desteklediler ve sonrasında muhalefeti desteklediler, ne elde ettiler, sürekli örselenen bir toplum oldular. Yüzyıllık tarihe baktığımızda da hep aldatılan halk oldular, bir yüzyılda ikinci kez aldatılan bir halk olmanın getirdiği büyük bir tahribat var, sessizlik ve kopuş var.
Geziden bu yana muhalefet kitlelere dayanarak demokrasiyi kurtarmayı düşünmedi, kitlelerin pasif direnişlerinin önemini kavrayamadı, sadece seçimleri önemsedi, zaten tren de kaçtı, muhalefet siyasi analizini yeterli yapamadı, ittifak meselesini kavrayamadı, HDP olmadan demokrasi ayarlarına dönülmesinin mümkün olamayacağını da anlamak istemiyor. Bir demokrasi yürüyüşünün bir milletvekilinin dışarı çıkması üzerine yapılması da zaten garip bir durumdu. Demokrasi yürüyüşü ittifakla ve bir büyük paket hedeflenerek yapılırdı. Zaten sonrasında yapılması gereken, atılması gereken adımlalar ve refleksler gerçekleşmedi.
Sadece seçimlere dönük bir ittifak kurulmaz, demokrasinin daraldığı, kalmadığı ortamlarda hayatın içinde ittifak yapılır. Bir ittifak dersi haddim ve amacım değil ama 1970’lerin pratiğinden kalkarak, ambarımızda olanları getiriyoruz buralara. İttifak modellemelerini yapabilecek birikime, entelektüel kapasiteye sahibiz ama ürün çıkmıyor.
Özellikle ana muhalefetin hem sağıyla hem soluyla irtibat içerisinde olması, moderatörlük, liderlik etmesi gerekiyor, maalesef bunu yapamıyor.
Kürtlerin dışlandığı bir yerde de yeni kurulan partilerin de bir şansı yok, aç tavuk kendini darı ambarında görüyor ama öyle değil bu iş. Türkiye’nin çıkış denklemini yazarken içerisinde HDP’yi, Kürt seçmeni koyup selamlamazsan, denklem olmuyor, olmayınca da kopuş yaşanıyor. Elbette kopuş, çok tehlikeli bir şey. Neye yol açıyor? Seçimler yoluyla ki iktidar transferi olmayacağına dair inanç pekişiyor güven kayboluyor, içine kapanan bir toplum haline geliyor.
Dolayısıyla demokrasiye kavuşmak için düzgün bir muhalefet stratejisi henüz yok, şimdi erken seçim lafları ediliyor, hemen üstüne atlanıyor, seçimlerde eğer kuvvetli bir ittifak kurup ezici bir çoğunluk sağlayamıyorsanız seçimler işe yaramıyor, bağımsız ve tarafsız olmayan bir Yüksek Seçim Kurulu var, yüksek yargı var, kısıtlanmış, kırıntılar üzerinde yürüdüğümüz bir demokrasi ve hukuk sistemi var. Sizin Yüksek Seçim Kurulu’nuz Rusya’nın Yüksek Seçim Kurulu ile ittifak yapmış, iş birliği içerisinde! Tüm bunların üstesinden gelmek istiyorsanız kuvvetli ezici bir demokrasi cephesi kurmalısınız. Anti demokratik seçimlerin üstesinden kuvvetli ezici bir güç birliği gelebilirsiniz. Demokrasi için güç birliği ile.. Çok çabuk unutuyoruz, geçen sene İstanbul’da seçimi iki kez yaptık, seçimlerimiz kaç seferdir şüphe ile karşılanıyor. Tarhan Erdem “bu ülkede doğru seçimlerin olacağına inanmıyorum yazmayı bıraktım, olmuyor burada!” dedi. Dolayısıyla bir bütünlük içinde analizi oturtmak gerekiyor. Bakın Türkiye ekonomisi çökmüş, ülke ülke dolaşıp para istiyorlar, hala ne borç var, ne swap var. Çıkış yolu yazmak demokrasimizi gerçekten kazanmak istiyorsak ittifak kültürü geliştirmek zorundayız.
Gezi’nin yıldönümündeyiz, hem Gezi’nin yüksek ateşini direnişini alkışlıyoruz, ancak Gezi’den sonrasını neden kaybettiğimizin cevabını da aramak durumundayız. Eğer 21. yüzyılı tamamen ıskalamak istemiyorsak, öncelikle entelektüellere -bir büyük entelektüeli de yolcu ettiğimiz bugün- düşen görevi belirtmeliyiz, aydınlar birikimlerini enerjilerini ortaya koyarak katkı yazarlar, katkıyı siyaset siyasal ürüne dönüştürür, entelektüeller, aydınlar, konuşur, yazar, biriktirir, siyaset de onlardan alır, siyasa yapar, toplumsallaştırır.
Gezi’nin yıldönümünde programı böyle kapatmak istiyorum, aslında büyümeyle ilgili de söyleyeceklerim vardı ama onu bırakalım, zaten bu konuyu uzmanına Seyfettin Bey’e bırakalım.
ÖM: Onu da konuşma fırsatımız olacak.
AB: Ben bununla kapatayım, Oruç beye selamlayarak kapatayım, burada tamamlayalım.
ÖM: Çok teşekkürler, görüşmek üzere Ali Bey.
ÖÖ: Görüşmek üzere.
AB: Hoşça kalın.