(Fotoğraf: Oğulcan Ekiz)
* Açık Radyo'da her Cuma günü saat 10:00'da yayınlanan "140journos: Vatandaş haber bülteni" programını hazırlayan 140journos 2. yılını doldurdu. Bu vesileyle gazeteci George Monbiot'nun "Daha Az Yanlış Yapmaya Dair" başlıklı makalesini Açık radyo ekibiyle beraber Türkçeye çevirdiler. Ömer Madra da 140journos'un manifestosu sayılabilecek bu makaleyi Açık Radyo stüdyosunda okudu. İzlemek için tıklayın:
***
140journos ise durumu şöyle özetliyor:
"1995’ten beri yayınına devam eden Açık Radyo, medya ve iletişim alanlarında okuyan ve biraz da kaygılı her öğrenci için bir vahadır. Alternatif medya üzerine çalışanlar için ise Açık Radyo’nun sürdürülebilirlik anlamında hayata geçirdiği dinleyici destek projeleri, Türkiye gibi bir ülkede ender örnekler arasında görülür. Yani Açık Radyo normal ya da olması gerekenden ziyade, istisnadır. 2013 yılının Kasım ayı itibariyle Yaratıcı Fikirler Enstitüsü olarak 140journos projesinin haftalık haber bülteni ile bir parçası olduğumuz Açık Radyo’da genel yayın yönetmeni Ömer Madra’yla henüz program haricinde fazla zaman geçirememiş olsak da, bir araya gelindiğinde oluşan muhabbet ortamında paylaşılanlar gerçekten paha biçilemez oluyor. 1 Kasım’daki ilk programımızın ardından odasında çayla karışık bir muhabbete daldık. Yeni yayın dönemi öncesi seçmelerde 140journos vatandaş haber bülteninin beta kaydını dinler dinlemez aklına 2011 yılında George Monbiot tarafından yazılan On Trying To Be Less Wrong makalesinin geldiğini ve bu makaleyi mutlaka okumamız gerektiğini söyledi. Yayında değindiğimiz bazı anekdotlar, ona Monbiot’un makalesinde bahsettiği kritik noktaları hatırlatmış. Madra üç nüsha çıktı aldığı makaleyi bizlere yüksek sesle okurken Cem ile birbirimize 'Bu 140journos’un adı konulmamış manifestosu!' dercesine baktık. Bazen insan yalnız hissedip rüzgâra karşı savaştığını düşünüyor fakat bazen de iki satırlık bir yazı, ilk günkü gibi motive edebiliyor."
***
Daha Az Yanlış Yapmaya Dair
George Monbiot, 28 Haziran 2011
Benim işim insanlara duymak istemediklerini anlatmak. Yola çıkış amacım bu değildi. Ben yalnızca ilginç ve önemli olduğunu düşündüğüm konuları işlemek istiyordum. Fakat nereye dönersem döneyim, bir inkâr duvarına tosladım.Her yerde, herkes birşeyleri inkâr ediyor. Artık inanmaya başladım ki bu, insanlığımızın özünde olan bir bileşen ve önemli bir hayatta kalma stratejisi. Biz, diğer türlerden farklı olarak öleceğimizin bilincindeyiz. Görmezden gelemiyor olsak, bu bilgi bizi mahvedebilir. Fakat yine diğer türlerin aksine, bunu nasıl bilmezden geleceğimizi de biliyoruz. Bu benzersiz yeteneği, yalnızca fânilikle ilgili bilincimizi bastırmak için değil, bize rahatsız veren her şeyi bastırmak için kullanıyoruz ... ta ki hayatta kalma stratejimiz, hayatta kalmamız açısından bir tehdit oluşturuncaya kadar.
