Açık Gazete'de Ali Bilge ile söyleşi: Dolar kuru ve cezaevlerindeki intihar vakaları

Ekonomi Politik
-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete'nin Ekonomi Politik köşesinde Ali Bilge'yle konumuz dolar kurundaki yükseliş ile cezaevlerinde yaşanan açlık grevi ve intiharlar.

Fotoğraf: Reuters

(25 Mart 2019 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

Ömer Madra: Günaydın Ali bey.

Ali Bilge: Günaydın Ömer bey, günaydın Can, tüm ekibe merhaba.

Can Tonbil: Günaydın Ali bey, merhaba.

ÖM: Bugün ekonomi ağırlıklı konuşacağız ama siz bir de açlık grevi ve intiharlardan bahsetmek istiyordunuz galiba değil mi?

AB: Evet, önce açlık grevlerine değinmek istiyorum, açlık grevleri intihar vakalarına dönüşüyor, dördüncü ölüm oldu galiba. Bu konu olağanüstü acı veren bir durum, buna engel olmak için girişimde bulunma imkanı da özellikle seçim arifesinde zor gözüküyor, iktidar kanadı zaten bu işle en ufak bir şekilde ilgilenmiyor, muhalefetten de HDP dışında ilgilenene pek rastlamadım açıkçası. Siz rastladınız mı konuya ilişkin bir demeç yok değil mi?

ÖM: Hayır yok.

AB: Muhalefet, Millet İttifakı, vs. kimsenin umurunda değil.

ÖM: Bazı bireysel milletvekillerinin verdikleri bireysel demeçler ve sorular var ama evet son olarak da Gebze Kadın Kapalı Cezaevi'ndeki Ayten Beçet’in yaşamına evvelki gün son vermesinin ardından bir ölüm haberi de Oltu T tipi kapalı cezaevinden geldi ve cezaevindeki Zehra Sağlam’ın Abdullah Öcalan’a yönelik tecride karşı onu protesto etmek amacıyla yaşamına son verdiği öğrenilmiş. Bunlar Mezopotamya Haber Ajansı’ndan gelen haberler.

AB: Bu konuda öncü isimlerinden biri Leyla Güven.

ÖM: Bir de Zülküf Gezen’in ismi vardı, o da tecridi protesto etmek için yaşamına son vermişti.

AB: Daha önce 2012 olması lazım, çözüm sürecinin arifesinde Öcalan’ın tecridine ilişkin açlık grevleri olmuştu, bunun sonucunda Öcalan MİT müsteşarı Hakan Fidan’a ve hükümete bir mektup yazarak açlık grevlerini engellemek için açıklama ve girişimlerde bulundu. Öcalan’ın girişimi sonucunda açlık grevleri sonra sona ermişti, hatırlayalım, daha sonra açılan bu kanalla 30’a yakın İmralı görüşmesi ve çözüm süreci denilen gelişmelere tanık olmuştuk. Bugün öyle bir atmosfer yok. Diğer bir husus sadece Öcalan tecritte değil, Türkiye demokrasisi tecrit altında, Türkiye’de hapishanelerde binlerce insan yatıyor, demokratik hak ve özgürlükler gasp edilmiş durumda. Ayrıca daha önce de özellikle Kürt gençlerinin böylesi protestolarına çok tanık olduk, kendini yakanlara da rastladık, intihar vakaları da yaşandı.

ÖM: Sizin de dediğiniz gibi Almanya’nın Kreifeld şehrinde Uğur Şakar bedenini ateşe vermiş ve tedavi gördüğü hastanede 22 Mart’ta ölmüştü. Dolayısıyla 4 tutuklunun yaşamını yitirmesi

AB: Bunlar günümüz örnekleri, daha önce de çok vardır. Benim bu konuda itirazım var, mücadele yöntemi bu mu olmalı? Bugün Leyla Güven’in de bir açıklaması var, sanıyorum kararını gözden geçirme durumunda.

