Açık Gazete'nin Ekonomi Politik köşesinde Ali Bilge'yle programa, 24 Haziran'da yapılacak olan erken seçim öncesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Kocaeli mitinginden ve seçim kampanyasında tercih ettiği söylemden yola çıkarak, hem Cumhurbaşkanlığı'nı hem de parlamentoda çoğunluğu kazanacak bir Erdoğan iktidarının Türkiye için ne anlama gelebileceğini konuşarak başladık.
Ömer Madra: Günaydın Ali Bey!
Ali Bilge: Günaydın Ömer Bey, günaydın Can, Günaydın Selahattin, herkese merhaba!
Can Tonbil: Günaydın Ali bey, merhaba.
ÖM: Haftayı nasıl toparlayalım?
AB: Nasıl kapattıysak öyle başlayalım. En son Kocaeli konuşmasında idam meselesi yine gündeme geldi. “İdam isteriz!” Demirtaş’ı ima ederek “vermediniz ki o yetkiyi ben hemen imzalardım!” dedi. Yani Kocaeli mitinginde hedef Muharrem İnce ve Selahattin Demirtaş’tı, İnce’nin Demirtaş’ı ziyaretini söz konusu etti Erdoğan. Bunun üzerine idam sesleri yükseldi kitleden, onun üzerine de “dedim ya daha önce size, bunlar parlamento bana göndermiş olsaydı, ben bunları çoktan onaylardım”. Halet-i ruhiye ve gidişat bu, hem seçimin hem liderlerin ruh hali bu vaziyette yani tacını korumak için herşeyin yapılabileceği bir ortamdayız. Yani maazallah hem parlamentoyu hem de cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan bir iktidar söz konusu olursa insanın aklına daha kötü şeyler geliyor. Kristal geceyi hatırlayalım, Türkiye bir ‘kristal gece’ yaşar, 1933’te iktidara gelen Nazi partisinin uygulamaları 33-38’e kadar olan sürede savaşa kadar malum ama en büyük vurucu darbe muhalefete ve Yahudi vatandaşlara 9-10 Kasım 1938’de oldu. Burada halkı kışkırttı Nazi partisi ve kristal adı da o kadar çok şey yıkıldı, yakıldı ki cam kırıkları nedeniyle o geceye ‘kristal gece’ adı verildi. Ayrıca hükümet muazzam tedbirler alarak tutuklamalar ve muhalif –başta Yahudiler olmak üzere- mallara ey koymalar, işyerlerine el konulmalı, mülklerine el konulması gibi kararnamelerle de karşı karşıya kalındı. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz 2017 referandum sonrasında içinde bulunduğumuz anayasa ki o anayasayla birlikte devam eden OHAL şartları fiilen bu ülkeyi yöneteni otokrat yapıyor, diktatör yapıyor ve biz seçimlere gidiyoruz bu OHAL koşullarında. OHAL koşullarında seçime giderken iktidar partisi ve lideri OHAL’i kaldırma yönünde bir eğilim sergilemediği gibi aynı zamanda seçim beyannamesinde de OHAL’in kaldırılmasına dönük bir ifadenin olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla geçen haftalardan devam eden OHAL şartlarında bir seçim süreci içerisindeyiz ve 24 Haziran günü de OHAL şartlarında olacak, 8 Temmuz da OHAL şartlarında olacak ve OHAL şartlarında seçime giden Türkiye’de örneğin cumhurbaşkanı Demirtaş bu bütün engellemelere ve yasaklamalara rağmen TRT propagandasını yapabilme başarısını elde etmiş durumda. Dünya tarihinde bir ilk olarak cezaevinde bir stüdyo kuruldu ve propaganda konuşması yapacak 17 Haziran’da bildiğim kadarıyla Selahattin Demirtaş.
ÖM: 2 ayrı günde 2 ayrı 10’ar dakikalık konuşma yapacak sanıyorum. Evet çok ilginç, dünya tarihinde benzeri yok zaten hapishanede yatarken cumhurbaşkanı adayı olması
AB: Mandela var bir tek.
