Türkiye, terörizm suçlamalarının ceza hukukundaki kullanımı bakımından çifte bir hukuki-siyasi kriz yaşıyor. Herkesin bir gün “terörist” olarak kolaylıkla yargılanabileceği tuhaf bir “terör hukuku” uygulaması sadece yurttaşları, avukatları, sivil toplum çalışmaları yapan iş adamlarını değil aynı zamanda gelmiş geçmiş tüm kurucularını/kullanıcılarını da yutan ve yutacak bir “kara delik” haline gelmiş durumda.
Siyasi-hukuki krizin sebeplerinden ilki terörizm kavramsallaştırmasının hukukun içine yerleştirilmesiyle ilgiliyken, ikincisi anti-terör söyleminin Türkiye’deki araçsal kullanımı ile ilgili ve yurttaşlığın ve hakların kaybının yargı eliyle normalleştirilmesi uygulamalarına dayanıyor.
Anti-terör yasaları ve hukuk
Bu sorunun temelinde öncelikle terörizmin bir ceza hukuku kategorisine dönüştürülmesi gerçeği yatar. Terörizmin, tıpkı siyasi suç kavramsallaştırması gibi bir suç vasfı olmaktan çıkartılarak bir suç türüne dönüştürülmesi 20. yy’a ait bir hukuk politikası ürünü ve hak kaybına dönük siyasal ve hukuki etkileri sanıldığından çok daha derin oldu. Esasen 20.yy’da üretilen "soykırım", "nefret suçu" vb. gibi suç türleri, tıpkı terörizm suçu gibi son derece başarısızdı ve ceza hukukunu hiç olmayacak bir politik uzlaşmanın aracına dönüştürmüştü. 20.yy’ın başında yaşayan hukukçular, bu yeni suç önerilerinin ceza hukukuna yönelik etkilerini çok erkenden haber vermişlerdi aslında. Örneğin 1926 Milletlerarası Ceza Hukuku Kongresi'nden başlayarak terörizm meselesinin özel bir suç türüne dönüştürülmesi teklifi yapılmış, fakat hukukçuların büyük çoğunluğu “belirsiz ve kaypak” bir alan açılması ve “politik kullanıma açık olması” tehlikesine işaret ederek karşı koymuşlardı. Benzer bir tartışma Kral Aleksandr suikastı sonrası 1937 Milletler Cemiyeti Cenevre Konvansiyonu'nda tartışılmış, fakat teklif akim kalmıştı. Bu vesileyle İngiliz delegesinin “Birleşik Krallığın kıskançlıkla koruduğu özgürlükleri tahrip etme tehlikesi” taşıdığına dair muhalefet şerhini de hatırlatmış olalım. Uzun bir aradan sonra Münih baskınını takiben Birleşmiş Milletler, 1972’de terörizmin önlenmesine yönelik bir anlaşmayı yürürlüğe soktu. 1969’da Batı Almanya Ceza Usul Yasasında terörizm suçlarıyla ilgili bir değişiklik yaparak “iki farklı hukuk” alanını yaratan ilk ülke olmuştu zaten. 1972’de Birleşik Krallık ise 10 nolu kararnamenin yerine geçici bir anti-terör yasası çıkardı. Fakat vaat edildiği gibi hiç de geçici olmadı. Halen çeşitli değişikliklerde varlığını sürdürüyor. P. Hilyard’ın pek yerinde vurguladığı gibi terörizmin ceza hukukuna yerleştirilmesine dair bu uygulamalar, ülke içinde “terörist” olarak adlandırılan ve “yurttaş”tan farklılaşan bir “topluluk” üretilmesine ve toplum ile topluluk arasındaki sınırların ise sürekli olarak politik bir kararla belirlenmesinin yolunu açıyor. Böylece hükümetlerin kimin düşman kimin dost olduğu kararına bağlı olarak yürütülen bir “düşman ceza hukuku” uygulaması yasallaşmış oluyor, hukuk devleti bütün eşitlik, özgürlük ve adalet iddialarından vazgeçerek sıradan bir baskı aracı olarak yeniden örgütlenmiş oluyordu.
Anti-terör söylemi ve Türkiye
Fakat, Türkiye’nin bu konudaki hikayesi farklılıklar taşır ve tam anlamıyla “Türk tipi”dir. Türkiye, egemenlik krizinin başladığı 2003-2004’lerden itibaren kurumsal gelenek ve teamüller kadar “adli strateji”lerin de sürekli değiştiği bir ülke konumunda. Terörizm ve anti-terörizm söylemi ise bu derin siyasal krizin en temel sahalarından birisi. Türkiye Cumhuriyeti, geleneksel olarak sadece sosyalistlerin, Kürtlerin ve İslamcıların “terörist” olabildiği bir ülke iken 2006’dan itibaren ordu mensuplarının da kitlesel olarak terörist haline getirildiği bir adli strateji örgütlendi ve ilk defa “yargı mağdurları” sınıfına askerler de eklenmiş oldu. Genelkurmay Başkanı bile terör örgütü üyesi olarak yargılanırken hak ve adalet talebinin “devletlü” sınıfların içinden yükseldiğine ilk olarak tanık olmaya başladık. Cumhuriyetin birkaç kuşaklık tarihinde topu topu birkaç generali o da emekliyken yargılayabilmişti Türkiye yargısı. Buna karşılık ilk kez 2007 sonrası Türkiye’de askerler, birdenbire terörist ithamı ile karşılaştıklarında, hukukun ülkeyi tanzim edici bir araç değil de egemenlere karşı ileri sürülen bir hak mücadelesi alanı olduğu gerçeğini ilk kez ve ürküntüyle fark ettiler. 2014 ve sonrası ise bu kez Genelkurmay Başkanını terörist olarak yargılayan polis, asker ve yargı mensuplarının terörist olarak yargılandığı yeni bir adli strateji ile karşı karşıya kaldık. Artık Gülenist örgüt terörist idi. Geride terörist olmamış herhangi bir yurttaş veya örgüt kalmadığına göre durum açıktır: Belli ki ceza hukuku, terörizm suçunun ihdasıyla birlikte yasal bir Rus ruleti haline gelmiş durumda ve yarattığı tehdit herkes için.
Şimdi teslim edelim ki 20. yy başındaki hukukçuların terörizm ceza hukukuna yerleştirilirse “her nefis bir gün terörist olacaktır” mealindeki kehaneti, Türkiye sahasında doğrulanmaya devam ediyor. Bu ülkeyi yönetmiş, emniyet, ordu ve yargıda görev almış kişilerin birbirlerinin peşi sıra “terörist” olarak yargılanması buradan bakıldığında anlaşılabilir hale gelirken aslında bütün Türkiye yurttaşlarının da onlarla aynı dayanıksız ve her an değişebilir bir hukuki düzlemde olduğu duygusu giderek normalleşiyor. Bunun anlamı çok basittir ve Türkiye’nin yurttaşları giderek yurttaş olmaktan çıkartılıyor. Gerçek bir hukuk ve adalet için ise yapılacak ilk şey terörizm gibi, savunucuları dahil herkesin kolaylıkla dahil edilebileceği suç ithamı eğilimlerini derhal terk etmek olmalı.