Yorgun Anılar Zamanı

-
Aa
+
a
a
a

Eraslan Sağlam: Can Yayınları'ndan Kasım 2004'te çıkan Ayşe Sarısayın'ın 'Yorgun Anılar Zamanı' çok yakın bir tarihte Sait Faik 2005 Hikâye Armağanı'nı da aldı. Ayşe Sarısayın konuğumuz.

 

Bu ilk ödül değil, önce Yunus Nadi, ardından Sait Faik ödülünü almış bir yazar olarak edebiyat ödüllerine nasıl bakıyorsunuz?

 

Ayşe Sarısayın: Edebiyat ödüllerine olumlu bakıyorum. Zaten ödüllere katılmamdan da bu belli. Ödüllerin özellikle yeni başlayanlar için çok itici güç oluşturduğuna inanıyorum. Elbette ödül almayan bir kitap iyi kitap değil demek değil ya da ödül alan bir kitap en iyisi demek değil kesinlikle. Belli bir grubun, bir kaç kişinin beğenisine sunulan, az sayıda kitap içinden seçilen bir kitap. Ama sonuçta yazarı, özellikle benim gibi yolun başında olanları motive ediyor, biraz da korkutuyor, sorumululuk yüklüyor.

 

ES: Ki çok kıymetli bir jüri tarafından veriliyor bu ödül, dolayısıyla anlamı bir kat daha artıyor. Kitabınıza dönecek olursak, kapağındaki Modigliani ile içeriğindeki ilişkiyi nasıl açıklıyorsunuz?

 

AS: Modigliani'nin bu resmini yayınevi seçmişti, ben aslında gözümde bir şey canlandıramıyordum bu kitaba ne yakışabilir diye.

 

ES: Bence çok yakışmış.

 

AS: Ben de görür görmez çok sevdim, iki önerileri vardı, ikisi de Modigliani idi, ben bu kapaktaki kadının boynu biraz daha bükük olduğu için bunu seçtim, örtüştüğünü düşünüyorum. Genelde dışarıya karşı dirençli görünse de, iç dünyalarında hafif boynu bükük kadınları, ya da tersi.

 

ES: Söyleşinin ilerleyen bölümlerinde dinleyicilerimiz daha net anlayacaklar sanırım. Babanız Behçet Necatigil'in sizin edebiyatçı kimliğinize etkisi oldu mu?

 

AS: Sanırım oldu, ama bu da çok farkında olmadan oldu diyebiliyorum, çünkü ben yazmaya oldukça geç başladım, ama babamın şiiri ile çok yakından ilgilenmek, evdeki doğal ortamın sonucu iyi bir okuyucu olmak çocukluğumdan beri bir birikim sağladı. Ama genetik bir özellik, yazma yeteneği olduğunu düşünmüyorum, daha çok birikim ve ilgi olduğunu düşünüyorum. Çok doğal bir yetenek olsaydı belki çok daha önce çıkardı ortaya.

 

ES: Yine ben çok net bir şekilde ilişkilendirebiliyorum, özellikle öykülerinize kurduğunuz üst başlıklarla, Behçet Necatigil alıntıları ile çok ciddi bir şekilde ilişkilendiğini düşünüyorum. Öykülere geçecek olursak, 'Gökyüzü Masalları' ile 'Binbir Gece Masalları'nın sanırım birbirine değen yerleri var.

 

AS: Güzel bir yorum. Masallar konusunda bir kaç söz söyleyebilirim; masal çok okudum çocukluğumda, masallarla büyüdüm, masal insana çok zengin bir hayal dünyasının kapılarını açıyor. İmgelemi çok besleyen bir şey, sürprizler, beklenmedik olaylar...  Şaşırırsınız hep masal okuyunca, hele çocuksanız çok şaşırırsınız. Var bir ilişki.