ÖM: Evet o var. Bir de buradan propagandaya devam ediyor olması son derece ilgi çekici tabii.
AB: Bakın geçen haftalarda RTÜK üyeleri başvurdu YSK’ya ve dediler ki siyasi parti adayları arasında eşitsizlik var, Erdoğan’a 8 saat verirken Demirtaş’a hiç yer verilmedi. Bu konuda şikayetlerini dile getirdiler.
ÖM: TRT genel müdürünün de görevden alınmasını istediler.
AB: Evet. Ne yanıt geldi? “KHK nedeniyle müeyyidesiz bırakılmıştır” diyor. Yani biz OHAL’de ve 30 küsur KHK ile demokratik olmayan bir seçim süreci olduğunun altını uluslararası tüm örgütlerin çizdiği, BM’den AB’ye, AİHM’e, AGİT’e, Avrupa Konseyi Parlamenterler Kurulu’na kadar herkesin “Türkiye’de bu halde demokratik bir seçim mümkün değildir” dediği bir ortamda seçimlerdeyiz ve propaganda eşitsizlikleri yani adaletsizlik her yanda ve gerçekten YSK’nın verdiği karar herhalde ibretlik bir karar “müeyyidesiz bırakmıştır” yani ‘biz iktidar partisine ve liderine her şeyin açılmasını uygun görüyoruz’ diyor. Dolayısıyla OHAL koşullarında seçime gitmenin tüm zorlukları ortada ve OHAL koşullarında seçim sonuçları ki bir evvelki seçimde de yaşanan süreçler yasalara işlendi mühürsüz oylar, vs. Seçim süreci kadar seçim gününün ve sonrasının ne kadar dikkate şayan bir şekilde izlenmesi seçmenler ve toplumsal muhalefet açısından öneminin altını çizmek istiyoruz. Çünkü gerçekten eşitsiz koşullarda yani adaletin hukukla dağıtılmadığı bir ortamda biz seçimdeyiz. Dolayısıyla hem içinde bulunduğumuz koşullar bu şekilde cereyan ediyor ve hem seçim sürecinin önündeki dediğim gibi adaletsizlik engelleri, fiilen OHAL’i kaldırma yönünde ifade dahi olmaması aksine adeta hiçbir kontrol ve denge mekanizmasının olmadığı bir ortamda seçime gidiyoruz ve eğer bu seçimler iktidar partisi lehine sonuçlanırsa böyle bir mekanizmanın tamamen ortadan kalktığı bir Türkiye ile karşı karşıya kalacağız. Bakın bir diğer husus yani Türkiye biliyorsunuz geçen sene yaptığı referandum ile cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diye dünyada eşi benzeri görülmemiş bir hükümet sistemiyle aslında fiilen ve OHAL’le birlikte bir otokratik yönetim içerisinde. Bunun koşullarını uyum yasaları denilen süreçler gerçekleştirilmedi, bunlar KHK’larla, torba yasalarla, anayasanın değişmesi nedeniyle yapılması gereken kanun değişiklikleri KHK’larla yapılmaya çalışıldı, bir kısmı da yapılmadı. Bunun en önemli karşılığını bütçede görüyoruz yani eğer meclis iktidar partisinin elde edemediği bir çoğunluk, yani muhalefet tarafından çoğunluk elde edilirse ve mevcut cumhurbaşkanı da devam ederse Türkiye’nin işin içinden çıkılması imkansız bir yönetim krizine fiilen sürüklenir. Örneğin yeni düzenlemeyle cumhurbaşkanlı hükümet sistemli denilen sistemde bütçeyi cumhurbaşkanlığı sunuyor meclise. Diyelim ki bütçe kabul edilmediğinde bir yaptırım süreci ki burada altını çizmek lazım, cumhurbaşkanlı hükümet süreci içerisinde meclisin işleri şu halde bile yani seçimlerden sonra komisyonların durumları, komisyonların işlevsizliği ortada. Çünkü mesela bütçe komisyonunda cumhurbaşkanlığı bütçesinin çoğunluğu muhalefet elinde dahi olsa değiştiremiyor. Bütçeyi reddettiğinizde normalde siyasi tarihimize baktığımızda bütçe o kadar önemli bir meclis çalışmasıdır ki bütçenin reddi hükümetin düşmesi anlamına gelir.