ÖM: Evet “Yaşamlarınıza son vermeyin!” demiş Bianet’ten gördüğümüz bir haber var, 138 gündür açlık grevinde yanılmıyorsam ve 137'inci gününde HDP Hakkari milletvekili Güven peşpeşe gelen ölüm haberleri üzerine tutuklulara çağrıda bulunmuş. Zülküf Gezen, Ayten Beçet, Zehra Sağlam ve Almanya’da da Uğur Şakar’ın yaşamlarına son vermesinin ardından dün açıklama yapmış ve yapılan her türlü eylemin kendisinden bir parça götürdüğünü kaydetmiş. Böyle demiş “Yaşamlarınıza son vermeyin, bu şekilde ilerleyemem” demiş.

AB: Ülkenin demokrasisinin ortadan kaldırıldığı bir dönem yaşıyoruz, baskı rejimi içerisindeyiz, temel hak ve özgürlüklerde muazzam sorun var ama buna karşı mücadele yöntemi intihar etmek olmalı mı sorusunu doğru cevaplamak durumundayız. Açıkçası devrimci gelenekte de kendini yakmak ve intihar çok istenen ve rastladığımız bir durum da değildir, bu geleneği bilen insanlar için mücadele esastır. Bu nedenle bu kararların gözden geçirilmesi gerekmekte, sadece Abdullah Öcalan tecritte değil, ülke tecrit içerisinde. Bunu göz önünde bulundurarak yaklaşmakta fayda var. Muhalefet dahil seçimlere kadar kimsenin müdahale edeceğini zannetmiyorum, gerçekten içler acısı bir durum ve bu ölüm haberlerini almaya devam edebiliriz. Ayrıca Öcalan’ın bir müdahale bulunma şansı da yok, geçmiş dönemde kardeşleri aracılığıyla bir açıklama yapmıştı hatırlayın ve açlık grevleri durdurulmuştu. O günlerde hapishanelerde devam eden sayısız grev o sayede durdu, o kapıdan da çözüm süreci dediğimiz süreç başlamıştı. Bugün öyle bir karşılığı da yok bu işin. Topyekün demokrasi tecridi yaşıyoruz.

Bunun için umarım seçimlerden sonra bir ekip oluşturulur, eski deneyimlere bakmak lazım; yazarlar, edebiyatçılar, siyasetçilerden oluşan gruplar- taraflar arası uzlaşma sağlamak için girişimlerde bulunuyordu, bugün öyle bir refleks de geliştirilmiyor, çünkü o refleksi geliştirmek bile zor açıkçası bugünün ortamında. Sanıyorum seçimlerden sonra böyle bir refleksin gelişme imkânı bulunur. Umarım gereken kararları alırlar. Çünkü hepimizi çok derinden yaralıyor, genç bir insanın intihar etmesi, kendini yakması nasıl bir çaresizlik içinde olduğunun da bir göstergesi ama mücadele yöntemi de bunun dışında aranmalı diye düşünüyorum. İsterseniz bu bahsi bu aşamada kapatalım, sonra daha devam edeceğiz tabi. Benim altını çizmek istediğim ülke tecritte, ona dikkat edelim, başka mücadele yöntemlerinin arayışı içerisinde olmak daha doğru olmaz mı diye soru sorarak kapatayım isterseniz.

ÖM: Oradan da ekonomik duruma geçelim lütfen. Bu bayağı ciddi bir dolarda da yükselme oluyor, bunun sebepleri karşısında da çeşitli akla de pek, en azından benim naçiz aklıma yatkın gelmeyen, işte Donald Trump’ın bilmem Golan tepeleriyle ilgili yaptığı açıklamanın doları sıçrattığı TL karşısında gibi açıklamalar geldi. Erdoğan döviz provokatörlerine, yani bunun bir batı ya da dış dünyadan gelen bir provokasyon olduğunu söyleyerek dün Yenikapı’daki ‘Büyük İstanbul Mitingi’ adı verilen mitingde konuşan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, AKP genel başkanı sayın Erdoğan’ın “Dolar ve Euro artması için provokatif eylemlerde bulunanların çok ağır bedel ödeyeceğini” söylediği haberi vardı. Ne diyorsunuz?