 

ES: Özellikle kurgusal anlamda bir paralellik sezdim okurken. Beni en çok etkileyen, hatta okurken –çok kısa zamanda okudum, yarım günde okudum kitabınızı- gözlerimi yaşartan bir mesele var, o da çocuk belleğinin zenginliğini tutmayı becermişsiniz. Bu belirli bir yaştan sonra çok zormuş gibi geliyor ama sizin öykülerinizi okurken –dinleyicilerimiz hatırlayacaklardır, Arzu Başaran'la da burada bir söyleşi yapmıştık, onun 'İhlal' sergisi gezdiğimizde ya da o kitabı karıştırdığımızda olduğu gibi- bu unuttuğumuz, tutmayı kaçırdığımız çocuk imgelerimiz canlanıveriyor. Hemen kitaptan bir iki örnek vermek istiyorum, kapı çalınmasının çocukta yarattığı bir değişiklik olacağının heyecanı, yaldızlı çukulataların dışını düzleştirip kitap arasına saklamamız, annelerimizin her şeyden bir şekilde haberlerinin olmasını bilmemiz, camlı dolapların içinde duran ve dokunulmayan biblolar, çaktırmadan içine kaşık ucuyla kahve konulmuş sütlü kahve, Türk kahveleri gibi. Bu belleği bu kadar canlı tutmayı nasıl becerdiniz? Öncelikle tebrik ediyor ve ardından bu soruyu yöneltiyorum.

 

AS: Çok teşekkür ederim övgülerinize. Bellek ilginç, bunu aslında çok farkında olmadan tutuyoruz, ben de öyle tutmuşum. Bunların gerçekten farkında değildim, ama günün birinde bir çağrışımla herşey bir anda canlanıveriyor, unuttuğunuzu sandığınız bir sürü şey açığa çıkıyor. Sanırım önemli olan oraya uzanabilmek. Bende bunu çağrışımlar sağlıyor. Hepimizin belleğinde bunlar var, ama bir ipucu gerekiyor. Ben bunu biraz eski bir kazağa, bir örgüyü sökmeğe benzetiyorum; bir ilmekten başlarsınız ve bir kaç dakika içinde bütün o kazak bambaşka bir dokuya dönüşür, yani orada bir kıvılcım, bir çağrışım, ard arda bir sürü, bellekte saklanan ama sakladığınızın farkında olmadığınız anıyı getiriyor. Bunları sakladığımı ben de farkında değildim.

 

ES: Bir yerden başlıyoruz ve o başladığımız yerden geriye doğru pıtır pıtır dökülmeye başlıyor.

 

AS: Önemli olan onu tetikleyen, sizi ciddi anlamda etkileyen bir anı yaşamak herhalde?

 

ES: Açık Dergi programı yeni yayın döneminde çocuklarla, farkında olmadan çok fazla iş yapmaya başladı, program arkadaşlarımla birbirimizi çocuklarla ilgilenirken yakalıyoruz. Bu anlamda kitabınızı okurken şu hisse de kapıldım, evet yetişkinlere yönelik bir kitap yazmışsınız ama pekâlâ çoğu bölümlerini çocukların da okuyabileceği bir kitap. Böyle bir öneride bulunuyor musunuz? Yani çocuklar Yorgun Anılar Zamanı'nı alıp okuyabilirler mi? Ya da bir erişkinin seçeceği bölümleri onların sesinden dinleyebilirler mi? Bence bunun karşılığı evet.

 

AS: Evet, özellikle kitabın ilk bölümündeki öykülerin bazıları için dediğiniz doğru. "Atları da Vururlar" olabilir, orada bir çocuğun gördüğü bir düşten hareketle yazılan bir şey. Ya da "Gökyüzü Masalları" da belki. Ama şimdi çocuk bunu okusa mutlaka aklında bir şeyler kalacak, benim hayalim ise şu, erişkin olduğunda eğer bu kitap kalırsa, bir daha okursa ilk çağırışımları ile yıllar sonraki çağrışımların ne kadar farklı olduğunu algılayacak belki.

 

ES: Bu boyutunu hiç düşünmemiştim.

 

AS: Edebiyatın mucizesi de bu bence.

