Açık Gazete'nin Ekonomi Politik köşesinde Ali Bilge'yle 'Barış Pınarı Operasyonu'nu konuşuyoruz.
(14 Ekim 2019 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhaba!
Ali Bilge: Günaydın Ömer bey, günaydın Can, günaydın Selahattin, herkese merhaba, iyi yayınlar.
ÖM: Teşekkürler. Can gene yok, firarda!
AB: O zaman Selahattin’e merhaba, tüm ekibe merhaba!
ÖM: İkimiz yürütüyoruz, Robi de var. Bugün gene savaştan bahsedeceğiz herhalde.
AB: Evet başka bir konumuz yok, dünyanın gözü de bu bölgede. Çok kaygan bir zemin, aktörler ve ittifaklar çok hızlı değişebiliyor. Evdeki hesap çarşıya uymayabiliyor. Çıkmaz sokağın içinde kendinize yol bulmaya çalışan bir ülke durumuna gelebiliyorsunuz. Şöyle bir saptamada yapmak lazım, hep söylüyoruz, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen tek adama ve kuvvetler birliği esasına dayalı sistem ile ülke yönetilemiyor, aktif pozisyonunda olması gereken kurumlar ortada yok, meclis yok, dışişleri bakanlığı bürokrasisi görünmüyor, muhalefet yok sayılıyor, ülkenin kaderini, geleceğini etkileyecek karalar dar bir çevre içinde, tek adamın direktifi ile alınıyor. Tek adam rejimiyle harekâtlar arasında ilişkiyi görmek lazım, sabahtan akşama değişen dengeleri analiz edebilecek bir kabiliyetinin yokluğunun da altını çizelim.
ÖM: Yani değişimden, diplomasiden bahsettiğiniz, dışişleri bakanı Çavuşoğlu da Trump’ın arabulucularla ilgili sözlerine “biz teröristlerle müzakere yapmayız!” diye cevap vermiş.
AB: Ortada gözüken Akar, Çavuşoğlu ve her zaman olduğu gibi Erdoğan. Doğru siyasa üretilmeden yıllardır devam eden Suriye politikasında gelinen nokta belli. Ülke içinde ilan edilmemiş bir sıkıyönetim ortamı içindeyiz. ‘hayır’ denmesi gereken tezkereye muhalefetin katılması ile birlikte milliyetçilik ve savaş düşkünlüğü Türkiye’yi esir almış vaziyette. Ben, ilk önce CHP’ye değinmek istiyorum, CHP’nin tezkereye destek vermesi; yerel seçimler ve tekrarlanan İstanbul seçim (23 Haziran) sonuçlarıyla elinde avucunda biriktirdiği kazanımların heba olması anlamına geliyor.
ABD nasıl Suriye Kürtlerini yalnız bıraktıysa, CHP de Kürtlerle olan ilişkisinde aynı durumdadır. Yine uzak mesafede kalmayı tercih etmiş olması hiç iyi olmadı. Daha 10 gün olmadı, CHP Suriye hakkında bir konferans düzenledi, zaten konferansa Suriye Kürtleri çağırılmamıştı, Suriye devletinin temsilcileri de güvenlik nedeniyle katılamadı. CHP; 10 gün önce düzenlediği konferansta, hükümetin söz konusu ettiği askeri çözümden, harekâttan uzak durulması gerektiğini belirten açıklamalar yapıldı, açıklamaların üstünden bir hafta geçmeden CHP tezkereye ‘evet’ dedi.
Ufak bir araştırma yaptım, ’tezkere tarihimiz' üzerine diyeyim kısaca, AKP döneminde gündeme gelen ilk tezkere 2003’teki 1 Mart tezkeresiydi. Saddam’ın devrilmesi ve Irak’ın işgali için yapılan savaş nedeniyle gündeme gelen bir tezkereydi. Şimdi, daha sonra Irak ve Suriye için çıkarılan tezkerelerden söz edeceğim. 2007‘de ilk tezkere Irak için çıkarılıyor, TBMM’de CHP’nin büyük desteğiyle kabul ediliyor. Hatta Baykal diyor ki, Irak için çıkarılan tezkere için,
ÖM: Irak savaşı, işgaliyle ilgili demiyor değil mi?