AB: Dünyada otoriter liderliğin bir formülünü söyle deseniz öncelikle her türlü korku ve kaygıyı üretmeniz gerekiyor, bunu köpürteceksiniz ve bu korkuya karşı da kendinizin en büyük mücadele eden kişi olduğunuzu benimseteceksiniz. Otoriter liderliğin özünde böyle bir şey var; bugün ekonomiden siyasete, beka sorununa kadar, iktidarın istemediği her şey tehdit sayılıyor.

Açıkçası otoriter rejimlerin yeknesak bir iktisat politikası yok ama belirgin politikaları var ama biz bu belirgin politikaların da ötesindeyiz. Yani Türkiye’de doğru dürüst bir iktisat politikası yok, aslında döviz ve borç krizi yaşıyoruz ancak bu krizi yönetebilecek ehliyet de yok. İster otoriter olsun ister olmasın ne şekilde olursa olsun, hali hazır hükümette  bu krizi yönetecek bir kabiliyet, yaklaşım yok. Bir de seçimler var, olumsuz giden her şeyi seçimlere kadar görünmez yerlere süpürüyorsunuz. Geçen hafta bunları açıkladık, yani ehil bir ekonomi yönetimi yok, ehil bir yönetim yok Türkiye’de. Pinochet tutmuş Şikago üniversitesindeki Milton Freedman ve ekibini getirmiş “Hocam alın fikirlerinizi burada uygulayın!” demiş. Bir şekilde o ekip, halka kan ağlatmış, emekçi kesimlerin durumu berbat olmuş ama bir şekilde onların istekleri doğrultusunda Şili ekonomisi yönetilmiş, bizde inanın otoriter rejimin doğru yaptığı bir şey de yok, o kadar yanlış yapılan  işler oluyor ki. Erdoğan’ın faiz takıntıları sonucunda fırlayan dövizin istikrar kavuşması için  Ağustos ayında faiz 24’lere çekildi, o faizle dövizde, kurda bir ölçüde  istikrar sağlandı.

ÖM: Uzun süre faizin düşürülmesi için çok uzun süre konuşulduktan sonra oldu bu evet.

