Tartışmalı sayılar: Türkiye’nin düşük ölüm oranlarına dair

-
Aa
+
a
a
a

"Gelecek için rehberimiz bir kriz değil, normal zamanlarda toplumlarımızdaki kapsayıcılığı geliştirmek olmalı."

(Evren Balta ve Soli Özel'in bu yazısı T24'ün internet sitesinden alınmıştır.)

(*Bu yazı ilk kez 5 Mayıs tarihinde Institut Montaigne adlı kuruluşun sitesinde İngilizce olarak yayınlandı**. Fransızcası da yakında çıkacak. Yazının yayınlanmasından sonra veriler hızla değişti. Rusya ve Brezilya vaka sayısında Türkiye’nin önüne geçti. Türkçe versiyonu için verileri güncelledik.) 

Yazı gelişmekte olan bir sürecin resmini çizmeye çalışıyor ve elbette her şeyi açıklama iddiasında değil. Mevcut kutuplaşma ikliminin dışına çıkıp elimizdeki rakamlara da bakarak hangi faktörlerin özellikle ölüm oranlarının belirlenmesinde öne çıkabileceğini sorguluyor. Olaya bu şekilde yaklaşınca devlet kapasitesi, kurumsallaşma gibi ögelerin yanısıra toplumsal örgütlenme modeli, nesiller arası ilişkiler, sağlık ve bakım hizmetlerinin niteliği önemli değişkenler olarak beliriyor. İrdelediğimiz değişkenlerin ve verilerin mevcut bakış açısının dışına çıkarak tartışılmayı hak ettiğini düşünüyoruz. Yazının varsa en önemli iddiası da budur. 

Tıpkı her yazı gibi bu yazı da ortaya çıkarken pek çok insanının katkısını aldı. Fikri geliştirirken bizimle düşünen ve yazıyı okuyarak bize geliştirilebilecek alanları sunan herkese teşekkür ediyoruz. Onlar kendilerini biliyor!

Vaka sayısının Nisan’ın son gününde neredeyse 140 bine ulaştığı Türkiye, dünyada korona virüse bağlı en çok vaka sayısına sahip 9. ülke konumunda. Ülkenin dünyada en hızlı artış gösteren enfeksiyon oranına sahip ülkelerinden birisi olduğu da sıklıkla belirtildi. Bunun sebeplerinden birisi ülkenin test kapasitesini arttırması. Gene de, Türk Tabipler Birliği (TTB), haklı bir bicimde enfeksiyon oranının açıklanandan daha da fazla olduğunu savunuyor, çünkü ülke sadece Covid-19 test sonuçları pozitif çıkanları listeye dahil ediyor ve klinik semptomlar gösterdiği için tedavi görenleri saymamayı tercih ediyor. TTB aynı zamanda vaka ve ölüm sayısı arasında bir tutarsızlık olduğunu belirtiyor ve Covid-19 kaynaklı tüm ölümlerin kayıtlara geçmediğini öne sürüyor. Salgının Türkiye’deki merkezi olan İstanbul’un belediye başkanı Ekrem İmamoğlu ise bu sene ölüm oranının geçen seneye kıyasla yüzde 30 ile 35 arası arttığını söyledi.

Virüsün yaygınlığına ve hızla yükselen enfeksiyon oranına rağmen Türkiye’de ölüm oranı, resmi rakamlara olan itirazı göz önüne aldığımızda bile, hâlâ düşük. Son verilere göre Türkiye’de 1 milyonda 44 kişi virüs nedeniyle hayatını kaybediyor. Bu durumda Türkiye, benzer sayılara sahip Avrupa ülkelerine kıyasla Covid19’a bağlı ölümler konusunda daha olumlu bir tablo sunuyor. Türkiye örneğin düşük ölüm oranıyla dikkat çeken Almanya’nın önünde. En son veriler de acil bakım ünitelerine alınan ve solunum cihazına bağlı hasta sayısının azaldığını gösteriyor.