AB: Demiyor, bahsettiğim 1 Mart 2003 değil, 2007 tezkeresi, arka bahçemize zaman zaman girmek için kullandığımız tezkereler var ya, ondan söz ediyorum. 2007’de CHP büyük bir istekle destekliyor tezkereyi , Baykal “bunu boşuna vermedik, bu yetkiyi de kullanmak zorundasınız” diyor. CHP’nin harekat –tezkereye olan tavrını anlamak için bu kısa tarihi vermeye devam edelim.
ÖM: Deniz Baykal o tarihte CHP’nin genel başkanıydı.
AB: Evet. DTP (Demokratik Toplum Partisi) dışında CHP’nin oylarıyla iktidar parlamentoda uzlaşıyor ve tezkere kabul ediliyor. 2007 ‘de kabul edilen tezkere, 6 kez, 1 yıl süreyle uzatılıyor. Daha sonra 2012’de Suriye’deki ayaklanmalar başlıyor. Bunun üzerine Suriye içinde ayrı bir tezkere çıkarılıyor, 2013'te bu tezkerenin süresinin bitiminde bir yıl uzatılıyor. 2014 tarihinde, Irak ve Suriye tezkerelerinin her ikisinin süresi dolduğunda ortaklaşa bir tezkere çıkarılıyor, 1071 sayılı tezkere bu işte. Ortak tezkere 5 kez uzatılıyor. “Acaba 2007’den bu yana CHP nasıl bir tavır izledi tüm bu tezkerelere oylamalarına” diye sorup, baktım. Tezkere oylamalarında , 2007-2008-2009-2010-2011’de CHP ‘evet’ diyor 2012-2013 ve 2014’te ‘hayır’ diyor, 2015-2016-2017-2018-2019’da ‘evet’ diyor.
ÖM: Bu aradaki 3 senelik dönemde niye ‘hayır’ diyor?
AB: Ben de, dünden beri önüme böyle bir tablo çıkınca düşünmeye başladım, ‘hayır’ gerekçelerini de saptayamadım doğrusu, tezkere tarihimizde CHP’nin davranış kodları üzerine daha ayrıntılı bir çalışma yapmak lazım. Ancak kesin olmamakla birlikte, şunları söylemek mümkün. CHP’nin tezkereye hayır dediği zamanlarda Kürt sorununa yönelik ‘çözüm süreci’ ‘açılım’ gibi gelişmeler oluyor, o zaman ki Erdoğan hükümetlerinin demokratik çözüm bulma üzerine gayretleri var, İmralı ve Kandil'le bazı görüşmeler sürüyor. Bu görüşmeler Erdoğan tarafından 2015’te bitirildi, biliyorsunuz Dolmabahçe mutabakatına varılmışken, dolayısıyla CHP’nin bu 3 yıla ilişkin ‘hayır’ tavrı ile bu gelişmeler arasında böyle bir ilişki kurulabilir, genel olarak Kürt dünyasıyla iktidarın olumlu ilişki yaşadığı dönemlerde, çözüm arama dönemlerinde, o gidişata da uygun bir tavır izlemek Kürt sempatisi kazanmak isteyebilir ama yine de tabloya baktığınızda açıklanmaya muhtaç bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.