ÖM: Evet örnekleri var.
AB: 1963’te var, İsmet İnönü 1970’de Süleyman Demirel’e yani kendi partisi içerisinden koalisyona güven oyu vermediği takdirde bu hükümet düşmesine yol açar ama yeni sistemde cumhurbaşkanının bütçesi kabul edilmezse yola devam ediyor. Sadece ödeneklerini bir evvelki yıl enflasyon oranında arttırıyor ve yola devam edebiliyor. Bütçe plan komisyonunun eski adı filan da kalktı, buraya dediğim gibi cumhurbaşkanlığı bütçesi değiştirilemiyor, meclisten geçmesini zorunlu kılmıyor, dolayısıyla halihazırda Türkiye sadece bütçe üzerinden yürüdüğümüzde muazzam bir karmaşayla karşı karşıya. Çünkü meclise tanınmış olan yetkilerin büyük bir bölümü halihazırda bile yok. Dolayısıyla hem bu uyum yasaları dediğimiz kanuna bağlı olarak yasalar çıkarılmış değil, zaten cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle ülke yönetilecek. Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin meclise gelmesi kanun niteliğinde ama sadece görüşme özelliğine sahip oluyor. Şimdi bütçe yasasında yaşanacak kaos diğer bütün Türkiye’yi yönetme hususunda muazzam kaotik bir süreci işaret edecek yani bu muhalefetin meclis çoğunluğunu elde ettiğinde bile. Dolayısıyla Türkiye’nin huzura kavuşması yani kaotik bir yönetim ortamından çıkması için başkanlığın da yani cumhurbaşkanlığının da değişmesi gerektiriyor ki bu ittifakın kendi içerisinde ilan ettiği parlamenter rejime ve kuvvetler ayrılığına dayalı rejime dönmeyi sağlamak için. Dolayısıyla başkan iktidar partisinden muhalefet meclis çoğunluğunu sağladığında Türkiye inanılmaz bir kaotik rejimin içerisinde bulunurken daha da girdabın içerisine gidecektir. Bunun üzerinde ben zaman zaman çok duruyorum, bizim 150 yıla dayanan bir içtüzük şeyimiz var ki en yenisi 1973 yılında yapıldı.
ÖM: Meclis iç tüzüğü değil mi?
AB: Evet. Darmağın, yani bunun bir an evvel iç tüzük kurallarının kuvvetler, eğer bunun içinde hem cumhurbaşkanlığının değişmesi gerekiyor hem de parlamentodaki çoğunluğun muhalefetin eline geçmesi gerekiyor. Bunun için de HDP’nin barajı aşması gerekiyor. Bu 3 kutuyu birbiriyle ilişkilendirerek bakmakta fayda var. Dolayısıyla bizde kuvvetler ayrılığı ilkesine göre biçimlendirilmiş bir başkanlık bir başkanlık sistemi yok Türkiye’de, bu Erdoğan’ın istediğine göre düzenlenmiş bir başkanlık sistemi. Dolayısıyla 16 Nisan’da ‘şaibeli’ dile nitelendirdiğimiz referandumdan sonra Türkiye’nin yapısı bu ve arada da 2019 seçimlerine kadar yapılması gereken uyum yasaları yapılamadığı için şu andan itibaren bu sürecin içinde bulunuyoruz ve ki biz bu sürece nasıl bir ekonomide giriyoruz?