Bu yazıyı yazmamıza neden olan unsurlardan birisi de Almanya’nın aksine Türkiye’nin düşük ölüm oranlarına pek taktirle karşılanmamasıydı. Tam aksine haber bültenleri ve analizlerde Türkiye gerçek verileri açıklamadığı iddiasına maruz kaldı. Ölümlü vaka sayılarının düşüklüğü, uluslararası basına ulaşmadan önce Türk medyasında da bir tartışma konusuydu. Ülkenin ciddi anlamda bölünmüş siyasi ikliminde resmi rakamlar hakkında iki kamp oluştu. Hükûmet yanlısı taraf, artan test kapasitesi ve düşük ölüm oranlarına işaret ederek Türkiye’nin kriz yönetimi konusunda müthiş bir iş çıkardığını ifade etti, ancak hızla yükselen enfeksiyon oranını görmezden geldi. Öte yandan muhalefet enfeksiyon oranlarına ve sayılardaki olası hataya odaklandı. 

Durumun tartışmalı olması beklenmeyen bir şey değildi. Senem Aydın Düzgit ve Fuat Keyman’ın son makalesinde de belirttiği gibi pandemiyle başarılı mücadelenin özünde kapasitenin ve etkili liderliğin yanı sıra saydamlık ve güven yatıyor.  Türkiye, pandemi ile mücadelesine aşırı bir siyasi ve toplumsal bölünme ortamında başladı. Şu sıralarda Türkiye hakkında yapılan birçok araştırma Türk toplumunun kutuplaşmasına ve partiler arasındaki giderek artan ideolojik ve politik mesafeye vurgu yapıyor. Hükûmete duyulan güven de bu kutuplaşma nedeniyle oluşan uçuruma bağlı olarak ciddi farklılıklara yol açıyor. Neredeyse on yıldır Türkiye devlet kapasitesini ciddi şekilde aşındıran bir kurumsuzlaştırma sürecine maruz kaldı. Bu şartlar altında mevcut kriz, hükûmete hizmet vermeye adanmışlığını göstermek, muhalefeteyse hükûmetin bunu başaracak kapasitesi olmadığını göstermek için ideal bir ortam hazırladı.  Bu durumda da istatistikler objektif olarak başarı veya başarısızlığı nesnel şekilde ölçmek için neredeyse tek güvenilir referans haline geldi. Sonuçta  rakamlar dünyanın pek çok başka ülkesinde olduğu gibi ülkenin hayli kutuplaşmış siyaseti için sembolik bir çatışma alanı haline geldi.

Dış dünya topa giriyor

Birkaç hafta önce New York Times gazetesi, Türkiye’yi doğrudan gerçek ölü sayısını saklamakla suçlayan bir manşetle bu sert iç siyaset savaşına müdahil oldu. Gazeteye göre kesin sonuçlara ancak geçen iki sene ile bu senenin aynı haftalarında görülen ölüm oranlarının ortalamaları karşılaştırılarak ulaşılabiliyordu. İstanbul belediye başkanının daha sonra verdiği rakamlara uygun şekilde NYT’nin haberine göre de İstanbul’da son iki yılın aynı dönemdeki ortalamasına göre yaklaşık 2 bin 100 daha fazla ölüm vakası kayda geçmişti. Bu sebeple NYT, her ne kadar bu ölüm sayısındaki ciddi artışın nedeninin mutlaka Koronavirüsten olmayabileceğini kabul etse de Covid-19 verileri üzerinde bir sis bulutu oluşturduğunu ve virüs bağlantılı ölümlerin çoğunun kayda geçirilmediğini ileri sürdü.