ÖM: Evet ilginç, mesela Yetvart Danzikyan da Agos’ta yazdığı “Suriye’ye operasyon neden?” başlıklı yazısında şöyle demişti “Suriye uzun süredir dillendirdiği Suriye’nin kuzeyine askeri operasyonu başlattı, Suriye’nin kuzeyinde kasıt da Fırat’ın doğusunda Kürtlerin hakim olduğu bölge. İktidar çok uzun süredir buradaki yapılanmayı ezmek için fırsat kolluyor ancak asli olarak ABD’nin izin vermemesi nedeniyle yapamıyordu bu harekatı. Trump’ın gelgitli halinde yararlanan Erdoğan sonunda Beyaz Saray’ı sınırlı bir operasyon için ikna etti ve ABD askerlerinin bölgeden çekilmesiyle de operasyon başladı. Bu harekat hiç kuşku yok aslında bir savaştır ve tüm savaşlar gibi insan canına mal olacaktır, ancak iktidarıyla ve HDP dışındaki muhalefetiyle siyasi partiler bu konuda hemfikir yani savaştan yanalar. İşte bu yaklaşık olarak 2015 yılında çözüm süreci sona erdirildiğinden beri iktidarın kafasında olan bir hamleydi. İlk aşamada iktidar Suriye’nin kuzeyindeki bölgede Türkiye’deki siyasal Kürt hareketine yakın bir çizginin otonomi elde etmesine karşı çıkıyordu. Çözüm süreci zaten biraz da bu yüzden bitirildi” diyor.
AB: CHP’nin şizofrenik tavrını analiz etmek önemli olabilir. 13 senede,3 kez hayır,10 kez evet diyor! Kılıçdaroğlu’nun “içimiz ağlaya ağlaya” destek veriyoruz diyen son tavrı ile önceki tutumları analiz etmek yararlı olabilir. Ama şu bir gerçek, CHP yıllar boyunca Kürt sorununa , ülke içinde ve dışında çok uzak kalmış bir parti, meseleye çoğunlukla asker üzerinden, Türk milliyetçiliği-ulusalcılığı penceresinden bakan bir parti. Tezkereler üzerine ortaya koyduğu performansda böyle, 2007’den 2019’a kadar 13 yıllık bu tezkere tarihine baktığımızda izlediği tavır bu.
Neden tezkereleri konuşmak önemli, çünkü tezkerelere dayanarak müdahaleler yapılıyor, aslında tezkere ile iç hukuk düzenlemesini yapıyor ülke, TBMM diyor ki "buna dayanarak yetki veriyorum hükümete”, tezkerelerin içeriği de çok önemli, tezkerenin atıfta bulunduğu hususlardan bir tanesi şu: “BM’nin güvenlik konseyinin kararlarına uygun olarak meşru müdafaada bulunuyoruz” diyor. Bu tür meselelerde, yapılan harekat ‘hem iç hukuka, hem de dış hukuka, uluslararası hukuka uygun mu’ diye bakmak lazım.
ÖM: Bu çok son derece önemli bir nokta çünkü eski bir uluslararası hukukçu mürekkep yalamış biri olarak şunu söyleyebilirim
AB: Evet ben de topu size atıyorum zaten.
ÖM: Bütünüyle tezkere zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da daha sonradan tekrarladığı gibi tam bir atıf var, yani “BM antlaşmasının 6.bölümünün son maddesi, 51.maddesi uyarınca yaptık” diyor, o maddeyi açıp baktığınız zaman da net olarak görüyorsunuz, yani açık bir taarruza uğraması halinde, daime BM mensupları güvenlik konseyinin kuruluşuna ilişkin de çeşitli maddeler var ama “daima BM üyesi devletler kolektif hareket edecekler ve barış için hareket edeceklerdir” tek istisnası bu madde işte “silahlı bir saldırıya maruz kalırsa, tek başına ya da müttefikleriyle olabileceği dostlarıyla beraber hareket etmesine izin vermektedir” istisna hükmü bu. Ancak bunu derhal BM güvenlik konseyine bildirip “böyle bir tedbir alıyorum, saldırıya uğradım ve ben de karşı taarruza ordumla geçiyorum” diyebilir ve hemen aldığı tedbirleri de bildirmek zorunda ve BM güvenlik konseyi de derhal toplanıp hemen duruma el koymalıdır. Ancak BM güvenlik konseyi duruma el koyana kadar geçici bir duruma izin verilmektedir. Burada her ikisinin de şartının yerine gelmemiş olduğunu söyleyebiliriz sanırım eski bilgilerime de biraz karıştırarak bakarsak. Yani böyle bir taarruz, kaç zamandan söylendiğine göre ani bir taarruz olmadığı aşikar, ayrıca da bilmiyoruz böyle bir silahlı saldırıya ilişkin bir bilgi duymadık.
