Bir salgının müsebbibi olduğu olağanüstü halde bu “normalin” ne olduğunu, o normalin bizleri şimdiki felakete (pandemiye) nasıl sürüklediğini sürekli akılda tutmakta yarar var.
(Foti Benlisoy’un bu yazısı Skop’un internet sitesinden alınmıştır.)
Mike Davis’in “kuş gribi” üzerine kaleme aldığı Kapımızdaki Canavar adlı kitabı, bundan on beş sene önce yayınlanmıştı. Kitap, ölümcül H5N1 virüsünü yaratan ekolojik koşulları, kapitalist küreselleşmenin tarımsal üretim üzerindeki tahribatını ve büyük ilaç şirketlerinin halk sağlığını dikkate almayan üretim ve pazarlama politikalarını irdeliyor, giderek yaklaşan bir kıyametin bir nevi panoramasını ortaya koyuyordu.
Davis’in andığı canavar elbette bekleniyordu, gelmesi hiç de şaşırtıcı değildi. Ebola, H1N1 kuş gribi, MERS, Zika ya da SARS hep o beklenen canavarın alametleriydi. Tarım şirketleri ve et endüstrisinin yarattığı ekolojik tahribat ve kıyımın, “Big Pharma” tabir edilen büyük ilaç firmalarının vurdumduymazlığının, otuz yıllık neoliberal politikaların kamusal sağlık hizmetlerini tarumar etmiş olmasının dünyayı bir pandemi felaketiyle karşı karşıya bırakacağı uzun yıllardır yazılıyor, söyleniyordu. Doğanın kendini yeniden üretme kapasitesinin sermayenin kısa erimli ve sürekli büyümeye odaklanan çıkarlarına tabi kılınması olarak tanımlanabilecek “metabolik yarılmanın” olası sonuçlarından birinin de süreklileşmiş pandemik tehdit olacağı, gören gözler, işiten kulaklar için aşikârdı.
İşte sonunda olan oldu ve canavar kapıdan içeri giriverdi. Böylece biz de felaketin adeta gündelik bir deneyim haline geldiği, toplumsal tecridin çaresizlik hissini pekiştirdiği, sosyal mesafelenmeyle gelen yalnızlığın korkuyu ister istemez büyüttüğü bir apokaliptik zamana girmiş olduk. Artık gerçekten (şu son yıllarda kullanıla kullanıla laçkalaşan ifadeyle) eskinin bir türlü ölmediği, yenininse doğamadığı bir (Gramsci’nin yanlış çevrilmiş ifadesiyle) “canavarlar zamanı”ndayız. Tam da bu nedenle “Gotik” bir Marksizme, yani kapitalizmin, başrolünde vampirlerin, kurt adamların, yaşayan ölülerin, insan etiyle beslenen zebanilerin, yani canavarların olduğu bir devrimci eleştirisine başvurmamız kaçınılmaz.
Büyücünün Çırağı
Bundan 172 yıl evvel Marx, Komünist Manifesto’da kapitalizmin “şeytani” doğasına dair çok zaman unutulan kritik bir uyarıda bulunuyordu. Sermayenin saltanatı az zamanda Mısır piramitlerinden ya da Gotik katedrallerden daha büyük ve etkileyici eserler ortaya koymuştu koymasına ama onun açığa çıkarıp harekete geçirdiği o muazzam güçleri kontrol edebilmesine imkân yoktu. Şöyle yazıyordu Marx: “Modern burjuva toplumu, böylesine kudretli üretim ve mübadele araçlarını bir araya getirmiş olan bu toplum, kendi tılsımlarıyla hizmete çağırdığı yeraltı güçlerini kontrol edemez olmuş bir büyücüye benziyor.”