Ne var ki aynı NYT bir sonraki gün başka bir makale daha yayımlayarak sorunun sadece Türkiye ile sınırlı olmayabileceğini bildirdi. Gazete, 11 ülkenin geçmişteki verileri ile bu sene tüm nedenlerden ölenlerin sayısını kıyaslayarak ‘aşırı ölüm oranlarını’ tespit etti. Ölüm sayılarının karşılaştırılması sonucunda tıpkı Türkiye örneğinde görüldüğü gibi bahsi geçen pek çok Avrupa ülkesinde de bu yıl yüzde 20 ile 30 arasında daha fazla ölüm olduğu ortaya çıktı. Bu bize COVID19’a bağlı ölüm oranlarının dünyanın her yerinde düşük rapor edildiğini gösteriyor. Örneğin, Financial Times, Britanya’da gerçek ölü sayısının açıklananın iki katının da üzerinde olduğunu ileri sürdü. İstanbul’daki ölümlerin açıklanandan yüzde 30 daha fazla olduğunu, dünyanın geri kalanının ise gerçek verileri açıkladığını varsaysak bile Türkiye’nin ölüm oranı yine benzer Avrupa ülkeleri ve ABD’ye kıyasla daha düşük. 

Büyük ihtimalle tartışma bir süre daha, birinci dalga bitene ve biz gerçek sayıları öğrenene kadar devam edecek. Burada arı kovanına çomak sokmaya çalışmıyoruz ama Küresel Güney’de sonuçları tahmin etmeye çalışırken daha özgün bir bakış açısına gerek duyuyoruz. Önemi yadsınamayacak unsurlardan varsayılan beceriksizlikler veya saydamlık eksikliğinin yanısıra, başka faktörlerin de sonuçlarda rol oynadığını göstermek istiyoruz. Covid-19 konusunda sadece verilerin tutarsızlığına yapılan vurgu ve kesin ölü sayısı konusundaki şüphe, kanımızca analistlerin Koronavirüsle mücadelede sadece meşru siyasi sistem, güçlü devlet kapasitesi ve efektif yönetim ile görece olumlu sonuçlar alınabileceğine dair içselleştirilmiş önyargılarının bir sonucu.

Evet, meşru siyasi sistem, güçlü devlet kapasitesi, krizi etkili ve etkin şekilde yönetme, salgının yayılma hızını düşürmede, pandemi ile ekonomiyi dengeli bir şekilde yürütebilmede, tehlikedeki nüfusu salgının olumsuz ekonomik etkilerinden koruma konusunda anahtar değişkenler. Ancak ölüm oranı her ulusal bağlamda sadece bu değişkenlere bağlı olmayabilir. Biz ülkenin demografisinin ve sağlık sektörünün bugüne kadar daha çok vurgulanan gücü kadar yapısının da özellikle Türkiye’de düşük ölüm oranlarını açıklama konusunda anahtar değişkenler olabileceğine inanıyoruz. Bunun da ötesinde, yaşlı nüfusa bakım konusundaki normlar, Türkiye ile batı Avrupa arasında yaşı ilerlemiş kişilerin ölü sayılarındaki farkı da açıklayabilecek unsurlardan birisi olabilir. Bu bağlamda ve tam da bu nedenlerle salgının en azından birinci dalgasını hayli başarılı bir sicille atlatan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin deneyimlerinin de hakkettikleri ilgiyi görmediklerini düşünüyoruz.

Yaşlılara bakım

Artık biliyoruz ki krize ne zaman yakalandığınız ve aldığınız önlemlerin zamanlaması krizle nasıl mücadele edileceği açısından belirleyici değişkenler. Türkiye salgının ikinci merkezi olan İran’dan uçuşları durdurma konusunda biraz yavaş kalsa da 3 Şubat’ta aldığı kararla Çin’den uçuşları durduran ilk Avrupa ülkeleri arasındaydı. Aynı zamanda Türkiye sosyal mesafe uygulamalarını da birçok Batı ülkesinden önce, ülkede ilk Koronavirüs vakası tespit edildikten sonra Mart ortasında yürürlüğe soktu. Büyük etkinlikler ve toplantılar, bir araya gelmeler yasaklandı; ülke genelinde okullar kapatıldı, açık kalmaları şart olmayan dükkanlar, mekanlar ve kamu hizmetleri aktivitelerini durdurdu. Sınırlar ülkeye dönen vatandaşlar ve Türkiye’de ikamet edenler dışındakilere kapatıldı. Daha sonra 31 büyükşehire giriş ve çıkışlar da yasaklandı. Üretim kısıtlanmadı. Tam süreli sokağa çıkma yasağı sadece belli yaş gruplarına uygulandı.

