Managua, Malmö, New York

-
Aa
+
a
a
a

Fernando: Adım Fernando. İsveç'te yaşıyorum. Ama İsveçli değilim, Güney Amerika'dan geliyorum, Nikaragualıyım. Yönetmen ve görsel sanatçıyım. Skanbul Connection projesinin de bir parçasıyım. Şu anda, burada, İstanbul'da bir film sunuyorum. Aslında henüz taslak halinde. "New York'ta Post Travmatik Stres Bozukluğu" projesinin bir parçası bu. İki bölümden oluşuyor.  İlk kısmı 2001 yılında çekildi, bir kısmı da 2005'te. Aynı insanları iki farklı zaman diliminde takip ettim. Çünkü böylece nasıl değiştiklerini gözlemleyebiliyorsunuz. Aradan üç yıl geçtiğinde neler değişti? Filmin temel noktalarından biri de, New York'taki sanat camiasının nasıl değiştiğini dünyanın geri kalanına göstermek. İnsanların kafası çok daha karışmış durumda, sadece anı yaşıyorlar ve büyük bir kısmı dışarıda neler olup bittiğinin farkında değil. Bence bu post travmatik stres bozukluğunun bir parçası. Sadece anı yaşamak istiyorlar, çünkü her an ölebilirler.

 

Sona: Neden sanatçılar üzerinde çalışmayı seçtiniz?

 

Fernando: Çünkü sanatçılar o anda olup biteni, gerçeği yorumlayan bir insan topluluğu. Olup bitenin sanatsal bir dile çevirisini yapıyorlar. Sürekli olarak kendilerini ifade ediyorlar. Bunlar ortada ne olup bittiğinin daha çok farkında olan insanlar. Bir başka sanatçıyla, Jacob'la beraber çalışıyorum. Kendisi Danimarkalı Bu projeyi de beraber yapıyoruz.

 

Sona: Bu sanatçıları 2005'e kadar takip ettiniz, filme aldınız. Peki bu zaman zarfında neler değişti?

 

Fernando: Bazı insanlar geçekten çok depresif. Bazıları hâlâ bunun başka birinin suçu olduğunu düşünüyor. Gerçekte neler olduğunu bilmiyorlar. Zaten umurlarında da değil. Sadece karşılık vermek, saldırmak istiyorlar. Herhangi birine. O herhangi birinin kim olduğunu da hükümet belirliyor.

 

Sona: Sanatçıların bu durumda olması acıklı değil mi? Kendini ifade etme gücü olan insanlar olarak sanatçıların toplumsal kaygıları olması gerekmez mi?

 

Fernando: Evet, tabii ki. Onları savunduğumdan değil, hayır savunmuyorum, ama ben de New York'taydım ve New York'ta yaşamayan biri olarak deneyimlediğim şeylerden biri de şuydu; New York'a varır varmaz kendinizi kapalı bir şeyin içinde buluyorsunuz. Her şey New York oluyor. Aynı mekânda çok fazla insan, çok fazla kültür yer alıyor. Öyle ki bütün dünyanın bundan ibaret olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Ve bir şekilde, başka şey düşünecek vaktiniz olmuyor. New York'un çekirdeği insanı ele geçiriyor. Ve aslında bir yerde bun anlayabiliyorum. New York'un dünyanın merkezi olduğunu hissine kapılıyorsunuz, hatta bütün evrenin. Açıkçası ben de öyle hissetmiştim, ama sonra "dur bir dakika" dedim. "Sen buralı değilsin." Böyle bir hayale kendini kaptırmak gerçekten de çok kolay. New York'ta yaşarken bütün hayatınıza hakim olduğunuzu düşünüyorsunuz.  Dediğim gibi, büyük bir şehir ve bir şekilde insanı sersemletiyor.

 

Sona: Peki 11 Eylül hakkında sizin düşünceleriniz neler?