Ne zaman ters bir konuyu kamuoyunun dikkatine sunmaya çalışsam, endişelenecek hiçbir şey olmadığına dair inatçı bir kakofoni korosu ile karşılaşmışımdır. İnkârın boyutlarının delillerin gücüyle uzaktan yakından alakası yoktur – belki inkârı güçlendirecek olanlar hariç.Medyanın yapısı, inkârı şiddetlendirir. Kanımca gazeteciliğin amacı, gücü ve iktidarı hesap vermeye zorlamaktır. Ama gazetecilik ezici çoğunlukla, güce meydan okuyanlara karşı gücü desteklemekte kullanılır. Çoğu medya grubu, çok varlıklı kişilere ya da şirketlere ait. Onlar da kendilerine benzer genel yayın yönetmenlerini işe alırlar; o medya kurumunun çalışanları da çıkarlarının ne yönde olduklarının kesinlikle farkındadırlar. Varlıklı olmanın ayrıcalıklarından biri de, sizin adınıza inkâr işiyle uğraşabilecek kişileri çalıştırabilmenizdir. Mülk sahibi sınıfın çıkarlarıyla çatışan veya o sınıfın kabullerini ve varsayımlarını altüst eden görüş ve bilgiler, onların emrinde çalışan elemanlarca ya hararetle inkâr edilir ya da tamamen görmezden gelinir.Nasıl gazeteciler muktedirlere nadiren hesap sorabilecek durumda iseler, aynı şekilde gazetecilerin gücünden hesap sormaya yarayan araçlar da pek azdır. İnternet, şaşırtıcı bir şekilde, gazeteciliği bir açıdan daha az hesap verir hale getirirken, bir taraftan da, aynı görüşteki insanların bir araya gelip daha fazla ses çıkarmalarını ve kendilerine karşı duranların seslerini bastırma ya da seslerini hepten kesme eğilimini pekiştirdi. Gazeteciler, özellikle köşe yazarları ve yorumcular, sadık takipçilerini mıknatıs gibi çekerler ve bu takipçiler onları eleştirilere karşı savunurlar. Bu yorumcular takipçilerinin neleri duymak istediklerini çabucak öğrenirler. Görüşlerini, ancak ve ancak hayranlarını yabancılaştırma pahasına değiştirebilirler. İleri sürdükleri görüşlerin doğru olmadığı tekrar tekrar kanıtlansa bile, senaryolarına bağlı kalmakta ısrar ederler. Hiçbirşey, iyi gazeteciliği, kahraman muamelesi görmekten daha fazla mahvedemez.Gazetecilerin meydan okuması gereken şey, sadece güç değildir; onlar, aynı zamanda kendilerine de meydan okumalıdırlar. Herhangi bir iddiayı ileri sürmeden önce, kanıtların inandığımız şeyleri destekleyip desteklemediğini kendi kendimize sormalıyız. Birşeyleri yanlış söylediğimizi keşfettiğimiz zaman da, yanlışımızı söylemeye hazırlıklı olmalıyız. Gururumuzu bir yana bırakıp yanlış yaptığımızı kabul edebilmek, erdemli olma konusundaki tek umudumuzdur. Bu da, daha iyi bir dünya yaratma konusundaki tek umudumuzun buradan geçtiğini söylemenin bir başka yoludur zaten.Kanıtlar, sabit değildir. Yeni bulgular elde edildikçe, toplumlar, teknolojiler ve güç ilişkileri değiştikçe, gerçekler de değişir. Kimlikler de sabit değildir. İnsanlar, bir anda kurban, bir başka anda zalim olabilirler. Kanıtları gözardı ederek bir inanç kümesini sürdürmenin hiçbir erdemli tarafı yoktur. Hatta, ne başka insanları sorgusuz sualsiz takip etmenin, ne de kayıtsız şartsız sadık kalan bir taraftar ordusu yetiştirmenin erdemli bir yanı vardır.Kesin yanılgı içinde olabiliriz pekala, ama kesinlikle haklı olmak diye birşey yoktur. Kişinin yapabileceği en iyi şey, eldeki kanıtları, sürekli gözden geçirmek ve bilgilerini sürekli iyileştirip güncellemektir. Bunları yapmaya gayret eden gazetecilik, okumaya değerdir. Yapmayanı ise, zaman kaybından ibarettir.