Virgilius’un “Aeneid” destanında tanrıça Juno, mealen, eğer cennetin ya da tanrıların kararını değiştiremezsem ben de Akheron’u, yani cehennemi ayağa kaldırırım diye seslenir. Marx’a göreyse kapitalist büyücünün ayağa kaldırıp hizmetine koştuğu cehennem güçlerini kendi hükmü altında tutması zordur. Burjuvazi için harekete geçirdiği dinamiklerin kontrolden çıkarak yıkıcı sonuçlara yol açması, mesela ekosistemleri kalıcı olarak tahrip etmesi birer “dışsallıktan” ibarettir. Marshall Berman artık bir klasik sayılan Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’da Komünist Manifesto’nun bu bölümü hakkında şöyle yazar:
Bu dünyanın dirimsel güçleri baş döndürücü, ezici ve burjuvazinin hesaplamak, planlamak şöyle dursun, tahayyül edemeyeceği düzeydedir. Ama Marx’ın imgeleri bir yandan da gerçek bir mucizevilik hissine neyin eşlik etmesi gerektiğini gösterir: bir dehşet. Zira bu mucizevi ve büyülü dünya, aynı zamanda şeytani ve korkutucudur, kontrolden çıkmış çılgınca sarsılmaktadır, her hareketiyle felaket doğurur, pervasızca yok eder.[1]
Marx’ın (ve unutmayalım Engels’in) o yok edici sonuçlar yaratan büyücüsünün esin kaynağı, Goethe’nin 1797 tarihli “Büyücünün Çırağı” baladıydı muhtemelen. Çok sonra Walt Disney’in epik anime filmi Fantasia’nın (1940) Mickey Mouse’u başrole koyarak popülerleştirdiği baladda, temizlik işlerinden ve su taşımaktan yorulan büyücü çırağı, bir süpürgeyi efsunlayarak ona bu işleri yaptırmaya başlar. Ancak bir süre sonra çırak büyülediği süpürge üzerindeki kontrolünü yitirir ve her yer su içinde kalır. Çaresiz kalan büyücü çırağı süpürgeyi bir baltayla ikiye böler ama bu sefer de aynı işi yapan ve adeta bir taşkına yol açan iki ayrı kontrol edilemeyen süpürge çıkar ortaya. Her yerin sular seller altında kalmasına ramak kala nihayet büyücü gelir ve süpürgenin eski haline dönmesini sağlayan bir büyüyle durumu hale yola koyar.
Frankenstein’ın Canavarı ve Vampir
Komünist Manifesto’daki büyücünün muhtemel esin kaynaklarından biri de Mary Shelley’in Frankestein’ı olmalı. Mary Shelley’in kaleme alıp 1818’de anonim olarak yayınladığı Frankenstein ya da Modern Prometheus’un hikâyesi malum: Victor Frankenstein’ın “uygarlığa” hizmet etmesi için imal ettiği insansı yaratık, onun denetiminden çıkacak ve korkunç/cinai sonuçlar doğuracaktır. İşin ilginci “Frankenstein”, aslında bir tür kısa süreli izolasyon ya da bugünkü tabirle “sosyal mesafelenme” ortamının ürünüdür. 1816 yılında Cenevre gölünün kıyısında bir villada buluşan ve Mary dışında Percy Shelley, Lord Byron, John William Polidori ve Claire Clairmont’tan oluşan topluluk, hava muhalefeti nedeniyle eve tıkılı kalınca sıkılmamak için kendi arasında bir müsabaka düzenler. Her katılımcı bir “hayalet hikâyesi” yazıp anlatacaktır. Bu hikâyelerden biri “Frankenstein”, diğer ise Polidori’nin kaleme aldığı ve aynı adlı janrın kurucusu sayılan “Vampir”dir.