AB:  Londra’da “Faizi ben belirlerim, ben başkanım, merkez bankası bana bağlı!” filan deyince Londra’da iş şirazesinden çıktı. Londra, New York, Frankfurt Türkiye’nin borçlandığı piyasalardır, üstelik borç alınan kurumların önünde de yapıldı bu açıklama, sonra 7’lere kadar çıkan bir dolar kuruyla karşılaştık. Sonra faizler bir anda anormal yükseltilmek zorunda kalındı, faizlerin yükselmesi ile döviz fiyatı indirilmeye çalışıldı. Haftalardır otoriter rejimin uygulamalarını anlatıyoruz, nasıl müdahaleler edildiğini sıralıyoruz. Hem serbest bir sermaye rejimindesin, hem de dövize ve faize bu şekilde müdahale ediyorsun. Sermaye hareketinin serbestliği olan bir ülkede piyasa hareketlerine müdahale etmek üzerine benzin dökmek gibi hadiselere yol açıyor. Gidiyorsun diyorsun ki “Ben faizi de, döviz kurunu da düşük tutacağım!” Bu olmuyor, böyle bir şey olma şansı da yok zaten. Ama faizi ve dövizi dolaylı yoldan düşürme gayretleri içerisinde oluyorsun, kamu bankaları faizini, kamu mevduatına verilen faizi donduruyorsun, fonlar içerisindeki bileşimlerde mevduatın payını artırıyorsun, uzun zamandır da mevduat faizi enflasyonun altında seyrediyor. Böyle olunca, tasarruf sahibi ya da Türkiye’de yatırım yapanlar, spekülatörler dahil, kaynaklarını nereye yöneltecekler? Elbette döviz diye bir enstrüman var, o enstrümana doğru gidiyorlar. Nitekim döviz mevduatı da geçen haftalarda arttı. Hem kredi faizine, hem mevduat faizine bu tür bir müdahale olması sonucunda gelişen olaylar bunlar, ayrıca bir yığın siyasi risk var, dış politika riskleri var, iç politika riskleri var, seçimler var, ister istemez  tasarruf sahipleri de dövize doğru kaynaklarını aktarmaya başladılar. Üstüne üstlük geçen haftalarda garip bir şey yaşandı, o garip durum cuma günü tespit edildi, merkez bankası rezervlerinde çok ciddi bir azalma görüldü, 6.3 milyar dolar azalma görüldü, bunun nereden kaynaklandığını anlamak mümkün olmadı. Bu  azalmanın sebebi neydi? İnsanlar, piyasa, iç ve dış  kurumlar bunu anlamaya çalıştılar. Merkez Bankası da bir açıklama yapmıyordu, şimdi ülkenin merkez bankası bankaların babası değil mi? Ama orada bir şam babası oturunca olmuyor! Bir açıklama gelmesi gerekiyordu, bu açıklamayı dürüstçe yapmaları lazım ki yatışabilsin süreç. Açıklama yok belirsizlik devam ediyor elbette döviz kuru yükselmeye başladı, kur bir anda 5.80’leri kendini gösterdi. Zaten son dönemde Türkiye’ye gelen sermaye azaldı, Türkiye’nin ihtiyacı olan sıcak para eski yıllardaki gibi gelmiyor, gelme maliyeti de yükseliyor. Zaten pasiflerin dolarizasyonu dediğimiz durumla karşı karşıyayız, Türkiye ekonomisinin pasifleri kamu özel dolarize olmuş durumda. Böyle durumda borçların yönetimi çok zordur üstelik sermaye hareketleri serbest rejimdesiniz, yönetemeyen de bir iktidar var, yönetemiyor bu süreci. Bu gelişmeyi yani rezerv azalmasının nedenini anlamaya açıklamaya çalıştı insanlar hafta sonunda, haber uluslararası Bloomberg haberiydi, hafta sonunda merkez bankasının gayri resmi bir açıklaması oldu, Merkez Bankası'ndan bir yetkili rezerv azalmasına ilişkin adını vermeden açıklama yaptı, adını koyarak bir yetkili açıklamada bulunmadı. Orada işte durumu  kurtarmaya çalıştılar “Şöyleydi, böyleydi, hazine dış borç ödemesi, enerji ithalatçısı kuruluşların ödemesi” filan dendi ama bu da tatmin etmedi. Şunu anladık ki bu azalmanın temel nedeni hem kuru hem de TL faizleri düşük tutmaya ilişkin değişik dolambaçlı yolların denenmesi. Kısaca özetleyeyim, kamu bankaları döviz satıyordu ve dövizi satarak kuru seçim öncesinde düşük tutuyorlardı ama kamu bankalarının da açığı oluşuyor. Türkiye’nin net rezervlerde 28 milyar dolar, merkez bankası brüt rezervlerinden yükümlülükleri çıkarttığınızda net rezerve ulaşırız. Erdoğan hep brüt rezervleri söyler, halbuki oradan yükümlülükleri çıkarmamız lazım. Bu rezervlerdeki 6 milyar dolarlık azalma, anlıyoruz ki hem enerji kuruluşlarının ödemesi de o kadar yüksek değil, bir şekilde kamu bankalarına merkez bankası tekrar  döviz satıyor. Yani bir nevi ali-cengiz oyunları denir ya, musluklarla oynayarak işi çözmeye çalışıyorsunuz, şeffaf da değilsiniz, bir taraftan repo ihalelerini ertelenince başka bir kanaldan 24-25’lik bir faizle fonlama imkanı yaratıyorsunuz, öbür tarafta faizler düşük ama sırtınız açık önünüz kapalı oluyor. Böyle bir politikasızlık, buna politika demeyeyim çünkü arkadan dolaşan yaklaşımlarla iktisadi hayat yönlendirilmeye ve para politikası yönlendirilmeye çalışılıyor. Bu da kötü bir yönetim tabii, kötü yaklaşımlar, yanlış yaklaşımlar, eksik yaklaşımlar. Ekonomide işler sarpa sarınca “Aslında dış güçler bize bunu çakıyor!” demeye başlıyorlar. Peki sen bu dış güçlerden 450 milyar dolar borçlanmışsın, 17 yıllık iktidarın süresince, 2 trilyon borcun 1 trilyonunu da zaten inşaat sektörüne yatırmışsın, verimli bir sektör de değil. Yani borcu aldığında verimli sektörlerde kullanıp, oradan döviz yaratmamışsın ki, döviz yaratan, rekabet üstünlüğü yaratan sektörlere yatırırsan aldığın borcu, borcun bir faydası oluyor. Türkiye 17 yıldır ne sanayi kapasitesinde ciddi artış, ne AR-GE üzerinde bir artış getirdi, inşaata gömdü, altyapı yapmaya çalıştı, havalimanını açamıyor aylardır, eksik, yanlış ve yarım kalan sonuçlarla karşı karşıya kaldığımız bir yatırım stoğumuz var.