ÖM: Bir kere İngiltere’den The Times gazetesinin söylediği Erdoğan’ı seçimler yaklaşırken neredeyse hergün yeni bir gaf hatta gün içinde daha fazla gaf yaparak muhalefetin elini güçlendirdiğini öne sürüyor. “Ahenksiz bir seçim kampanyası yürütüyor olması şaşırtıcı böyle bir popülizm ustasının, çeşitli yerlerde nerede bulunduğunu hatırlamadığı Diyarbakır mitinginde sözlerini unutmuş gibiydi, Londra’da yatırımcılara yaptığı vahim konuşmalar Lira’nın ani düşüşüyle sonuçlandı, taksicileri hoşnut etmek için Uber’i yasaklayarak şehirli seçmenleri yabancılaştırdı” diyor. Mesela ilginç bir şeyden bahsediyor, Atatürk Kültür Merkezi’nin enkazı ve inşaatı süren Taksim camii ziyaretinden izlenimlerle başlamış yazısına “Erdoğan’ın burada vatandaşlarla çektirdiği fotoğraflar medyaya yansımış ve bazı sanatçılar da ziyarete eşlik etmiş. Cumhurbaşkanı Erdoğan iriyarı güvenlik görevlileri eşliğinde kıyamet sonrasını andıran enkazı inceliyor. Burada çarpıcı bir fotoğraf karesi vermek istese de umduğu etkiyi yaratamıyor. Gezi protestolarının beşinci yılında AKM protestocular için bir totem heykeli gibiydi ve yerine yapılacak yeni opera binası bu yıkıma bakınca kültürel ve siyasi bir dönüşüm gören Türklerin öfkesini geçiştiremiyor” demiş. Şimdi Özgür Mumcu da ilginç bir şey yazmıştı ‘İhtimaller’ başlıklı Cumartesi günü Cumhuriyet’teki yazısında. Bütün bu sayısız hata, Küba’da cami bulunduğuna dair Kabataş’taki başörtülü kadına saldırıdan başlayıp seçime 2 hafta kala da ardı ardına gerçeklikle bağlantısız açıklamalar yaptı (Duvar sitesinden de almış) İzmir havaalanı için “1980’te biz yaptık” diyor, Isparta üniversitesini de öyle, 6-7 Ekim olaylarını 7 Haziran seçimlerinden sonra gerçekleştiğini savunup bunu Selahattin Demirtaş’a yıkmak istemesi, kışkırttı filan demesi. Oysa 53 vatandaşın ölümüyle sonuçlanan çatışma seçimden 1 sene öncesindeydi” şeklinde hepsini sıraladıktan sonra devam ediyor “aday Erdoğan’ın seçim kampanyasının kendisine tam olarak ne kazandıracağı belirsiz bu tuhaf açıklamalara dayandırması nasıl izah edilebilir” dedikten sonra 2 ihtimal soruyor “birincisi 16 senelik iktidarın getirdiği ağır yorgunluk ve iş temposu nedeniyle artık ne söylediğinin pek farkında olmadığı -Zonguldak bile diyemiyor- çevresinde onu uyaracak kişiler bulunmadığı ve karşısına çıktığı gazetecilerin bu garip beyanları eleştiremeyecek kadar korkak olmaları, yani bu ihtimal bırakalım demokrasiyi otoriter bir devlet yönetiminde dahi kabul edilemez. Bunca kafa karışıklığı ve gerçeklikten kopuş kasti değilse Erdoğan’ın mesela uluslararası müzakerelerdeki performansı ve karar alma kudreti de sorgulanır. İkinci ihtimalse, aday Erdoğan’ın seçimi kazanmak için kamuoyunu manipüle etmek amacıyla bilerek artık neredeyse komiklik derecesinde gerçeklikten kopuk demeçler vermesi. Bu ihtimalse seçmenin zekasıyla dalga geçen ve ne pahasına olursa olsun seçilmeye and içmiş birinin ülke yönetimini hak edip etmediği sorusunu ortaya koyuyor. Benim aklıma başka bir ihtimal gelmiyor, her iki ihtimalde de ülkenin geleceği için sayın Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmemesinde sayısız fayda var. Elbette bir ihtimal daha var, hepimiz topluca bir sanrının içinde, bir halüsülasyonun içindeyiz, 2002’ye kadar İsmet İnönü’nün iktidarda olduğu gerçeği bize unutturuldu, vaziyet böyleyse şehir hastaneleri daha da genişletilmeli ve modern tıbbın imkanları kullanılarak ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun Erdoğan gerçekliğine uyum sağlaması mümkün kılınmalı” demiş.