En dikkatsiz ve yanlış kararlar umre konusunda verildi. Diyanet İşleri Başkanlığı, ülkeyi yönetenlerin tercihlerini yansıtır bir biçimde umre ziyaretlerini iptal etmedi ve 21 bin vatandaşın Mekke’ye gitmesine izin verdi. Pandeminin yayılma hızı ve etkileri bilinmesine rağmen ciddi önlemler alınmadı ve ancak kamuoyunun gösterdiği tepkiden sonra son dönen 5 bin kişilik grup karantinaya alındı. Enfekte oldularsa, büyük ihtimalle geleneklere uygun şekilde tebrik için kendilerini ziyarete gelen çevrelerindeki birçok kişiye virüsü bulaştırdılar.

Burada önemli olan bir değişken ise önlemler kapsamında hükûmetin ilk olarak 65 yaşın üzerindekilerin ve ek hastalıkları olanların zorunlu olmadıkça dışarı çıkmasını yasaklamasıydı. Daha sonra 20 yaşın altındaki çalışmayan nüfus da buna dahil edildi. Bu kısıtlamalar elbette yeterli değildi ve virüsün yayılmasını engelleyemedi ve hükûmetin öncelikleri konusunda büyük bir tartışma yarattı. Giderek büyüyen bir ekonomik krizin ortasında hükûmet kendi öncelikleri açısından şaşırtıcı sayılamayacak bir tercihle ekonomiyi korumayı ve çalışan nüfusu çoğunlukla iş başında tutmayı tercih ediyordu. Öyle ki, bu stratejiye Britanya’nın “sürü bağışıklığı”na bir gönderme olarak “sınıf bağışıklığı” stratejisi denildi. Bu strateji, başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de enfeksiyon oranının artmasına sebep oldu.

Her şeye rağmen Türkiye’yi diğer ülkelerden ayıran unsursa virüsün hızla yayılmasına karşın sağlık sisteminin bu yükün altında kalmaması ve birçok ülkede görüldüğü gibi çökmemesiydi. Risk altındaki grupları ve yaşlı nüfusu kamu hayatından tamamen çıkarmak virüsün yayılmasına ciddi bir etkide bulunmamış olsa bile, ölüm oranlarının düşük seviyelerde kalmasına önemli bir katkı sağlamış olabilir. Yaklaşık iki aydır Türkiye’nin yaşlı nüfusu ve başka hastalıkları da olanlar kısa bir yürüyüş için bile şehirdeki ufak dairelerinden dışarı adım atamadı. Böylesine kısıtlayıcı bir uygulama, yaşlı nüfusun aile bağlarının Türkiye kadar güçlü olmadığı başka bir sosyal ortamda mümkün olamazdı. Mine Eder’in de dikkat çektiği gibi, çocuklara ve yaşlılara devlet yardımının çok sınırlı olduğu ya da hiç olmadığı Türkiye’de bu grupların bakımı için gerekli kaynaklar hep ailelerinden veya kayıt dışı iş piyasası aracılığıyla temin edildi. 

Nitekim Türkiye’de yaşlılarına bakmak bir aile meselesidir ve bu sorumluluğun büyük bölümünü adaletsiz bir biçimde kadınlar üstlenir. Ailenin “kızları” büyükleriyle ilgilenmekten sorumludur. Eğer aile yeterince varlıklıysa veya evin genç kadınları çalışıyorsa, bu görev göçmen kadın işçiye verilir. İstanbul’daki birçok orta sınıf aile, çoğunluğu eski Sovyet ülkelerinin vatandaşı olan göçmen kadınları büyüklerine yatılı bakıcı olarak işe alır. Bu tür işçilik ucuz ve elverişli kabul edilir çünkü çalışan kişi, işini yaptığı yerde yaşamaktadır. Böylece bakıcılık hizmeti devletin nadiren denetlediği ve köleliği andıran şartlarda 24 saatlik bir mesleğe dönüşür.