AB: Birinci şart, BM güvenlik konseyinin kararı ile kuvvet kullanmasına ilişkin izin verilmesi gerekiyor..
ÖM: Bu meşru müdafaa maddesi meşhur, yani “ben taarruza uğradım” onun için harekete geçip aldığı bütün tedbirleri hemen güvenlik konseyine bildirip sonunda da BM güvenlik konseyinin hemen duruma müdahale etmesi gerekiyor ki, her iki şart da yani gerek Türkiye’nin maruz kaldığı silahlı bir taarruz, ekstradan değişik bir taarruz var mıydı? Onun belgesine, bilgisine rastlamadık, hem de güvenlik konseyi de böyle bir acil durum toplantısı yapıp duruma vaziyet etmedi.
AB: 2016 Fırat Kalkanı, 2018’de Zeytin Dalı operasyonlarında da bu geçerli. Diğer bir husus Suriye’ye yapılan harekatlar, 90’larda Irak’taki PKK operasyonlarına benzemiyor, Kuzey Irak’a girilip çıkılıyordu, sanıyorum sadece birkaç karakol orada devamlı bulunuyordu. Fırat Kalkanı’nda ve Afrin’deki harekatlar çok farklı, daha önceki programlarımızda da değinmiştik, girilen bölgede sonrasında yeni bir düzen kuruluyor, asker ve polis örgütlenmesini yerine getirmek, onları motorize etmek, silahlandırmak, eğitmek, asayiş teşkilatı oluşturmak, yerleşilen bölgelerde alt yapı ve üst yapı hizmetleri vermek gibi yerleşik düzeni değiştiren yapılanmalar söz konusu, hatta şehirlerdeki meydanların, parkları isimleri bile değiştiriyor, Esed parkı Erdoğan Parkı oluyor, spor kompleksleri yapılıyor, yollar yapılıyor, konutlar yapılıyor ve buraya yöneticiler atanıyor. Sağlıktan eğitime kadar düzenlemelere gidiliyor, okulların eğitim sistemleri, müfredatları düzenleniyor, yani oraya yeni bir düzen veriliyor ve gidilen bölge Türkiye’nin bir parçası olarak algılatılmaya ve algılanmaya başlanıyor. Gidilen bölgelerde yeni adalet sistemi ve mevzuatı oluşturuluyor, mahkemeler kuruluyor, 1949 yılında kabul edilen Suriye anayasasına göre kurulan İslami, şeriat hükümlerini içeren mahkemeler varmış, o mahkemeler Türkiye adalet bakanlığının girişimi ile Türkiye mevzuatına uygun hale getiriliyor. Yargılamalarda buna göre yapılıyor, gidilen bölgeye iç hukuk düzenlemesi yapıyorsunuz, harekat sonrasında gidilen bölgelere yeni bir format atılıyor ve burası adeta Türkiye’nin bir vatan toprağı muamelesi görmeye başlıyor. Dolayısıyla bugünkü harekata ilişkin değerlendirme yaparken, önceki harekatlar sonrasında oralarda neler olduğuna dikkatlice bakmakta fayda var. Elbette milyonlarca, milyarlarca dolar para harcanıyor, yerel askerlerin, güvenlik mensuplarının, yerel idarecilerin maaşları Türkiye tarafından ödeniyor. Gidilen bölgeler yeni vilayet muamelesi gibi görülüyor. Bahçeli söylemişti ya; “82 Musul, 83 Kerkük” diye fiilen böyle bir durum var, girilen bölgelerin vilayet muamelesi gördüğü çok aşikar. Bunları iktidarın düşünce kuruluşu olan SETA yayınlarından öğreniyoruz. Ayrıntılar için dinleyiciler bu raporlara bakabilirler. (https://www.setav.org/tag/firat-kalkani-operasyonu/ , https://www.setav.org/tag/zeytin-dali-harekati-nedir/ )
Hem Erdoğan’ın hem de şehircilik bakanının yaptıkları açıklamalar, devam etmekte olan harekat sonrasında da öncekilere benzer bir durum olacağına işaret ediyor. Güvenlikli bölgede bahçe içinde 250 m2’lik evler yapılacak, yerleştirilecek nüfus gibi konular ortaya konurken “ilçelerimiz, köylerimiz” deniliyor. Orası sınırlarımız içinde değil..