 

Fernando: Aslında o kadar da büyük bir olay değil bu. Dünyanın birçok farklı yerinde her an birçok saldırı gerçekleşiyor. Afrika'da, Latin Amerika'da, Asya'da.. Olay şu ki bu defa dünyadaki en güçlü noktalardan birinde, Dünya Ticaret Merkezi'nde gerçekleşti. Zaten, özellikle de medyayı en çok yaralayan kısmı da bu oldu. O kadar büyük bir yansımasının olmasının sebebi de bu. Aslında sanki bambaşka bir şeymiş gibi. Halbuki öyle değil. Türkiye'deki deprem gibi, Asya'daki Tsunami gibi, Afrika'da sürüp giden etnik savaşlar gibi, hangi birini söyleyeyim

 

Sona: Dünyanın her yerinde, her gün insanlar ölüyor.

 

Fernando: Kesinlikle, kesinlikle. Ama şunu da anlamak gerekiyor ki onlar kendileriyle o kadar meşguller ki bunu görmüyorlar. Post travmatik stres bozukluğu yaşıyorlar. Bu da bir anlamda körleşmiş gibi oldukları anlamına geliyor. "Evet, bu göründüğü kadar basittir" diyebilmeleri zaman alacak. Sadece bunu kabullenip hayatınıza devam etmeniz gerekiyor.

 

Sona: Bir de şu var ki 11 Eylül bir savaşla, Irak savaşıyla sonuçlandı.

 

Fernando: Ne mi düşünüyorum? Bu komik tabii. Sanırım şu anda herkes biliyordur artık, onlar suçlayacak birini arıyorlardı. Saddam Hüseyin ve Irak da en iyi hedeflerden biriydi. Bütün olay buydu. Belki de, belki de.. bana göre o sırada Irak Afganistan'a saldırmıyordu. Sanırım Irak bütün bu post travmatik stres sendromunun bir sonucuydu. Yani global bir açıdan bakarsanız gerçekten de öyle.

 

Sona: Peki bu Saddam Hüseyin hikâyesi nedir? Çünkü onun 11 Eylül'le hiç ilgisi yoktu.

 

Fernando: Bu insanlar o anda neler olup bittiğinden habersizler. Sadece medyanın onlara bilemeleri gerektiğini söylediği şeyleri biliyorlar. Amerika denen ülkede olay bu. Medya Amerikalıların hayatında bir güç unsuru. Bağımsız medya yok, varsa bile bunlara ulaşmak için belli bir eğitim düzeyinde olmak gerekiyor.

 

Sona: Siz sanatçılar üzerinde çalışıyorsunuz, ve New Yorklular mı bilmiyorum ama, Sean Penn, Tim Robbins gibi insanlar da sanatçılar olarak Irak savaşı konusunda üstlerine düşeni fazlasıyla yaptılar.

 

Fernando: Evet harika da, bu insanlar, aktörler, sanatçılar Amerika'daki nüfusun bütünü değiller. Ve çok komik, çünkü "onlar bizi vurdu, biz de onları vuralım" düşüncesi hakim. Gayet basit bir çözüm, ama çözüm bu değil. Belki de çözüm insanların bir an için durup düşünmeleri, "Bu yaptığımız şeyi neden yaptık?" ya da "neler oluyor?" diye. Birleşik Devletler'de daha fazla farkındalığa ihtiyacımız var. Ve sorun da bu. Ve bu da zaman alacak. Çok zaman, hatta haddinden fazla zaman alacak.

 

Sona: Bu filmle ifade etmek istediğiniz şey nedir, anlatabilir misiniz?

 

Fernando: Ben filmin bir parçası değilim. Sadece filmi başka insanların zihnine aktarmaya çalışan biriyim. Sadece Amerikalı olmayan insanlara bu ülkede neler olup bittiğini göndermek istiyorum. Özellikle de New York'ta. Çünkü bu bir virüs gibi. Fransa'nın, Eyfel Kulesi'nin vurulduğunu düşünsenize, neler olur bilemiyorum. Avrupa'da, Eyfel Kulesi'ne bir saldırı düşünebiliyor musunuz?  Bu gerçekten de bir virüs gibi. Birilerinin burada bir yeri vurduğunu düşünün, İstanbul'daki en büyük yer neresiyse artık... Siz de post travmatik stres bozukluğu yaşarsınız... kesinlikle yaşarsınız. Ve bununla ilgili olarak bir şeyler yaparsınız. Benim de bu filmle söylemeye çalıştığım şey şu; eğer başka birinin, başka bir ülkenin başına bir şey gelirse, bununla ilgilenin. Ve geri saldırmayın. Çünkü savaş istemiyoruz. Gerçekten de son derece yaratıcı varlıklarız. Geri saldırmamız gerekmiyor. Buradaki asıl amaç da bu. Bunları başka insanlara göstermek. Çünkü sürekli olarak savaşlar yaşanıyor ve sorun da bu. Barış konusunda ortak bir bilince sahip değiliz. Bütün dünya fena halde bölünmüş durumda. Amerikalıların ne kadar kafayı yediğini göstermek değil, hayır. Amaç diğer insanlara şunu göstermek: "sen de onların yerinde olabilirdin, aynı şekilde onların şimdi yaptığı gibi geri saldırabilirdin." Bu filmi göstererek belki de bir yere varabilirim. "Bakın başıma neler geldi, pekâlâ, böylece şu anda onların yaptığı gibi davranırsam başıma neler geleceğini biliyorum.