En önemlisi, Türkiye’de birinin büyüklerini huzur evine göndermesi tabu addedildiğinden aileler ancak aşırı durumlarda büyüklerini bu tesislere gönderirler. Avrupa ve ABD’de ise durum tam tersi. Çeşitli kaynaklara göre İtalya, İspanya, Fransa ve Belçika’da Covid-19 kaynaklı ölümlerin yüzde 42 ila 57’si huzur evlerinde gerçekleşti. Huzur evlerindeki risk altındaki nüfusun sosyal mesafe kurması ise neredeyse imkânsız. Dahası, sürekli değişen ve tesis dışında yaşayan çalışanlar yetersiz eğitimleri nedeniyle bu tarz kriz durumlarını idare edebilecek donanıma da sahip değiller. Normal şartlarda elbette yaşlı nüfusu huzur evi gibi bir kuruma göndermek iyi işleyen bir refah devletinin varlığına bağlı. Üstelik bu şekilde devlet kadınlardan bakım sorumluluklarını alarak piyasada aktif rol üstlenmelerine destek vermiş oluyor. Ancak orantısız bir biçimde yaşlı nüfusu kurban eden bir salgın ortamında bu tür toplu yaşam alanları bazı Avrupa ülkelerinin ölümleri sınırlandırmakta ve sağlık sistemine baskı oluşmasını engellemekte zorlanmasının ana nedenlerinden biri olabilir.

Daha geniş bir açıdan bakıldığındaysa demografinin önemi yadsınamaz. Yaşlanan nüfuslu ülkelerde kolektif bakım iş gücünün idaresi açısından tek mantıklı seçenek olabilir. Avrupa’da doğum oranlarının bir süredir düşük olması ve ortalama yaşam süresinin yükselmesi AB’nin yaş piramidinin şeklini değiştirdi. Artık daha yaşlı bir nüfus yapısına geçiş sürecindeler, bu Fransa ve İtalya gibi ülkelerde açıkça görülüyor. Avrupa Birliği’nin 28 üye ülkesinin yaş ortalaması 2018’de 43.1’di ve yükselmeye devam ediyor. Yaşlı bir nüfusa sahipseniz ne sürü bağışıklığı ne de sınıf bağışıklığı mantıklı seçimler değil. Nitekim virüs daha fazla tehlike altındaki nüfuslara ulaştıkça, orantısız olarak daha fazla can aldı. Türkiye ise Avrupa’nın en genç nüfusa sahip ülkelerinden biri.

Peki ya sağlık sistemi?

Ölüm oranlarının düşük olmasına yol açabilecek bir diğer faktör de sağlık sektörünün gücü ve onun erişebildiği kaynak ve kapasite. Pek çok akademisyen Türkiye’nin sağlık sisteminde AKP hükûmetinin gerçekleştirdiği ve aynı zamanda nüfusun marjinalize edilen kısımlarını kapsayacak yeni yollar da açan reformu, bu partinin ilk dönemlerindeki siyasi başarısının temel nedenlerinden biri olarak tanımladı. Dünya Bankası verileri gerçekten de 2002-2008 arasında sağlık harcamalarında gözle görülür bir artış olduğunu gösterir. Ancak bir süre sonra bu artış trendi tersine döndü ve 2009 yılındaki “büyük resesyonun” ardından sağlık harcamalarında keskin bir düşüş yaşanmaya başladı. Türkiye, kişi başına düşen toplam sağlık harcamalarında OECD ülkeleri arasında sıralamada sonunculuğa kadar geriledi. 100 bin kişi başına düşen hastane yatağı sayısı bir ülkenin sağlık sisteminin önemli göstergelerinden biridir. Türkiye şu anda bin kişi başına 2.81 yatağa sahip olarak Almanya (8) ve Fransa’nın (5.99-8) oldukça altında bir yerde. 