ÖM: Evet, ilahiyat fakültesi kurulması filan gibi şeyler de vardı.
AB: Gaziantep üniversitesi 3 fakülte açıyor Afrin’de. En yakın il olması nedeniyle Gaziantep belediyesinin ve vilayetin özellikle çok desteği var. Yani, bu girilen topraklardan anlaşılan o ki çıkılmıyor..
ÖM: Yani ayrı bir egemenlik alanı altına sokuyor. Bir de biraz daha vaktimiz varken şunu da sormak istiyorum, bu IŞİD meselesi çok önemli, yani Aynisa kampında tutulan sayıları pek verilmemiş ama yüzlerce, hatta bine yakın 785 yabancının kamptan kaçtığını açıklamış Suriye Demokratik Güçleri. Suriye’nin kuzeyinde bulunan Aynisa kampında yüzlerce İŞİD’li yakının kaçtığı belirtiliyor. Save The Children (Çocukları Koruyalım) adlı yardım yardım kuruluşu kampın etrafından yüzü maskeli ve motorsikletli kişilerin tur atmaya başladığını aktarmış ve BBC Ortadoğu editörü Sabastian Asher da “bu kişilerin nereye kaçmış olabileceğini tahmin etmek zor” demiş, SDG yetkilisi Sedur Helil de “tutukluların güvenli bir şekilde cezaevinde tutulmasını önemseyen kim varsa bir çözüm bulmaya davet ediyoruz” demiş. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi de kamptan kaçanlar olduğunu ve nerede, mesela Washington Post gazetesinin Bağdat büro şefi de “nerede oldukları bilinmiyor” 950 kadın ve çocuğun kaçtığını aktardığını belirtmiş “kaçtı mı yoksa başka kamplara mı gönderildi, bilmiyoruz” diyorlar. 12 bin kişilik bir kamp, 950 kişi de vardı, ne olacağı belli değil mesela.
AB: Türkiye ,dünyada IŞİD’den sorumlu devlet oldu anladığım kadarıyla, bu görevi kabul ettiği, anlaşılıyor , hatta Erdoğan, “30 km. ötesine de bakarız, bunların sayısı o kadar değil” dedi. “ABD, tamam gir buralara ama IŞİD senin sorumluğunda“ demedi mi?
ÖM: Ama dışişleri bakanı Mevlut Çavuşoğlu da “bizim sorumluluğumuz değil” dedi.
AB: Bu konu yeterince anlaşılmıyor, muğlak ama Trump’ın açıklamalarından bu işin sorumluluğu Türkiye‘ye verilmiş olduğu sonucu çıkarıyoruz. “30 km.lik derinlikte 3 İŞİD kampı varmış , en büyük kamp 30 km . nin dışında kalıyormuş” vbg hususlar. Çok dehşet, bela konulardan söz ediyoruz. Cezaevlerinde ve kamplarda çoluklu, çocuklu, kadınlı, erkekli 70 bin’e kadar uzanıyor İŞİD’lilerin varlığı. Üstelik İŞİD ‘in halen kontrol ettiği yerler, çok uzak değil, dibinde ..
ÖM: Öyle mi?
AB: Şu anda SDG’nin gözetimine bırakılmış bazı kampları SDG’lilerin savaşmak için boş bıraktıkları iddia ediliyor ajanslar tarafından. Birde şunu hatırlatalım, aylardır İdlib meselesi vardı, İdlib’deki cihadist unsurların yola getirilmesi işini Astana sürecinde Türkiye üstlenmişti. Ne oldu?
ÖM: Astana süreci dediğimiz de Türkiye, Rusya ve İran arasında bu bölgede yapılacak bir uluslararası düzenleme planı.