 

Bakın gerçekten de Amerikalılar için endişeleniyorum, çünkü onları seviyorum. Ama tabi ki şu anda post travmatik stres bozukluğu yaşıyorlar ve bunu tedavi etmek gerekiyor. Ve bu hükümetin umurunda bile değil. Amerikan hükümeti kendi insanlarını tedavi etmiyor. Onları ölüme gönderiyor. Irak'a, Afganistan'a ve dünyanın birçok yerine. Onları tam anlamıyla kullanıyor. Bizim hükümetlerimiz de aynı durumda kendi insanlarına bunu yapabilirdi." Aslında projenin temel amacı da bu. Amerikalılara büyüklük taslamak değil. Kesinlikle değil çünkü gerçekten onları umursuyorum. Hepimiz eşitiz.

 

Sona: İsveç'e nasıl geldiniz?

 

Fernando: Annem Nikaragua'lı, babam da İspanyol. Kısaca özgeçmişimden bahsedeyim, kendimle ilgili küçük bir hikâye anlatayım. Öncelikle Nikaragua'da büyüdüm. Aslında bir vaizin oğluyum. Babam Katolik bir rahipti. O yıllarda, 60'larda, 70'lerde Katolik Kilisesi'nin bütün yapısı değişmekteydi. O zamanlar birçok rahip askere yazılıyordu, çünkü Kilise artık fakir insanlar için, alt sınıflar için çalışmıyordu. Din adamları daha çok ticaret ve politikayla ilgileniyorlardı. Kiliseden ayrılanlardan bir de babamdı ve Nikaragua'da güzel bir kadına rastladı. O sırada orada misyoner olarak görevliymiş. Ben de ilk oğullarıyım. Orada büyüdüm ve Nikaragua'yı yaşadım. Sürmekte olan bir devrime şahit oldum. Sovyet Bloku zamanlarıydı.  Nikaragua 60'larda Küba gibiydi. Toplumsal işleyişi gerçekten de çok güzeldi.  Hiç böyle bir şey görmemiştim, ama tabii ki bu sürekli böyle gidemez, çünkü bu bir rüya, ütopik bir şey. Her şey o kadar güzel ki gerçek olması mümkün değil. Sonra her şey değişti. Ben de orada büyüdüm,  İspanya – Nikaragua arasında gidip geliyordum. Orada lise diplomamı aldıktan sonra İspanya'ya taşındım. Ama Madrid'e geldiğimde kendimi bulamadım. Bir mücadele arıyordum, büyük bir mücadele. 14 yaşındayken Amrika'da biraz araba satıp – çünkü Amerika'ya da yakın bir yerde yaşıyordum – kazandığım parayla Madrid'e gidip yeni bir araba almayı ve arabayla Tibet'e, Nepal'e kadar gitmeyi düşünüyordum, ve orada olmayı işte... 14 yaş... Herkes "saçmalama dalga mı geçiyorsun?" diyordu. Böyle işte. Madrid'e geldiğimde "aradığım bu değil" dedim, "kendimi burada bulamayacağım, mücadeleye ihtiyacım var." Nikaragua'dayken İskandinavya'dan insanlarla takılıyordum ve onlarlayken iyi hissediyordum. İyi bir ekiptik. Artık zamanım gelmişti ve Nikaragua'dan ayrılıyordum. Derken kızlardan biriyle aramda bir şeyler başladı. Meksikalı bir kızdı, annesi de bir İskandinav'la beraberdi. Ve o da taşınıyordu. Ben de "tamam" dedim, "bu da bir artı." Zaten ondan hoşlanıyorum, kendi dilimde konuşmayacağım, benim kültürümden tamamen farklı bir yere de taşınmak istiyorum. Birden bende jeton düştü, "tamam budur" dedim. Hemen uçağa atladım ve her şeyi geride bıraktım. Çünkü zaten sadece para kazanıyordum ve benim için en önemli şey de para değildi.