AB: Değim yerindeyse şaftı kaymış bir durumla karşı karşıyayız, bu bir gerçek, yani “metal yorgunluğu partimi kapsadı” demişti, kendisi de bunun içerisinde, o da bir gerçek dolayısıyla şu anda Erdoğan’ın partisi eski parti değil, parti yok, devlet var, devlet çatışıyor Erdoğan’la bu seçimlerde. Kaç seçim izledik, partinin kuruluşundan beri de yakından izlemeye çalıştık, şu anda tabii yüksek sesle dile getiren insan sayısı sınırlı ama bu partinin kurucuları bugün Erdoğan’ın etrafında değil. Bu partide bu 16 yılda bakanlık yapmış, kuruculuk yapmış, üst düzeyde görevler yapmış insanlar etrafında yok. Şu anda 2 sene önce 15 Temmuz’dan sonra kurduğu hükümetten insanlar bile gitmiş durumda. Dolayısıyla bugün değiştirdiği belediye başkanları, yerine gelen insanların ismini bilmiyor partililer, biz de bilmiyoruz ama partililer de bilmiyor. Seversiniz sevmezsiniz ama öbürleri bilinen isimlerdi.
ÖM: Bu arada bir de çok önemli bir şey daha çıktı bu söylediğinize ilave olarak söyleyebilirim, CHP’nin Konya milletvekili adayı oldu ama eski yakınlarından Abdüllatif Şener AKP’nin kurucularından galiba, partiyi kurmadan önce cumhurbaşkanının kiminle birlikte Pensilvanya’ya gidip Fethullah Gülen’le görüştüğü sorusu vardı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce Gülen’i ziyaret ettiğini ve icazet aldığını söylemişti ya. Erdoğan da rakibine “başladın yalana, ispat etmezsen namertsin!” diye çıkışmıştı. Abdüllatif Şener de Sözcü’den Özlem Gürses’e bir demeç vermiş ve “24 Haziran’daki seçimleri Erdoğan’ın kazanması durumunda Türkiye’de ne hukuk, ne adalet, ne de devlet kalır!” demiş ve “AKP’yi kurmadan önce Ahmet Ergün’le birlikte gitti, en yakınındaki isim, kasası olarak bilinen Ahmet Ergün’le ziyarete gitti” diyor. Yakınındakilerin Erdoğan’a neden karşı çıkmadığı sorusuna da şu cevabı veriyor “çünkü hepsi bir koltuğa, bir ikrama nail olurum diye bakıyor ama zaten söyleseler de dinlemez ki o, hep kafasındakilerin gerçek olduğuna inanır. Ona aykırı bir şey söylerseniz herkesin içinde azarlar, döver!” demiş. Bunu Abdüllatif Şener söylüyor, yani bakan! “Bu basına yansıyan dayaklar filan hep doğrudur” demiş “yanında da Ahmet Ergün vardı” diyor. Buna ne diyorsunuz?
AB: Bunlar aslında yani Erdoğan’ın hakkında yazılan bir külliyat var lehinde ve aleyhinde, bunlar oralarda yazıldı, özellikle 17-25 Aralık’tan sonra ben de buradan çok dile getirdim kaynakları göstererek şu kitapta şu vardı, vs. Çünkü bu ittifakın 2001 yılında parti kurulmadan önce gerçekleştiğini cümle alem biliyor yani bu ittifakın kurulmasına aracı olan aktör unsurlar da biliyor. Tabii ki 17-25 Aralık’tan sonra Bekir Bozdağ ne dedi? “Biz bu saate kadar bunların farkında değildik” dedi bunu aleni. Hatta daha sonra 17-25 Aralık’tan sonra ne oldu? Abdullah Gül’le Erdoğan Fehmi Koru ile Gülen’e göndermedi mi?
