Trafik o günlerden kalabalık. Kent ürkütücü. Daha büyük. Ama o günlerde bizi karşılayan, nefes almamıza yardım eden ses, radyodan aynı sıcaklıkla “Hoş geldin!” diyor.
Merhaba,
Biliyorum, dinleyici destek yayını dönemi bitti. Uzunca bir süreden beri açık radyo dinleyicisi ve destekçisiyim. Benim de, birkaç yıl önce yazdığım ama cesaret bulup gönderemediğim bir Açık Radyo tanışma hikâyem var. Belki bu yolla tanışıklık iki yanlı olacak. Ekte gönderiyorum.
Selamlar.
Zeki Paralı
Yolculuk
Otobüs bildik bir durakta daha durdu. İçinizi titreten sabah serinliğiyle birkaç yeni yolcu. Kulağımda kulaklık, program sinyali… Otobüsün penceresinden akan çiçeklenmiş ağaçlar, çöp konteynerleri, birbirine sokulan üşümüş köpek görüntüleri. Yolculuk başlıyor. Hem kentin, hem belleğin derinliklerine.
On dokuz yıl oldu geleli bilmediğim bu büyük şehre. Benim için yeniydi. Tıpkı bu sabah olduğu gibi Ekim ayının serin sabah saatlerinde ürkerek çıkardım yola. Bilmediğim mahalleden, işyerimin ve oğlumu bıraktığım yuvanın bulunduğu bilmediğim başka bir semte doğru. O zamana kadar, ne doğup büyüdüğüm ve hemen hiç dışına çıkmadığım küçük şehirde, ne daha sonra çalıştığım Anadolu’nun diğer kentlerinde bu trafiği görmemiştim. Her şey ne büyük, ne ürkütücü gelirdi. Bazı sabahlar yirmi dakika uğraşır, yine de yandaki şeride geçmeyi başaramazdım. Yıllar kadar uzun gelen dakikalar boyunca bir adım ileri gidemez, başka bir araca çarpmamak için, ona görünmez bir iple bağlıymışım gibi önümdeki otomobili izlemeye çalışır, ama biraz sonra onun sağdaki ya da soldaki şeride katılarak gözden kayboluşunu dehşetle izlerdim. O zaman ne yapacağımı bilemez, öylece bulunduğum ve hemen önümde yok olan şeride bakar, yapayalnız hissederdim.
“Baba” derdi tam o sırada arkadan bir ses “çişim geldi.” Üç buçuk yaşındaki oğlumun sesi içimi ısıtır, o anda bana inanılmaz bir güç verirdi. Nasıl yapardım bilmiyorum. Arabayı yolun kenarına, sözgelişi içi hurda kamyonlarla dolu eski kola fabrikasının artık kullanılmayan girişine yanaştırır, iner, diğer kapıdan onun yanına gider,
“Teşekkür ederim” derdim, “çişini söylediğin için!” El ele tutuşup yakındaki bir çay bahçesinin tuvaletine giderdik.
Bazen bu sürpriz çevre yoluna çıktıktan sonra gerçekleşirdi. Topkapı yakınlarında olurduk söz gelişi. Diyelim bir benzin istasyonu. Sabahın o saatlerinde bugünkü gibi serin olurdu hava. Sorardım,
“Bitti mi?” üzerine kiremit renkli kareler, üçgenler işlenmiş el örgüsü, bej renkli, kalın yün hırkanın içinden,
“Evet” derdi, duyulur duyulmaz bir sesle. Sonra Kocamustafapaşa’daki yuvaya yaklaşıp Millet Caddesi’nden Kızılelma’ya yönelirdik. Trafik dururdu. Radyoyu kurcalardım, dost konuşması gibi sakin, doğal iki kişinin sesi işitilirdi o ara. Radyo ekranından geçen mesaja takılırdı gözüm: “Çatlağı sıvama, sıvatma!”
Dışından bakınca vahşi bir ormana benzettiğim için, on dokuz yıl önce bir Ekim günü istemeden geldiğim İstanbul’da, gelişimin ilk günleri sabah serinliğinde Bahçelievler, Kocamustafapaşa, Aksaray arasında yaptığımız yolculukların güzergâhları bugün artık değişti. Şimdi bir delikanlı olan oğlum ve ben ayrı yönlere giden otobüslere binmek üzere, ayrı saatlerde çıkıyoruz evden.
Trafik o günlerden kalabalık. Kent ürkütücü. Daha büyük. Ama o günlerde bizi karşılayan, nefes almamıza yardım eden ses, radyodan aynı sıcaklıkla “Hoş geldin!” diyor.