Fakat pandemi gibi ani bir krizin patladığı dönemlerde önemli olan normal hastane yatakları değil, yoğun bakım ünitelerindeki yatak sayısı oldu. Türkiye, ilginç bir şekilde Avrupa’da kişi başına düşen yoğun bakım ünitesi sayısı sıralamasında en üst sıralarda yer alıyor. Görece genç bir nüfusu olan bir ülkenin neden bu kadar çok yoğun bakım ünitesi olur? Belki de bu sorunun cevabi sağlık sektörünün özelleştirilmesinde yatıyor. Yine verilere göre Türkiye’de yoğun bakım yataklarının önemli bir bölümü özel hastanelerde bulunuyor. 

Yoğun bakım hizmetleri en pahalı sağlık hizmetleri ve eğer hasta tedaviyi karşılayamayacak durumdaysa ücreti devlet tarafından karşılanıyor. Geçmişte özel hastanelerin hastaları gerekli gereksiz durumlarda ve uzun süreler için yoğun bakım ünitelerine yatırarak bu durumu istismar ettiğine dair haberler çıkmıştı. Fakat yozlaşmayı beslediği düşünülen yatırım stratejisi, Türkiye’nin Covid-19 hastalarına yeterli sağlık hizmeti vermesine yardımcı oldu. 

Bunun yanı sıra sağlık sisteminde kent bazlı eşitsizlikler de önemli olmuş olabilir. Pandeminin bir ülkeyi eşit olarak etkilememesi ve büyük şehirlerin salgının merkezi olması sebebiyle ülke genelindeki verilere bakmak bizi yanlış yönlendirebilir. Türkiye örneğinde, sağlık hizmetleri de harcamaları da İstanbul’a yoğunlaşmış durumda. Türkiye’de sağlık sisteminin bu özelliği daha önce sağlık hizmetine erişimde eşitsizliğin bir göstergesi olarak sıkça eleştirilmişti. Bu gerçek, yine istemsiz bir şekilde, Türkiye’nin Covid-19 mücadelesinde güçlü olduğu noktalardan biri haline geldi. ABD’de New York’un başına geldiği gibi Türkiye’nin uluslararası hareketlere en açık kenti olarak İstanbul da salgının yayılmasından orantısız bir pay aldı. Üstelik pek çok Avrupa ülkesinden farklı olarak Türkiye’nin İstanbul dışındaki kentlerinin küresel ağlarla ve bağlantılarla olan ilişkisi zayıf.  

Üstelik uzun saatler boyunca stres altında çalışma rutinine ve yoğun hasta sayısına (maalesef) alışmak zorunda kalmış olan doktorlar, salgın nedeniyle gelen hasta akınıyla boğulmadı. Pek çoğu Enfekte oldu ve çok sayıda saygıdeğer doktor hayatını kaybetti. Yine de sayıları ağır ağır da olsa artan, iyi yetişmiş, kendini mesleğine adamış ve oldukça eğitimli bir tıp ekibinin varlığı Türkiye’ye büyük bir avantaj sağladı ve ölüm oranlarını son derece olumlu etkiledi. Son olarak Türkiye’nin Bilim Kurulu Üyesi Dr. Alpay Azap’ın, İrfan Aktan ile yaptığı söyleşide vurguladığı gibi Türkiye’de tedavi protokollerinin Batılı ülkelerden daha esnek olmasından yararlanan hekimler Batı ülkelerinden önce ağır tedavi ve ilaçları uygulamaya geçebildiler. Bu durum devletin bazı ilaçların bilinen yan etkilerini bastırdığı ve ortaya çıkabilecek sorunları görmezden geldiği yönündeki eleştirileri de beraberinde getirdi.