Sonuçta uluslararası sistemde de bir tıkanıklık başladı mı finansal şok hemen borçlu ülkelere geliyor, sen de finansal şoku yönetecek yeni bir kaynakta yok, ehil bir yönetim de söz konusu değil. Bunu geçmişte de yaşadık, yönetmeyi beceremeyince yeni kaynakta bulamayınca , nereye gidiyorsunuz o zaman? IMF’ye gidiyorsunuz. Günümüz uluslararası kapitalist sistem içerisinde son merji orası, şimdi IMF’ye de dikleniyorsunuz “Gitmeyiz, dış güçler!” filan diye.

Türkiye dış piyasalardan nasıl borçlanır? Borç bulmak için de nereye gidiyorsunuz? Uluslararası aracı kurumlara gidiyorsunuz. G.P. Morgan da bunlardan bir tanesi, Türkiye Hükümeti Ocak ayında 2029 borçlanması için yetki vermiş 3 bankaya, Deutsche Bank, Citigroup, bir de G.P. Morgan. 2029’u borçlanıyoruz, dikkatinizi çekerim! Bunlar da dünyanın en masum kuruluşları değil yanlış anlaşılmasın, G.P. Morgan’ı savunacak değilim ama sistemin bir işleyiş biçimi var. Bu kuruluşlar da “Ekonomide doğru gitmeyen hususları sıralıyorlar, işte suni olarak faizi düşürüyorlar, bunlar, şunlar yanlış yapılıyor, merkez bankası bağımsız olmalı, müdahale edilmemeli, bu olmamalı vbg” diye müşterilerine rapor yayınlıyor. Siz ülke olarak bunların garantisinde borçlanma yapabiliyorsunuz. Hazine, özel sektör kuruluşları , holdingler ya da bankalar gidiyor diyor ki bu kuruluşlara;  “Benim tahvilimi sat, bonomu sat, bana borç ver, böylece ben de kaynak sağlıyayım, sonra bunu da Ali’ye Veli’ye tüketici, taşıt ev kredisi olarak vereyim, A şirketine B şirketine yatırım, işletme kredisi vereyim, kamu özel yatırımlarını fonlayayım, bu şekilde büyüme olsun işsizlik azalsın. Türkiye kaynak açığı olan bir ülke. Şimdi adama bana borç bul diye yetki vermişsin, bu kurumlarda borç bulduğu ülkeler ve kurumlar için rapor yayınlıyor, bir yığın rapor yayınladılar son 2 yıl içerisinde.

ÖM: G.P. Morgan’ın mı?

AB: G.P. Morgan da, hepsi de yayınlıyorlar ekonomide gidişatı eleştiren, JP Morgan’a Cuma günü soruşturma açtılar. “Türkiye ekonomisini kötü gösteriyorsunuz, müşterilerinizi dövize sevk ediyorsunuz, seçim öncesi dövizde artışın sebebi budur” dediler ve JP Morgan hakkında soruşturma açıldı BDDK ve SPK tarafından.. Sanki her şey güllük gülistanlık ..

ÖM: BDDK bazı adımlar attı diyor.

AB: Ayrıca bazı bankalar diye başlıyor cümle, sadece JP Morgan'la bitiyor, diğer bankaların kim olduğunu bilmiyoruz, bir tek G.P. Morgan’ın ismi açıklanıyor. Sen eğer, sermaye hesaplarını serbest bırakılan bir rejimde yaşıyorsan bu hususlara çok çok dikkat etmek zorundasın. Ülkeyi bir bilanço olarak düşünün pasifi dolarize olmuş ise bilançoyu çok dikkatli yönetmek, ustaca yönetmek durumundasınız.  Yani tren raydan çıkmış vaziyette, bugün sabah biraz önce merkez bankası rezerv azalması için resmi bir açıklama yaptı,  "3 gündür nerelerdeydin" diye sormazlar mı? Döviz rezervlerinin azalması olağan bir durum "Seçimler 1 hafta sonra olacak” falan filan.. Albayrak diyor ki “Amerika’ya gideceğiz seçimden sonra.” Niye gideceksin Amerika’ya?