 

ES: "Atları da Vururlar" öykünüze baktığımızda beyaz atın kahverengi ata dönüşmesiyle bir sevgilinin, -ki bu tüyleri diken diken edici bir mesele, özellikle finali, tabii finali çok fazla söylemeyeceğim, çıkardığım sonucu söylüyorum sadece- tesellisinin sınırsızlığı ve ona duyulan sonsuz inancı görüyoruz. Bunun benim hayatımda bir karşılığı var, dolayısıyla öykülerin tümüne de baktığımızda "zaten bir anlamıyla çok inandırıcı, öbür mucizevi yanlarıyla da inanılmaz" gibi bir yorum yapmamız mümkün mü?

 

AS: Kitabı gerçekten çok iyi okumuşsunuz diyeceğim öncelikle, teşekkür ederim. Galiba ben böyle mucizeler yaşayacak kadar şanslı biri oldum, öyle yaşadım.

 

ES: Ben de.

 

AS: Onun için inanılmaz gelmiyor bana, öyle bir mucize olabilir. Bu öykü de zaten bir iki yerde söylemiştim, doğrudan benim çocukluk anılarımda dolaşıyor ve o espri de gerçek. Bir gün bir at vardı, biz onu aylar sonra gördük, bu çok gerçek bir öykü o açıdan inanılmaz değil, çok gerçek, yaşadığım için.

 

ES: Bu gerçek, umutlarımızı daha da arttırıyor ileriye yönelik. Gelelim bir başka enteresan öyküye, "İki Ters İki Yüz" öykünüzde bulaşıklarla ruhlarını durulayıp zaman geçiren, mercimek çorbası bulaşığının diğer bulaşıklardan temel farkını çok çok iyi bilen, sıkıntılarını her dakika çözüp bağladığı yemenisiyle gidermeye çalışan kadınlar görüyoruz. Öykü kahramanlarınızı karakteristik olanlardan değil de, burnumuzun ucunda, hepimizin çocukluğunda gördüğümüz tipik olanların hikâyelerinden seçtiğinizi ve aslında tipik görünenin ne kadar da derin olduğunu söylemek mümkün mü? Ekstrem kadınlar görmüyoruz.

 

AS: Çok hayatın içinden, sıradan, çok birbirine benzeyen gibi görünen ama hangi konumda olursak olalım bence bütün kadınların ortak bir özelliği var, her kadın toplumsal yapı, koşullanmalar, yaşama biçimimiz nedeniyle, bütün kadınlar mercimek çorbası tenceresi ile diğer tencerelerin farkını bilir. Öyle koşullanarak büyürüz çünkü ne kadar reddetsek de bu hayatımızda hep vardır, böyle bir kavram. Ben şunu açmaya çalıştım, sanıyorum çok sıradan görünen hayatların da altında başka bir şeyler var, o sıradan duruşu sağlayabilmek için insanın kendi iç dünyasında farklı derinlikler olması gerekiyor. Bu kişiden kişiye çok değişiyor ama, ya da böyle kadınlar tanıdım belki. Kadınların o anlamda biraz ortak özellikleri olduğunu düşünüyorum, dışarıya sergilenen kimlik ve içerideki çatışmalar.

 

ES: Kitabınızı okurken Açık Radyo ile de bir paralellik kuruyoruz, hiçbir çözüm önermiyorsunuz, sadece öyküyü aktarıyorsunuz, bu da çok cazip geliyor. Dolayısıyla ancak bize şunu sağlıyorsunuz, sokakta gezerken ya da pazarda iken, ya da evimize yardıma gelen kadına baktığımızda, bakıp geçtiğimizde aslında ne kadar bakıp geçemeyeceğimizi, aslında her insanın çok zengin bir öyküsü olduğunu hissettiriyorsunuz.

 

AS: Evet. Çözüm önermememin nedeni de belki çözüm herkesin içinde, ona inanıyorum.