AB: Bir nevi sanki garantör devletler pozisyonu değil mi?
ÖM: Evet.
AB: Astana anlaşması bugünkü durumda tehlikeye girmiş olabilir, dağılma ihtimali çok yüksek.. Astana süreci, Suriye anayasası hazırlıkları ve Cenevre toplantıları, bunlar ne olacak? Gerçekten bu harekat sonrasında tüm aktörler, ittifaklar ve dengeler kırıldı yenileri oluşuyor. İdlib sorununu çözemeyen Türkiye, IŞİD’i nasıl zapt edecek? Zaten hemen başladılar “benim sorumluluğumda şu kadar kamp var, senin sorumluluğun şu kadar”. SDG olamadığı taktirde orada kimse olmayacak, ABD de yok artık değil mi?
ÖM: Evet yok sayıyoruz. Mevlut Çavuşoğlu da “biz teröristlerle müzakere yapmayız” dedikten sonra da sorumluluğu almayacağını da söyledi. Ben şunu da sormak istiyorum, firari İŞİD’liler konusunda operasyonun en önemli ayaklarından biri bu İŞİD, DAEŞ ya da DAEŞ nasıl söylenecekse, “yer altına çekilen örgütün yapabilecekleri YPG’nin kontrolündeki cezaevlerinde tutulan İŞİD’lilerin akıbetinin ne olacağı” diye yazmış Gökçer Tahincioğlu T24’te. Bir de “10 Ekim katliamının üzerinden tam 4 yıl geçti İŞİD’in gerçekleştirdiği ve katliamda yapılan kimseyi tatmin etmeyen yargılama ve sonuçları ortada dedikten sonra bir de firar dosyası var 10 Ekim’in” diyor. Yani 10 Ekim katliamına bir şekilde dahil olan ve yakalanamadıkları için yargılanamayan dosyaları ayrılan İŞİD’lilerin listesi sınırsız neredeyse başta İlhami Bal olmak üzere. Hakkında mesela 2012 soruşturma başlatıldığı ve fiziki ve teknik takibe alındığı halde Genç Ensar ve Genç Müslümanlar derneğinde örgütsel faaliyet yürüttüğü mesela Yunus Durmaz diye birisi var, ta 2016’dan sonra yakalanamamış hakkında yakalama kararı olduğu halde ve 2016’da intihar yeleğini patlatmış. Ahmet Güneş, Halil İbrahim Durgun var, çok iyi bir liste çıkartmış hepsini takip ediyor. Suruç katliamını gerçekleştiren Yunus Emre Alagöz var, vs. Dosyadaki firari 16 sanıktan 2’si içişleri bakanlığının kırmızı listesinde, 7’si mavi, 1’si yeşil, 2’si de turuncu listede, 4 isim ise listelerde yok. Yani “IŞİD nedeniyle endişe etmemeliyiz” dedi ya içişleri bakanı Soylu, biraz da gülerek.
AB: “O işi bize bırakın, o iş bizde” dedi, ne demek o iş bizde? Herhalde İŞİD’in bütün kodlarını biliyoruz, elimizde. O zaman, başka sorular gündeme geliyor tabii. 10 Ekim’de bu kodlar yok muydu?
ÖM: Evet, Gökçer Tahincioğlu onu kurcalıyor zaten ayrıntılı bir bilgi sahibi durumunda.
AB: IŞİD meselesi Türkiye’nin sorumluluğuna bırakılmış, Cumhurbaşkanı da “abartmayın o kadar sayıda değil” dedi, sorun bizde tavrını, o da teyit etti. Ama Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, ‘Türkiye kendi girdiği bölge içerisindeki IŞİD ‘lilerle ilgilenir’ diyor. Peki şimdi o bölgede 30 km. derinliğe girilecek ama bugün sabah Menbiç’de, yarın Kobani’de Rusya gözetiminde Suriye kuvvetleri olacak, yani karşı karşıya kalacaklar. Türkiye ,30 km. derinlik ve batıdan doğuya 250 km hat kurulabilecek mi, bu gelişmelerden sonra? (SDG ‘nin Rusya gözetiminde Suriye devleti ile anlaşmasından sonra)
ÖM: Çok muğlak belirsiz bir durum var ortada.