Aynı derecede önemli olan bir diğer husus da şudur: gazeteciler, dile getirdikleri gerçeklerin kaynaklarına referans vermeli ve ulaştıkları sonuçlara nasıl vardıklarını böylelikle göstermelidirler. Kimseye güvenmeyin, ama başvuru kaynaklarını sağlayamayanlara, en az güvenin. Herhangi bir alanda sana kendi kayıtlarını göstermeyecek biri, şarlatandan başka birşey değildir.Dolayısıyla, bu sitedeki makaleleri okurken, bunların tümüne katılmayı ya da tümüne karşıt fikirde olmayı ummayın. Ben kendim bile artık hepsiyle aynı görüşte değilim. Belki de tutarsızlıklar, hatta birkaç yıl önce inandığım şeylerin bazıları ile bugün inandığım şeylerin bazıları arasında keskin çelişkiler bulacaksınız.Son derece karmaşık bir dünyada yolumu bulabilmek ve o dünyayı anlamak için didinip duruyorum. Sahip olduğum tek yararlı beceri, pek çok bilgiyi hızlı okuyabilme ve işlemden geçirebilme yeteneğimdir: Ortalama olarak, yazdığım her köşe yazısı için 600 sayfa kaynak belge okurum. Ama bu, yeterli olanın kıyısından bile geçmez. Bırakın kapsamlı bir genel bakış sahibi olmayı, dünyanın karmaşıklığı ve herhangi bir konuda usta olmanın imkânsızlığı, hep bir yerlerde daima bir yanılgı içinde olabileceğimizi bize gösterir zaten. Karmaşık bir sistem, sade, yalın ve tutarlı yanıtlar üretemez. İnsanoğlu ya da akla gelebilecek başka herhangi bir varlık tarafından yaratılan bir sistem mükemmel cevaplar üretemez. Yaptığımız her seçim birtakım kazançlarla uzlaşıları kapsar. Bu, benim yavaş yavaş ve kerhen aldığım bir ders.Ne var ki, belli bazı meseleler hakkındaki görüşlerim değişir ve daha da karmaşık hale gelirken, temel ilkelerimde herhangi bir değişiklik olmadı. Temel ilkelerimse, her kim mağdursa onun yanında durmak, ve her kim zalimse onun karşısına dikilmektir. Bizler, yoksulu zengine karşı, güçsüzü güçlüye karşı, silahsızı silahlıya karşı savunmak durumundayız. Bize hayat veren biyosferi savunmak zorundayız: İki sebepten dolayı: Öncelikle o, harika birşey olduğu için savunmalıyız onu. Ayrıca, elinde güç bulunan (halen sağ ve salim ve de paralı olan) bizlerin, (henüz doğmamış veya düşkün durumda olan) ötekileri hayatta kalmalarını sağlayan araçlardan mahrum bırakmaya hakkımız olmadığı için. Kendimize nasıl davranılmasını istiyorsak, başkalarına da aynı şekilde davranmak zorundayız.Bu amaçların hiçbirine, pasif kalarak erişilemez. Hepsinde bir yüzleşme sözkonusudur. Diğer çatışma türleri kendimizin ve başka insanların inkârcılıklarıyla ve gücü elinde tutanların yalan dolanlarıyla karşı karşıya gelmeyi gerektiriyor. İşte benim rolüm de, bu noktada başlıyor. Bu sitedeki makaleler, benim araştırma yoluyla güce karşı koymak ve duymamayı tercih edeceğiniz türden hikâyeler anlatmak üzere düşe kalka sürdürdüğüm çabalardır.
Çeviren: 140journos ve Açık Radyo ekibi.
***
On Trying To Be Less Wrong
George Monbiot, 28 June 2011
My job is to tell people what they don’t want to hear. That is not what I set out to do. I wanted only to cover the subjects I thought were interesting and important. But wherever I turned, I met a brick wall of denial.