Birçok faktör, birçok seçenek

Pandeminin Türkiye’deki serencamı hakkındaki sorular haksız değil: azalan devlet kapasitesi, kurumsallaşmadan uzaklaşma ve düşük güven seviyesinin bir örneği hâline gelen ülke nasıl “örnek teşkil eden” ülkelerden daha düşük ölüm oranlarına sahip olabilir? Merkezi yönetimin bu hizmetlerinden dolayı siyasi puan toplayacakları gerekçesi ya da korkusuyla yerel yönetimlerin yoksul vatandaşlara hizmet etme kapasitesini engellemek üzere büyükşehir belediyeleriyle kavga edip durduğu bir ülke, ölüm sayılarını sınırlama konusunda nasıl başarılı olabilir?

Böyle bakıldığında eldeki veriler tutarsız ve akla uygun değil. Öte yandan Türkiye’deki ölüm oranlarına yönelik itirazlar ve bu verilerin sadece gerçekliğin gizlenmesi yüzünden ortaya çıkabileceğini iddia etmek başka faktörlerin önemini gözden kaçırmak anlamına geliyor. Nitekim bugüne kadar bu rakamlara yönelik ana tepki şeffaflık eksikliği üzerinden ilerledi.  Analistler vaka ve ölüm verilerindeki tutarsızlıklar nedeniyle sayılarla oynandığını ve bunları doğru olamayacağını savundu. Ve sayılar yeni bir kutuplaşma alanı hâline geldi. 

Biz bu yazıda, sadece bir şeffaflık sorunu olarak görülen durumun, daha karmaşık bir açıklama gerektirebileceğini savunduk. Türkiye’nin kriz yönetim sistemi, normal şartlarda dezavantaj olarak görülebilecek pek çok negatif dışsallıktan fayda gördü. Üstelik bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Türkiye örneği bize her farklı vakanın, bahsedilen ülkeye has sosyal özellikleri barındıran, çok sayıda faktörün etkileşimine bağlı olduğunu gösteriyor. Demografi siyasetle etkileşim hâlinde. Sosyal yapılar, sonucu beklenmedik şekillerde etkileyebiliyor. Zamanlama, nüfus yoğunluğu hepsi olağanüstü düzeyde etkili. 

Bütün bunlara rağmen bu krizden çıkarmamız gereken en önemli ders ise hala bu gibi acil durumlarda, güvenebileceğimiz hükûmetlere ve yetkililere ihtiyacımız olduğu. Kapsayıcı ve geniş sağlık sistemine sadece krizlerle mücadele için değil, normal şartlarda da ihtiyacımız var. Toplumun hassas gruplarıyla daha yakından ilgilenmeliyiz ki benzer kriz durumlarında mücadele için daha hazırlıklı olsunlar. Hastalıkların hızla yayılmasını önlemek için yoğun küresel işbirliğine ihtiyacımız var. Erken tespit ve takip sistemlerine ihtiyacımız var. Bilim insanları yeni tip virüsleri kendi devletlerine değil, uluslararası organlara yargılanma korkusu yaşamadan rapor edebilmeliler. 

Gelecek pandeminin kimleri, nasıl vuracağını bilmiyoruz. Gelecek krizin ne olacağını öngöremeyiz. Zaten gelecek için rehberimiz de bir kriz değil normal zamanlarda toplumlarımızdaki kapsayıcılığı geliştirmek olmalı.

 

---------------------------------------------------------------

*Yazarların notu

** Bu makale ilk olarak 4 Mayıs 2020'de, Institut Montaigne adlı kuruluşun sitesinde, "The Battle Over the Numbers: Turkey’s Low Case Fatality Rate" başlığıyla İngilizce olarak yayımlanmış, daha sonra T24 dış haberler ekibi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Yazının içindeki veriler, yazarlar tarafından Türkçe yayın tarihi olan 9 Mayıs 2020 için güncellenmiştir