İktidardaki gücün fiilen kurduğu “kendi sistemi”nin ve bunu kalıcı ve yasal hale getirmek için attığı adımların toplumun bir kesiminde elle tutulur biçimde karşılığı var. Bu karşılığın zeminini milliyetçi vurgusu baskın bir dindarlık ve onun tahayyül dünyası oluşturuyor.
“En kötü zaman, yönetenin ve halkın kötülüğünün birleştiği zamandır.” Bu mesel, 8. yüzyılda yaşayan ve genç yaşta öldürülen İranlı düşünür, çevirmen ve bürokrat İbnu’l-Mukaffa’nın devlet yöneticileri için öğütlerinin yer aldığı derlemede yer alıyor (“İslam Siyaset Üslubu”, Dergâh Yayınları, alıntıyı aktaran gazete duvaR’da Ali Topuz). Mecusi bir aileden gelen ve Müslümanlığı kabul eden İbnu’l-Mukaffa’nın zındıklık suçlamasıyla öldürüldüğü iddia edilir. Öldürülmesinin esas nedeni Abbasi halifesi Mansur’un idaresini açıkça eleştirmesidir.
“Acemin en zekisi” olarak da nitelendirilen İbnu’l-Mukaffa’nın yukarıda alıntılanan meseli, modern zamanlar için de geçerli, evrensel bir tespittir. Örneğin tarihe mutlak kötülük timsali olarak geçen Nazi yönetimi altındaki Almanya’nın durumunu özetler. Nazi yöneticilerinin temsil ettiği ve sergilediği kötülüğün, toplumun önemli bir bölümünde karşılığı vardır. Nazi kötülüğü, sadece Hitler’e, Gobbels’e, Himmler’e atfedilemez. Ama kötülüğün yoğunlaşmasında, iktidar gücü haline dönüşmesinde elbette Hitler gibi bir “Rehber”in kişiliğinin ve varlığının önemli bir payı vardır.
Otoriter rejimlerin totaliterliğe dönüşmesi sadece yukardan aşağıya, iktidar gücünden topluma doğru inen bir etkileme ve yönlendirme dinamiğiyle gerçekleşmez. Aynı zamanda toplumun belli bir kesimindeki beklentileri, içselleştirilmiş hıncı, bastırılmış kompleksleri, korkuları kanalize eden, bunlarla iktidar söyleminin hemhal olmasını gerektirir. Totaliter rejim yerleştikten, bütünüyle kurumsallaştıktan sonra, toplumdan gelen bu dinamiğin beslemesine ihtiyacı azalır ve hemhal olduğu çevreleri de tehdit eder hale gelir. Elde artık toplum olma niteliğini büyük ölçüde yitirmiş, gücü elinde tutan, karşısında herkesin tek ve yalnız olduğu bir insan topluluğu kalmıştır.
Bugün Türkiye’de yukarıda kaba hatlarıyla tarif edilen bir toplumsal enerji ve ondan beslenen ve onu besleyen bir siyasal dinamiğin hegemonya kurma mücadelesi devam ediyor. İktidardaki gücün fiilen kurduğu “kendi sistemi”nin ve bunu kalıcı ve yasal hale getirmek için attığı adımların toplumun bir kesiminde elle tutulur biçimde karşılığı var. Bu karşılığın zeminini milliyetçi vurgusu baskın bir dindarlık ve onun tahayyül dünyası oluşturuyor. Bu kindar ve kötücül milliyetçi-mukaddesatçı tahayyül dünyasının keskin ifadelerinin, iktidarın makbul bir televizyon kanalında, 31 Aralık gecesi düzenlenen katliamın ardından, “Saldırı cihadı ile savunma cihadının fıkıhı farklıdır!” türü değerlendirmeler altında topluma aktarılmasına şahit oluyoruz. Biliyorsunuz günümüzün önemli konusu, Reina katliamının “saldırı cihadı” mı, yoksa “savunma cihadı” mı olduğudur! Açık bir nefret söylemi olan bu sözler günümüz Türkiye’sinde bildiğimiz kadarıyla herhangi bir soruşturmaya neden olmadan dile getiriliyor.
İsmet Özel, Ekim 2015’te düzenlenen bir toplantıda, bir sanatçı olarak bu kötülük ruh halinin en uç ifadelerini dile getiriyordu: “Bütün insanlar, Müslümanolmayanlar Müslümanlardan korksun diye...Yani Müslümanın ilk görevi teröristolmaktır. Kâfirler Müslümanlardan korkacaktır. Korkmadığı zaman Müslüman Müslüman değildir.” İslamofaşizmin bu açık ve net dışavurumları, daha örtülü biçimde çok daha geniş bir çevrede ve giderek daha fazla karşımıza çıkıyor. Bunlar halen marjinal sesler, sözler olarak değerlendirilebilir. Ama büyük ölçüde kurulan ve şimdi pekiştirilmesi için çaba gösterilen siyasal hegemonya içinde yer alan sözlerdir. Bunun eyleme geçen halleri linç girişimleri olarak giderek daha fazla kendini gösteriyor.
Çok kötü bir zamandayız ve bundan çok daha kötüsüne doğru büyük ölçüde yukardan, kısmen de aşağıdan gelen bir tazyikle sürükleniyoruz. İnsan, sonu her yerde büyük bir çöküş ve yıkım olmuş olan bu gidişatı iktidar cephesinde de görüp, frene basacak aklı selim sahipleri kalmıştır diye ümit etmek istiyor. Bu tür kötü zamanlar önünde sonunda herkesin altında kaldığı bir felaketle nihayete erer. Tarihi tekrar etmek bir gereklilik midir?