AB: Suriye anayasasıyla ilgili 29 Ekim’de Cenevre’de toplantı olacaktı, Türkiye Suriye ‘ye ilişkin bu tür platformlarda kendine alan buluyordu, bulmaya çalışıyordu, şimdi bu gelişmeler çok şeyin değişmesine yol açıyor.
Bir taraftan da bir yaptırım mevzusu var ki çok feci, Türkiye’de nüfusun çoğu yaptırımları bilmiyor, bilmeyen bir kuşaklar yaşıyor, bilenler azınlıkta. 1974 sonrası 2 tane Kıbrıs harekatı ve haşhaş ekimi sınırlandırılmasına karşı çıkması sonucunda bir ambargo uygulandı Türkiye’ye. Ve biz o zaman kapalı bir ekonomideydik, şimdi dış ticareti ve finansal hareketleri açık olan bir ekonomideyiz. Olası ambargonun, olumsuz neler getirebileceğine ilişkin de çok hafife alınan bir tavırda iktidar çevreleri. Gördüğüm kadarıyla özellikle bizim maliye bakanı, ancak ABD’nin hazine bakanı geçen Perşembe, Cuma New York bankalarını ziyaret etmiş, acaba neden? Bu bankalar da bizim borç aldığımız kuruluşlar, bunlara milyarlarca dolar borcumuz bulunuyor . Türkiye, borçla yaşayan bir ülke, bütün harekatları borçla yapıyoruz, felaket bir ekonomik gidişat içerisinde olduğumuzun her zaman altını çiziyoruz. Yaptırımlar üstüne ile tuz biber eker , ekonomide müthiş zorlayıcı kötü bir döneme giriyoruz.
ÖM: Evet bir de o var, bugünkü gazetelerin elimde 13 kadarı var, birinci sayfalarında bir tek bu sizin sözünü ettiğinizi Evrensel gazetesinde görebiliyorum, harekatın ekonomik boyutu, güvenlik sorunu varken teferruattır denilerek göz ardı ediliyor, yani “Fatura ağır” manşetiyle verilmiş. "Oysa sorunu çözmeyecek bir operasyonu için ödenecek ağır bir fatura var ortada, günlük maliyet milyon dolarları buluyor, yani havada yakıt ikmali yapılan 2’şer adet F4 ve F16 savaş uçağı, 24 saat uçuş yapıyor, 1 saatlik uçuşu 30 bin dolar, mühimmatı 65 bin dolar olan uçakların tek başına günlük maliyeti 3 milyon dolar. Öbüs atışları milyon dolarları da yutuyor, harekatın 5 günlük harcamasıyla 24 derslikli 25 okul, 50 adet öğrenci pansiyonu, 100 yataklı tam donanımlı bir hastane yapılabilirdi” diye birinci sayfa manşet haberi yapılmış. Onun dışındakilerde hepsinde büyük ölçüde milliyetçi şeyler var.
AB: 100 yıl boyunca Kürt meselesi, hep savaşla, harekatla, silahla çözülmeye çalışıldı Suriye, İran, Irak ve Türkiye devletleri Kürtlerle konuşmadılar, karşılıklı olarak hep silaha sarılındı, bitmeyen acılarla hala devam ediyor. Gezegenimizde Kürtler 4 ülkede yaşıyor, nüfusları muhtelif rakamlar veriliyor ama 35-40 milyona ulaşmış nüfusları var. Kürtler 100 yıl boyunca bu 4 ülkede ya azınlık muamelesi gördüler, ya tanınmadılar ve devletsiz bir halk oldular. Dünyada devletsiz haklar denince ilk sırada Kürtler bulunuyor, büyük güçler tarafından hep yalnız bırakıldılar ve kandırıldılar, yalnız bırakılmak kaderleri sanki, bakın bu yıl 1.Dünya savaşı sonrası yapılan Paris konferansının 100.yılı, bu nedenle -daha önce söz etmiştim galiba sizinle özel konuşmalarda-, konferansı ve anlaşmaları okuyorum.
