Bazen 35 değil, 50 yaşımdaymışım gibi hissediyorum. Krizle uğraşırken, Avcılar'da oturduğumuz için deprem yüzünden de tedirgin olmuştuk, üstüne de bu çıktı. Çocuklarımın da psikolojisi bozuluyor, bana soruyorlar: Hep böyle mi olacak? Biz bir daha okula gitmeyecek miyiz? Senin maaşın yatacak mı? Yarın ne olacak?
(Pınar Öğünç'ün bu yazısı ilk olarak Gazete Duvar'da yayınlanmıştır.)
35 yaşındaki Semra Y., Amasya’daki köyünden İstanbul’a geldiği 17 yaşından beri ev geçindiriyor. Şu anda 150 civarında personeliyle çorap üreten bir fabrikada çalışıyor. Tam üretime ara verme lafları ortada dolanırken Cumhurbaşkanı’nın konuşmasını dinleyen patronu vazgeçmiş. Semra yorgunluğunu, kırgınlığını anlatıyor:
Burada beş yıldır çalışıyorum. Aslında iş yerimden, daha doğrusu iş arkadaşlarımdan memnunum. Çok güzel bir ortamımız var, çalışırken sohbet ederiz hep. Bizim bölümümüzün tamamı bayan. Benim yok da, diyelim ailesinde bir sorun olan orada anlatır, herkese iyi gelir. Ama maddi açıdan memnunum diyemem. Asgari ücret alıyoruz, bir de bizim orada kıdem zammı yok, yeni başlayan da asgari ücret alır, on yıl çalışan da. Az dişimi sıkayım da maaşımı arttırayım diyemezsin yani, mecbursun. Tekstilde, bir sürü yerde genel olarak böyle. Bir de yaş sınırı koyuyorlar. Mesela eltim 42 yaşında, yok, iş bulamıyor. 40’tan sonra iş vermiyorlar.
Bu virüsü duymuştuk, yabancı ülkelerde olduğunu biliyorduk, buraya geleceğini de bekliyorduk. Sağlık Bakanı’nın ilk açıklamasından sonra öğrendik. İki çocuğum var, biri 13, biri 14 yaşında. Okullar tatil olunca, keşke bize de izin verilse dedik. O zaman iş yerinde kimse bunu dile getiremedi. Ancak bugün diyebildik. Cumhurbaşkanı’nın açıklaması olacaktı, onu bekleyelim diyorlardı, belki 14 gün izin verilecekti. Cumhurbaşkanı konuştuktan sonra devam dediler bize. Hiçbir şeyden değil en çok çocuklarıma bulaştırmaktan korkuyorum. Eve geliyorum, çocuklarıma dokunmadan hemen gidip üzerimi değiştiriyorum, ellerimi yüzümü yıkıyorum, ancak öyle gidiyorum yanlarına. Bugün başladılar işe girerken ateşimizi ölçmeye. Daha önce hiçbir önlem yoktu.
Çok tozlu bir ortamda çalıştığımız için bizim normalde de maske takmamız gerekiyor. Herkes hep takmıyor ama ben çoğunlukla takıyorum. Artık maske sorunca da yok deniyor çünkü virüs yüzünden hiçbir yerde kalmamış. Bugün iki tane vardı, onu da hasta olan iki arkadaş taktı. Hasta dediysem normal soğuk algınlığı. Öyledir yani inşallah. İzin vermiyorlarsa işi bırakalım topluca diye konuştuk ama herkes de istemiyor, “Mecburum çalışmaya” diyor. Herkes birden iş bırakmazsa da olmuyor.
Tek maaşla geçinmemiz mümkün değil. Kızımı dershaneye yolluyorum, çocukların yol parası oluyor. Çok anlayışlı çocuklardır, yemeklerini de evden götürürler ama eşimle birlikte çalışmaya mecburuz. Buzdolabımı değiştirmek zorunda kalmıştım, onun taksitini ödüyoruz daha. Kenara üç beş kuruş para koymuştum, onları harcıyoruz şu anda. Bu ay masraf o kadar arttı ki onu kullanmak zorunda kaldık. Her şeyin fiyatı artmış, marketlerde bir şey kalmamış. Neredeyse üç gündür un bulamıyorum.
Biz Amasyalıyız. Abim tek başına İstanbul’daydı, 17 yaşındayken onun yanına, çalışmaya geldim. İstanbul benim için çalışmak demek. Bekâr yaşadığım üç yıl oldu burada, o zaman gerçekten her şey çalışmaktı. Arkadaşlarımla bir kafeye oturmuş insan değildim. Köyden gelmişsin, korkuyorsun, kimseyi tanımıyorsun, koca şehirdesin, bir de hiçbir yere göndermeyen bir abinin emri altındasın. Ben evlendikten sonra biraz hayatı yaşamaya başladım. Şimdi hiçbir kısıtlamam yoktur, bu yıl 8 Mart’ta da meydanlardaydık.
Bazen keşke benim de eşim gibi bir babam olsaydı, benim gibi bir annem olsaydı diyorum. Çok farklı olurdu. En çok öğretmen olma hayalim vardı, bize o imkânlar verilmedi. 17 yaşımdan beri ev geçindirme derdi, hep bir yorgunluk. Daha çok tekstilde çalıştım, çocuklarım küçükken gündeliğe gittim. Bazen de günlük paketleme işleri yapıyordum yevmiyeli. Şimdi de mesela mesai oluyor, 7-10 arası, gönüllü olarak yazdırıyorum kendimi. Mecburi değil mesai. Neden gönüllüyüm, üç yüz, beş yüz fazla alma derdindesin, çocuklarıma şunu yaparım diye düşünüyorsun.
Bazen 35 değil, 50 yaşımdaymışım gibi hissediyorum. Krizle uğraşırken, Avcılar’da oturduğumuz için deprem yüzünden de tedirgin olmuştuk, üstüne de bu çıktı. Çocuklarımın da psikolojisi bozuluyor, bana soruyorlar: Hep böyle mi olacak? Biz bir daha okula gitmeyecek miyiz? Senin maaşın yatacak mı? Yarın ne olacak? Virüsle ilgili temizlik yönünden dikkat edersek bunların geçeceğini söylüyorum. Onları yatıştırıyorum ama maddi yönden nereye gideceğiz, sonumuz ne olacak ben de bilmiyorum ki onlara cevap vereyim. İş yerindekilerle plan yapmıştık çok güzel, nisanda bir izin günü on aile pikniğe gidecektik Gölbaşı’na. Sabah erken gideriz, bütün günü geçiririz, mangal yaparız diyorduk. İptal ettik. Heveslendiğimiz bir pikniği bile yapamıyoruz, ben geleceğe dair ne hayal kurayım… Hiçbir planımız yok, hele bu olayla o kadar alt üst olduk ki bir ay sonrasını görecek halimiz yok. Sanki bir şey bizi öyle oradan oraya sürüklüyor.
(Konuştuğumuz gün 98 vaka, 1 ölüm açıklanmıştı.)
*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.