Vampir aslında Marx’ın çokça kullandığı bir metafordur. Marx sıklıkla sermayeyi bir vampir olarak niteler. Kapital’de “sermaye, vampir misali canlı emeği emerek ve ancak daha fazla da emerek hayatta kalan ölü emektir” diye yazar. Grundrisse’deyse sermayeyi, “vampir misali canlı emeği ve onun ruhunu durmaksızın emen” diye tarifler. Uluslararası Emekçiler Birliği’nin 1864’teki açılış konuşmasındaysa Britanya sanayisini, “kan, hatta çocuk kanı emmeden var olamayan vampir” diye tanımlar. Marx için vampirin kan iştahı, sermayenin birikime dair doymak bilmezliğinin bir metaforudur. Sermaye gibi vampir de sınırsız büyümeye, egemenlik alanını sürekli genişletmeye yönelir. Marx adeta Bram Stoker’ın 1897 tarihli Dracula’sına önden referans vermektedir. Transilvanya’dan Londra’ya taşınan o yatırımcı vampiri, Franco Moretti’nin ifadesiyle, “birikimci, asketik, Protestan etiğe sahip” Dracula’yı anıştırmaktadır. Dracula’nın ölümsüzlüğü tam bir lanettir. O sürekli olarak kurbanlarına yeni kurbanlar eklemeye mahkûmdur. Sermaye nasıl “birikim için birikime”, sürekli yayılmaya ve her yere nüfuz ederek kendi suretinde bir dünya yaratmaya mecbursa Dracula da kurbanlarını artırmaya mecburdur.
Ancak Mark Neocleous’un Canavar ve Ölü adlı çalışmasında belirttiği üzere, Marx için vampir, sermaye düzeninde ölü emeğin (yani birikmiş sermayenin) yaşayan emek üzerindeki hâkimiyetinin de bir sembolüdür. Bir “yaşayan ölü” olarak vampir yaşayanları denetimi altına almaya çalışır. Kapitalizm de her vampir gibi bir yaşayan ölüdür. Onun egemenliği ölülerin yaşayanlar üzerindeki saltanatı anlamına gelir. Chris Harman’ın Zombi Kapitalizm adlı kitabında bahsettiği gibi, sermaye düzeni, “insani amaç ve duygulara yanıt veremeyecek kadar ölü ama dünyanın her yerinde kaos yaratacak kadar da canlı”dır.
Mary Shelley’in hikâyesinde, yaratıcısı Frankenstein’ın hâkimiyetinden çıkıp ona isyan eden, hatta onun adeta (yine Manifesto’daki bir başka meşhur tabirle) “mezar kazıcısına” dönüşen insansı yaratıksa vampirden çok farklıdır. O, Mark Steven’ın ifadesiyle “proletaryanın alacağı intikamın bir zombi vücuduna bürünmesidir”. Komünist Manifesto’da olduğu gibi Frankenstein ya da Modern Prometheus’ta da iki sınıf vardır. Victor Frankenstein adlı rasyonel girişimci mucit burjuvaziyse, onun yarattığı ve sonra (tıpkı Manifesto’daki kapitalist-büyücüde olduğu gibi) üzerindeki egemenliğini yitirdiği canavar proletaryadır. Franco Moretti’nin “The Dialectic of Fear” adlı makalesindeki ifadeyle
Proletarya gibi canavar da bir isimden ve bireysel kimlikten mahrumdur. O Frankenstein’ın canavarıdır; tamamen yaratıcısına aittir (tıpkı mesela ‘Ford işçisi’ dendiğinde olduğu gibi). Proletarya gibi o da kolektif ve yapay bir yaratıktır. Doğada bulunmaz, inşa edilmesi gerekir. (…) Canavarda yeniden bir araya getirilip canlandırılan vücut parçaları, feodal ilişkilerin ortadan kalkışının haydutluğa, sefalet ve ölüme ittiği yoksullara aittir.[2]
Moloch
Burjuva toplumunun cehennemin derinliklerinden çağırdığı ve 1816 yılının yağmurlu bir gecesinde doğan bu kontrol edilemez iki yeraltı gücünün, vampir (Dracula) ve Frankenstein’ın canavarının kaderi, bizim de kaderimizdir. Ya Frankenstein’ın canavarı isimsizlikten çıkıp bir sınıf olarak eyleyebilme kapasitesini yeniden kazanacak, “ezici çoğunluğun ezici çoğunluk yararına” hareketi olacak ya da vampirin saltanatı ebedileşip tüm canlı yaşamını felakete sürükleyecektir. Çünkü vampirin o doymak bilmeyen iştahının biyoçeşitliliği tahrip etmesi ve ekosistemleri yıkıma sürüklemesi, tam da yeni ve ölümcül virüslerin ortaya çıkışının koşullarını yaratmaktadır.