ÖM: Ortadoğunun düzenlenmesi bu.
AB: Evet , ilk yalnız bırakılmışlıkları bu konferanstadır, -belirteyim konferanslar toplantılar 6 ay sürdü- İngiliz baş delegesi Loyd George elindeki manda listesine Kürdistan bölgesini yazmamış, çünkü onların orada olduğundan habersizmiş, coğrafya bilgisinin kıtlığı nedeniyle. Paris konferansı sırasında Ermenistan olsun, Azerbaycan olsun, Kürtler bir arayış içerisindeler, kendilerine bir düzen bulma çabası içerisindeler, ya bağımsız devlet olalım ya da manda kabul edelim arayışındalar. Ermenistan, o sırada Bolşevik kuşatması başlayınca Milletler Cemiyeti’ne başvuruyor, Amerika’ya başvuruyor, İngiltere’ye başvuruyor, “bizimle ilgilenin” diye, bir süre sonra “bizim sizinle ilgilenecek zamanımız yok, kaynak ayırmak istemiyoruz , para harcamak istemiyoruz” cevabını alıyorlar, bunun üzerine Ermenistan’ı Stalin ilhak ediyor. Daha sonra zamanlarda hatırlayın Kürtlerin nasıl yalnız bırakıldığını, 1946’daki Sovyetler İngilizlerle anlaştığı İran’dan çekildi, kurulan Kürt devletinin Cumhurbaşkanı Muhammed Kadı idam edildi. Daha sonra Mustafa Barzani’nin Carter ve Kissinger tarafından yalnız bırakılması, orada da Rıza Pehlevi ile Saddam’ı barıştırıp anlaştırdılar, Kürtler ortada kaldı, kırıldı, zarar gördü. Halepçe’yi hatırlayın, Halepçe ve sonrası Saddam’ın Erbil’e saldırısında dünya yine Kürtleri yalnız bırakmıştı.
ÖM: Halepçe’de zehirli gaz kullanılarak yapılan katliam.
AB: Evet.
ÖM: Süreyi maalesef bitiriyoruz ama İŞİD meselesi apayrı yani burada çok büyük yeni bir barbarlığın da izleri, İŞİD’in güçlenebileceği pek çok yerde yazılıyor, çiziliyor, yani tekrar büyük bir güç kazanabileceğinden, 785 kişinin kaçtığı iddiasına da Erdoğan “dezenformasyon, ABD batıyı tahrik etmek istiyorlar” filan demiş fakat bir de bütün bunların dışında çok önemli bir mesele Suriyeli göçmenler, Yetvart Danzikyan’ın yazdığı gibi öyle anlaşılıyor ki “Türkiye’ye sığınan göçmenlerin bir kısmı orada güvenli bölge denilen bir alan oluşturulursa muhtemelen zorla oraya gönderilecek, bu da kuşkusuz insan ve göçmen haklarına son derece aykırı bir durum. Bunun da ne olacağını görmek” yani son derece puslu bir dönemden geçmekteyiz.
AB: Bu gelişmelerden sonra oraya göçmenleri yerleştirmek çok zor, ayrıca onun finansmanını yapmak ayrı bir sorun.
ÖM: Bir de sormadan nasıl yaparsınız böyle bir şeyi?
AB: Adam oralı değil ki, yeri başka, başka yurtları var, tarlaları var.
ÖM: Kendisinin ne istediği
AB: Demografik yapıyı değiştirmek üzere böyle işler zararlı yapay şeyler, ayrıca orayı finanse edecek gücü yok Türkiye’nin. AB “ben vermem” dedi.
ÖM: Düşünülmesi bile zor geliyor insana.
AB: Gerçekten abuk bir durum. Neyse burada sorunlu çok konu var.
ÖM: Evet burada bu değerlendirmeyle bitirelim. Peki çok teşekkür ederiz.
AB: İyi yayınlar, hoşça kalın.