ÖM: Maliye ve hazine bakanı Berat Albayrak ne demiş?

AB: O da dövizde ki artış için manipülasyon  diyor dış güçler diyor, zaten kolay bir sığınma, manipülasyon, provokasyon, ‘yon’la biten her şeyle açıklamak ama aslıda yükselen enflasyon ve devalüasyon. Bir de Albayrak, seçim sonuçlarının hiçbir şekilde siyasi resme etki etmeyeceğini söylüyor, sonuç ne olursa olsun yani yerel seçimlerde kaybetseler de siyasi akışkanlıkta bir problem olmayacak diye bir açıklama da bulunuyor.

ÖM: Ama Erdoğan da seçim arifesinde bu tür eylemlerin, yani döviz eylemlerinin içerisine girenlere provokasyon diyor, “Onlara sesleniyorum, hepinizin kimliğini biliyoruz, neler yaptığınızı biliyoruz, şu anda BDDK bazı adımlar attı, şunu bilin ki seçim sonrası bunun faturasını size ağır keseceğiz” diyor. Yani Berat Albayrak’la aynı şeyi söylemiyorlar anladığım kadarıyla.

AB: Damat bir ton düşük konuşuyor, sonuçta Erdoğan da seçim sonrasında bu söylemlerinin gerisine gelecek, nasıl Londra konuşmasından sonra faizleri merkez bankası yükseltmek zorunda kaldı yoksa 7’ye, 8’e, kur artıyordu, faizleri 24’e yükseltince düştü. Sonra ‘al papazı da ver papazı’ derken ne oldu? Kendi rahip Bronson’u verdi. Şimdi Amerika’yla ilişkilerde benzer şeyler yaşanacak muhtemelen. Kaynağı, sıcak parayı nereden bulacak?

ÖM: Onu siz daha önceden de söylediniz, şimdi asıl batılı yani dış dünyanın diyelim bir takım komplolardan bahsediliyor, provokatör dendiğine göre dövizi provoke edenler, bunlar Türkiye’nin kötülüğünü isteyen çeşitli birey, kurum ve ülkeler diyelim, peki ama sonuçta bu hesabı nasıl görecekler? Çünkü kendi aldıkları ülkeler de yani para kaynağı olan ülkeler de zaten Türkiye’nin ilişkide olduğu Amerika başta olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri filan değil mi?

AB: Tabii, uluslararası finansal sistemden borçlanıyoruz, gelişmiş ülke fonlarına gidiyoruz. Eğer IMF’ye gideceksek, geçen hafta da söyledim IMF’nin patronu kim? ABD, Amerikan hazine bakanlığı IMF yönetiminde en çok söz sahibidir.

ÖM: Veto sahibi.

AB: Elbette,  daha önceki krizlerde TC Hükümetleri ABD ile olan temasın sonucunda IMF yönetimini etkilemeye çalışırlardı. ABD Hazinesi ile IMF yönetimi çok yakın çalışır.. Şimdi; S400, Reza Zarrab, Halk bankası, Suriye demokratik güçleri, tampon bölge, gibi tonla ABD ile  probleminiz var, ikide bir itişiyorsunuz, NATO’dan çıktın mı, çıkacak mı, çıkmayacak mı, ABD vatandaşı tutuklular vs. ABD ile sağlam bir ilişki yok ki..