Komünist Manifesto’da da belirtildiği üzere tarihin yolu iki ayrı istikamete de çıkabilir: Ya “tümden bir devrimci dönüşüm” ya da “çatışan sınıfların ortak yıkımı”. Covid-19 ikinci istikametin kilometre taşlarından sadece biridir ve Walter Benjamin’in andığı o “imdat frenine” neden asılmak gerektiğini hatırlatan bir alarm zilidir.
Alarm tabiri hiç de abartı değildir:
Marx kapitalizmin cinai açgözlülüğünü, kan emiciliğini tasvir etmek için sermayeyi vampir olarak tasvir etmekle kalmaz onu kadim tanrı Moloch’a da benzetir. Fenikeliler ve başka birçok Doğu Akdeniz kültüründe tapınılan Moloch inancında insanların, özellikle de çocukların kurban edilmesi temel önemdeydi. Hükmünün sürmesi için çocuklarının kan ve canına ihtiyaç duyan acımasız tanrı imgesi, Marx için kapitalist uygarlığın barbarlığını tasvir etmek için çok kullanışlıydı. 1844 El Yazmaları’nda şöyle yazar mesela: “Para her şeyin celladıdır, o uğruna her şeyin kurban edilmesi gereken Moloch’tur. Gerçekten para, uğruna gerçek zenginliğin feda edildiği Moloch olarak görünür.” Uluslararası Emekçiler Birliği’nin açılış konuşmasındaysa sermayeyi “kan, hatta çocuk kanı emmeden var olamayan vampir” olarak tanımladıktan hemen sonra kapitalist sanayileşme ile Moloch arasında bir kıyasa başvurur: “Kadim zamanlarda çocukların kurban edilmesi Moloch dininin temel ritüellerinden biriydi. Fakat bu ritüel ancak nadir zamanlarda, belki yılda bir defa tatbik edilirdi. Dahası Moloch’un özellikle yoksul insanların çocuklarına dair bir tercihi yoktu.” Yani Marx’a göre kadim Moloch’un barbarlığı, kapitalizmin “modern” ve sistematik barbarlığı yanında “solda sıfır” kalmaktadır. Çünkü bir başka yerde yazdığı gibi, “Moloch benzeri sermaye, bütün dünyanın kurban edilmesini kendi hakkı saymaktadır.”[3]
Marx Kapital’de sermaye için “tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir” diye yazarken bir retorik tekniği olarak mübalağaya başvurmuyordu. Kan ve dehşetin kapitalizmin “normali” olduğunu vurgulamaya çalışıyordu. Bir salgının müsebbibi olduğu olağanüstü halde bu “normalin” ne olduğunu, o normalin (yani sermaye-vampirin “bütün dünyanın kurban edilmesini kendi hakkı” saymasının) bizleri şimdiki felakete (pandemiye) nasıl sürüklediğini sürekli akılda tutmakta yarar var. Çünkü bu süreklileşmiş felaketler çağında, insani ihtiyaçları ve doğayı değil de kârı esas alan, atomizasyon, toplumsal parçalanma ve “sonda kalanın canı çıksıncı” bencilliği yaygınlaştıran "felaket kapitalizminin" karşısına dayanışma, paylaşma ve adalet temelli bir "felaket komünizmini" çok geç olmadan koymaktan başka şansımız olmadığı artık açık.
----------------------------------------------------------------------------
[1] Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ ve Bülent Peker (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004) s. 144.
[2] Franco Moretti, “The Dialectic of Fear”, New Left Review, 136 (Kasım-Aralık 1982), s. 67-85. http://knarf.english.upenn.edu/Articles/moretti.html
[3] Bkz. Foti Benlisoy, Türkiye’nin resmi dini ve “iş kazaları”