ÖM: Evet.
AB: Bunlar yazıldı, çizildi. Yani bunlar için Abdullatif Şener tabii ki son derece önemli bir figür, 4 tane kare ası vardı parti kurulduğunda, Şener’di, Gül’dü, Erdoğan’dı, Arınç’tı, şimdi bunlar birbiriyle paralize olmuş durumdalar. Dolayısıyla gerçeğe uymayan ifadeler ve propaganda yöntemi yıllardır kullanılan bir durum. Evet muazzam bir yorgunluk ya da işte dağılmışlık söz konusu, partide, partiyi göremiyoruz artık tamamen devlet propagandada, OHAL var.
ÖM: İstanbul valiliğinde de çok ilginç bir şey var “cumhurbaşkanımız sayın Recep Erdoğan Doğu ve Güneydoğu Sivil İrade Platformu’nca düzenlenen iftar programına katıldı” diye Twitter hesabından açıklama yapıyor İstanbul’da fakat paylaşılan fotoğraflar iftar programında bayağı ilginç bir uygulamadan bahsediyor, bugünkü Cumhuriyet gazetesinde de görebiliyoruz fotoğrafını. Erdoğan seçim kampanyası kapsamında her akşam farklı bir iftar programına katılıyor, Erdoğan’ın oturduğu masanın diğer masalardan bir bantla veya panelle halktan ayrılmakta olduğu dikkati çekiyor. Yani Erdoğan’a yaklaşmanın yasak olduğu, bu çok ilginç bir durum değil mi?
AB: Bence daha önce yaptığı şeylerde, mitinglerde örnekleri var ama bir yemekte bandın kullanılması
CT: Hayranları belki de rahat bırakmıyorlardır.
AB: Evet!
CT: Vaktimizin sonuna gelirken ben bir soru sormak istiyorum. Dün aklıma geldi bu soru, Muammer İnce’nin Kadıköy mitingini izlerken geldi aslında. Yaklaşık 1 ya da 1,5 ay önce ortak bir adayla beraber cumhurbaşkanının karşısına çıkmaya çalışıyordu muhalefet ve bu konuyla alakalı çeşitli adaylar ön plana çıkarılmaya çalışılıyordu. Bunlardan bir tanesi de Abdullah Gül’dü. Şu andaki atmosferle Abdullah Gül’ün geldiği atmosferi bir şekilde karşılaştırabilmek mümkün değil tamam, yani gereksiz bir durum olabilir ama nasıl bir durum içerisinde bulunabilirdi eğer Abdullah Gül aday olsaydı diye düşündüm kendi kendime bir çıkmaza çıktım. Belki sizin bir öngörünüz vardır şu andaki durum üzerinden karşılaştırmak gerekirse. Abdullah Gül olsaydı ne olurdu?
AB: Abdullah Gül o kadar freni yani muhalefet etmek için zamanlamayı yapamayan bir insandı daha önceki dönemlerde de, şu anda da hala ortaya çıkmıyor. Yani bu grupta Abdullah Gül gerçekten Bülent Arınç oğlunu damadını aday yaptı, Abdüllatif Şener belli yeri var, Gül yeniden sessizliğe gömüldü.
CT: Fena küstürmüşler herhalde?
AB: Fena fena artık kızdırmışlar mı küstürmüşler mi bilemiyorum.
ÖM: Ben de bu noktada bir öneride bulunabilir miyim? Abdullah Gül’ün yapabileceği en ilginç şeylerden biri bir helikoptere atlayıp Beştepe’de sarayın bahçesine inmek olabilir, hoş olabilir.