Ama yarın seçimler bitsin, uluslararası piyasalar, G.P. Morgan’lar, Meryl Lynch’ler, Deutche banklar, vb. neyi bekliyor? Türkiye kendi istedikleri bir programı set edebilir mi? Etmezse uluslararası bir kuruluşa giderek set edebilir mi? Bu şekilde, acil kaynak ihtiyacını karşılayıp ekonomini IMF’nin uluslararası piyasaların istediği ölçüde bir stabiliteye ulaştırabilirsin, set edilen programda çalışan emekçi kesimlerin istekleri olmayacak elbette düşük ücrete devam edilecek, durgunluğu aşmak, döviz kazandırıcı işler, döviz ve para politikası vs. üzerinden konuşuyorum, bunu bekliyor adamlar. Bunu yapmazsan o zaman kaynağı nereden bulacaksın yani borcu nasıl döndüreceksin? Resesyon içerisindesin, işsizlik tepe noktalarına çıkıyor, sıcak para akışı eskisi gibi değil, çok maliyetli geliyor sana, direkt doğrudan sermaye gelmiyor, artı dünyanın hali de kötüye gitmiş, Almanya bile küçülüyor, Avrupa’nın devi, motoru, amiral gemisi Almanya bile,  İngiltere’nin hali, Fransa, İtalya, Avrupa Birliği’nde durum belli, ABD öyle, Çin bile küçülüyor. Şimdi sen ihracatı artırayım diyebilirsin, hadi dersin ki ihracata döndüm, ama sen son 20 yılda sanayi üretim kapasiteni ciddi biçimde arttırmamış vaziyettesin, ihracatta ve turizmde sınırlarına gelmişsin. Dolayısıyla Türkiye’nin nereden bakarsanız bakın büyük bir handikap içinde, bir de yönetemiyorsun bu işi ve takıntılı durumlar da söz konusu. Şunu söyleyebilirsin “Haydi ben sermaye hareketlerini kısıtlıyorum” bu da bir tercihtir ama onu da yapamıyorsun, yapamazsın, o sisteme entegre olmuşsun. Borçla dönen bir dünyada yaşıyoruz, herkes bir borç ilişkisine girmiş, ülkeler de, kişiler de zincirleme bunun içinde, emekçi yığınlar bugün ücret artışı, grev, toplu sözleşme falan talep etmiyor, bireysel kredi, taşıt, ev kredisi talep ediyor! Bütün ilişkiler borç ilişkisine dönmüş bir dünyada yaşıyoruz. Türkiye ekonomisi de borç ilişkisiyle ayakta kalabilen bir ülke. Seçimlerden sonra daha da durum vahim görünecek ama bir de gerçekten bu sistemi yürütebilecek bir kadro da göremiyorsunuz ortada.

ÖM: Maalesef öyle. Cumhuriyet gazetesi bugün bir derleme yapmış manşetinde, kişi başına gelirin orta gelir tuzağının da altına indiğini söylüyor, Türkiye’de kişi başı gelirin 9562 dolar olduğunu ve TEPAV’ın yaptığı araştırmaya göre yalnızca 11 ilin kişi başı geliri Türkiye ortalamasını geçmiş. Gelirin de 2017’ye göre erimiş olduğu bir, ikincisi Prof.Dr. Erinç Yelden’a göre “Türkiye orta gelir artık yoksulluk tuzağına girdi ve çıkış kolay değil. Faturayı çalışan ödeyecek” demiş sizin demin bahsettiğiniz gibi. Bu Şehriban Kıraç’ın haberiydi. Üçüncü olarak da Mahmut Ilıcalı’nın haberi var AKP döneminde yani “17 yıllık bir bilançoda Hollanda kadar tarım alanı kaybedildi. Tarım alanı yüzde 12,7, ekili tarım alanı ise yüzde 13,9 azaldı” diyor.

AB: Geçen haftalarda konuşmuştuk gene, enerjide dışa bağımlıyız ama tarımda da dışarı bağımlıyız artık. Buğdayı Rusya’dan alıyoruz, buğday ithalatçısıyız, ihtiyacımızı ithalatla karşılıyoruz. Çok derin sorunlar içerisindeyiz ve de bir beton yığınıyla başbaşa kalmış  durumdayız ama o beton yığınına inanan bir kemik kitle var. Daha önce de konuştuk, bakalım önümüzdeki seçimlerde bu kapıyı aralayabilecek miyiz?

ÖM: Çok teşekkür ederiz Ali bey.

AB: Hoşça kalın, iyi yayınlar.