 

ES: Yine kadınlardan konuşmuşken, genel olarak sizinle yapılan söyleşilerde takip ettiğim, gözlemlediğim bir şey var; mesela "Yorgun Anılar Zamanı"nın tanımında sanki sadece kadın öyküleri yazan bir yazarmışsınız kokusu alıyorum. Halbuki kitabınızı okuduğumda bir sürü erkek sevgililere, Sedat Amca'lara, at sahibi adamlara, bakkaldaki adama, bunun gibi bir sürü erkeğe rastlıyoruz ve bu erkeklere yan motif olarak rastlamıyoruz. Bu erkekler de, öykülerde en az kadınlar kadar baskın karakterler. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sanırım bir yanlış anlama var, ya da size yakıştırılan bir şey var.

 

AS: Ben tekrar teşekkür ediyorum bunu açtığınız için, bu söylendi ve ben ne kadar bunu açmaya çalışsam da galiba beceremedim anlatmayı, ya da belki insanların kolayına geldi bu şekilde bakmak. Ben hep şunu vurgulamaya çalıştım, karakterler ilk bakışta kadın gibi görünüyor ama ben onları çevreleri ile, içinde bulundukları koşullarla, cinsellikleriyle, sevgilileriyle, çocuklarıyla, vs. neyse birlikte ele aldım. Çok tabii ki öyle olacaktı, çünkü kimse yanlız yaşamıyor, bir toplumun içindeyiz ve mutlaka onların yanında bir sürü ilişkiler, insanlar, erkekler de var. Çok teşekkür ediyorum tekrar, bu 'kadın hikâyeleri' deyimi beni rahatsız ediyordu, ama açamadım ve kabullendim. Son dönemde ben artık buna hiç itiraz etmiyordum çünkü anlatmayı beceremedim herhalde diye.

 

ES: Ben buna itiraz ediyorum ne olursa olsun, sadece kadın öyküleri yazan bir yazar değilsiniz, zaten böyle bir şey fizyolojik olarak da mümkün değil. Gelelim son soruya, beni en çok çarpan, aslında bunun ipucunu vermeli miyim, vermemeli miyim bilmiyorum, belki de bahsetmeliyim, çünkü bu gözle okumakta sanki fayda var, bunu keşfettiğim anda çok coşkulandım kitabın sonuna doğru; Sonuna yaklaştıkça kıvrak bir zekâ ile koyduğunuz çok küçük ipuçları ile öykülerin aslında birbiri ile bağlandığını ve dolayısıyla bir kurgusal bütünlük olduğunu anlıyoruz. Bu başlangıçta hedeflediğiniz bir unsur muydu, yoksa yazarken kendiğilinden gelişen bir şey miydi öykülerin birbiri ile olan bağlantısı?

 

AS: İlk başta çok somut düşünmedim, özellikle ikinci bölüm, "Yalnızlık Çeşitlemesi" şöyle oluştu, orada bir öykü yazmıştım önce: "Ufukta Tek Kurşun", onu biraz açmak istedim. Açarken de biraz farkında olarak, biraz olmayarak bu ipuçlarını verdim sanıyorum. Bazılarını çok bilinçli yaptım, ama bazıları da gerçekten kendiliğinden oldu, çünkü "Ufukta Tek Kurşun"da anlattığım hikâyenin ancak diğerleri ile birlikte bütünleşebileceğini düşündüm. Bu dediğiniz özellikle ikinci bölüm için, "Yalnızlık Çeşitlemesi" adı altındaki 5 öykü için çok doğru. Dediğim gibi bir kısmı çok bilinçli, ama bir kısmı da yazarken çok kendiliğinden geliverdi. Yazmak onun için hoş zaten.

 

ES: Sürprizli, sonu bilinmeyen bir şey. Yani yaşamak gibi...

 

AS: Evet.

 

EB: Çok teşekkür ederiz.

 

AS: Ben de çok teşekkür ediyorum hem çağrı için hem de bu kadar özenli bir okuma için.

 

(31 Mayıs 2005 tarihinde Açık Radyo'da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)