Denial is everywhere. I have come to believe that it’s an intrinsic component of our humanity, an essential survival strategy. Unlike other species, we know that we will die. This knowledge could destroy us, were we unable to blot it out. But, unlike other species, we also know how not to know. We employ this unique ability to suppress our knowledge not just of mortality, but of everything we find uncomfortable, until our survival strategy becomes a threat to our survival.
Whenever I have tried to bring an awkward issue to public attention, it has been greeted with a cacophony of voices insisting that there is nothing to worry about. The volume of denial bears no relationship – except perhaps a positive one – to the strength of the evidence.
Denial is exacerbated by the nature of the media. I believe that the purpose of journalism is to hold power to account. But it is used, overwhelmingly, to support power against those who challenge it. Most media organisations are owned by very wealthy people or corporations. They appoint editors in their own image, and the people who work for them are acutely aware of where their interests lie. One of the privileges of wealth is that you can employ other people to engage in denial on your behalf. Ideas and information which conflict with the interests of the proprietorial class, or upset their assumptions, are either energetically denounced or comprehensively ignored by their employees.
Just as journalists seldom hold power to account, there are few means by which the power of journalists is held to account. The internet, paradoxically, has in one respect made journalism less accountable, as it exacerbates the tendency for like-minded people to clump together, and to shout down or shut out the voices which challenge them. Journalists – especially commentators – attract loyal followers, who defend them from criticism. They quickly learn what their followers want to hear. They can change their opinions only at the cost of alienating their fans. Even if their claims are repeatedly exposed as false, they must stick to the script. Nothing destroys good journalism more effectively than being treated as a hero.
It is not just power that journalists should challenge: they should also challenge themselves. Before making any claim, we should ask ourselves whether the evidence supports our beliefs. When we discover that we have got something wrong, we must be prepared to say so. Being able to abandon pride and admit that we are wrong is the only hope we have of acquiring wisdom. That is another way of saying that it’s the only hope we have of creating a better world.
The evidence is not fixed. The facts change as new findings are made, and as societies, technologies and power relations change. Identities are not fixed either. People can be victims at one moment, oppressors at another. There is no virtue in sustaining a set of beliefs, regardless of the evidence. There is no virtue in either following other people unquestioningly or in cultivating a loyal and unquestioning band of followers.
While you can be definitively wrong, you cannot be definitely right. The best anyone can do is constantly to review the evidence and to keep improving and updating their knowledge. Journalism which attempts this is worth reading. Journalism which does not is a waste of time.
Just as importantly, journalists should show how they reach their conclusions, by providing sources for the facts they cite. Trust no one, but trust least those who cannot provide references. A charlatan, in any field, is someone who will not show you his records.
So, in reading the articles on this site, don’t expect to agree – or to disagree – with all of them. I no longer agree with all of them myself. You will find consistencies but also stark contradictions between some of the things I believed a few years ago, and some of the things I believe today.
I have tried to navigate and understand a world that is extraordinarily complex. The useful skill I possess is an ability to read and process a lot of information quickly: on average, I read around 600 pages of source material for every column I write. But this is nowhere near enough. The world’s complexity, and the impossibility of mastering any subject, let alone of achieving a comprehensive overview, means that we will always be wrong in some respects.
A complex system cannot produce simple or consistent answers. A system created by human beings – or by any conceivable entity – cannot produce perfect answers. Every choice we make involves pay-offs and compromises. This is a lesson I have learnt slowly and reluctantly.
But while my opinions about particular issues have changed and become more complex, my underlying principles have not. These are that we should stand up for the victims, whoever they might be, and against the aggressors, whoever they might be. We should defend the poor against the rich, the powerless against the powerful, the defenceless against the armed. We should defend the biosphere that gives us life: both because it is wonderful and because those of us who possess agency (who are alive today and have money) have no right to deprive others (who are not yet born or who are poor) of their means of survival. We must treat other people as we would wish to be treated ourselves.
None of these aims can be passively achieved. All involve confrontation. Among other forms of conflict, they require confrontation with denial – our own and other people’s – and with the falsehoods of those who possess power. This is where I have a role. The articles on this site are my stumbling attempts to confront power with research, and to tell the stories you would prefer not to hear.”