CT: İade-i ziyaret!
ÖM: İade-i ziyaret olarak nasıl?
AB: İade-i ziyaret bu şekilde olmaz, bence arada aracılar gider.
CT: Sürpriz ziyaret yapılamaz çünkü hava savunma sistemleriyle beraber donatıldı.
ÖM: Allah muhafaza indirirler roketlerle filan!
AB: Konuşacağımız birçok şeyi konuşamadık ama son bir şey çok şey değişti Erdoğan’ın çevresinde kurucu insanlar, bir yığın bakan, bir yığın bürokrat, bürokratların alayı değişti, vs. hele 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ama 2 bürokrat değişmiyor Genelkurmay başkanı ve MİT Müsteşarı. Dikkatinizi çekerim!
ÖM: Farkındayız.
AB: Bu ikisi için de ne dedi? “Sır küpüm” dedi birisi için, ikisi için de 15 Temmuz’dan sonra “dere geçilirken at değiştirilmez” dedi. Bütün atlar değişti ama bu iki at değişmedi, kendi değimiyle bu iki at aynı zamanda Abdullah Gül’ün de sessizliğini sağlayan unsurlar oldu. O yüzden ben size şöyle bir şey söyleyeyim gazetecilik tecrübemle, eğer bu iki figür sırtını dönmezse dönmeden iktidar değişimi kolay kolay olmaz. Son nokta!
ÖM: Ben de son bir tarihi ilavede bulunayım Ali bey, o dere var ya geçilmeyen, o derenin adı Rubicon!
CT: Roma’daki değil mi?
ÖM: Sezar’ın “zarlar atıldı, Rubicon geçildi”
AB: Bunun için bu metal yorgunluğu eğer Erdoğan’da, partisinde, kadrolarda onu bugüne kadar destekleyen o yoksul illüzyonu ortadan kaldırması lazım. Yoksul illüzyonu, onların oyları ipoteğin kaldırılmasıyla birlikte aynı zamanda Erdoğan’ın parametresi olan çok önemli iki kurum ve yapının da bu gidişatı görerek sırtını dönmesi lazım deyip şimdilik burada kapatalım. Çok konu var, ekonomiye de değinemedik, ben hakkımı iyi kullandığımı söyleyemem.
ÖM: Estafurullah, devamını da getirebiliriz bu seçim sath-ı mahallinde, sık sık böyle kısa şeylerle devam edebiliriz.
AB: Özellikle muhalefette Karamollaoğlu ve Saadet partisi performansı altının çizilmesi gereken şeylerden biri, yani çıkışı seçimdeki önemli şeylerden biri. Kandil harekatı, Menbiç hususu, vb. çok şey var ama burada keselim artık. Bir de Haçlı seferi başlıyor biliyorsunuz!
ÖM: Evet!
AB: Bir nokta var onu kaçırmayalım 18 yaş, bağırıyor, kızıyor lider mitingde diyor ki “ne çabuk unuttunuz, size 18 yaş seçilme hakkını biz verdik” diyor. Bu psikoloji çok enteresan!
ÖM: Yani gençlerden memnun değil ama liseleri bir yandan da
AB: Nankör kedi rolüne girdiniz mi durum kötüdür!
CT: Ama gerek de yok yani.
AB: Ama o kedilerin ayaklanması lazım.
CT: O biraz zor olabilir. Son bir ekleme de ben yapayım bu hafta sonu okuduğum notlardan bir tanesi bu da. AKP seçmenlerinin %36’sı internete hiç girmiyormuş. Yani internet üzerinde yapılan muhalefetin bir şekilde sokağa çıkmadan kendi aranızda döndürülen muhalefetin AKP seçmenine değme olasılığı biraz 1/3 oranında değmiyormuş. Bu da Konda’nın son raporlarından bir tanesiydi. Zor yani biraz işler.
ÖM: Evet, mücadeleye devam. Peki hoşça kalın”
AB: Hoşça kalın!