 

Sona: O sırada Nikaragua'da durum neydi?

 

Fernando: 90'lı yıllardı. Nikaragua değişmeye başlamıştı. Ama 80'lerde Sandinista Gerillaları vardı. Zaten 80'lerde Güney Amerika'da birçok gerilla vardı. Şili'de, Küba'da, Salvador'da... Bunlar insan hakları için mücadele veren organizasyonlardı. Halkın hakları için savaşıyorlardı. Daha iyi bir ulus, herkese daha iyi bir gelecek için savaşıyorlardı.  Ama her şey değişti. Gücü sadece bir iki elde bölüştüremezsiniz. Olan da buydu. Bir süre sonra yolsuzluklar yaşandı. Sonra her şey değişti ve Nikaragua o dönemin yanından geçip gitti. 80'lerde harika bir on yıldı, 90'ların başında da öyle. Sonra her şey kapitalizme, Amerikan toplumunun ideal resmine doğru döndü. Şu anda da bütün Latin Amerika'da durum böyle. Bölgedeki bütün ülkelerin karşısındaki temel örnek Birleşik Devletler.

 

Sona: Teröre karşı savaş konusundan bahsetmiştik. Bildiğim kadarıyla Amerika'da Nikaragua'yı terörize etmişti.

 

Fernando: Eveeet, evet, hem de nasıl. 80'lerden önce, 70'lerde Birleşik Devletler, Latin Amerika'daki bütün doğal kaynakları ele geçiriyordu. Ve o dönemde Nikaragua, Orta Amerika'daki en zengin ülkelerden biriydi. Çok zengindi. Madenler, altın madenleri, kereste, ormanlar... her şey... anlatılır gibi değil. Ve o zamandan beri sınır ötesi çalışan büyük şirketler, Coca-cola ve diğerleri ülkede çeşitli yerlerde yerleşti. Kıtadaki diğer ülkelerde ve özellikle de Nikaragua'da. Onlar emdikçe emiyorlardı, Nikaragua da gittikçe daha fakirleşiyordu. Rockefeller, zamanında, "Herkesin bir fiyatı vardır" demiş. "Söyleyin, parası neyse vereyim." Nikaragua'da da fiyatı zaten belli olan birtakım politikacılar vardı. Nikaragua'yı Amerika'ya sattılar. Bazen Amerikalılar için "Gringo" lafının kullanıldığını duyarsınız. "Hey Gringo!" derler  Birleşik Devletler'den insanlar için. Ama Gringo, "green" (yeşil) yani ordu ve "go" (git) sözcüklerinden türemiştir, "green go", yani "ülkemden defol!" Aslında bu isim de o zamanlarda çıktı. Birleşik Devletler bütün Güney Amerika'yı istila ediyordu. Ve 70'lerde de Nikaragua'da Somoza ailesinin liderliğinde bir diktatörlük yaşandı. Son derece büyük, güçlü bir aileydi bu. Sürekli olarak bir sürü insan ortadan kayboluyordu. Ülkeyi olduğu gibi emip bitiriyorlardı. Çok fazla fakir insan vardı ve eğitim de baş aşağı gidiyordu. Ve cengelde bir gerilla hareketi yükseliyordu; Sandinistalar, FSLN, Ulusal Özgürlük Cephesi. Şimdi Meksika'daki Sub-Commandante Marcos'un yerli halkların haklarını savunan hareketi gibi, Sandinista hareketi de cengeldeydi. Sandinista'lar yönetimi ele geçirdiler. O dönemde her şey harikaydı. Diktatörlük sona ermişti. Herkesin okula gitme, okuma yazma hakkı vardı. Okuma yazma bilmeyen insan kalmayacaktı. Her şey değişecekti, her şey herkese açıktı. Birleşik Devletler bundan hoşlanmadı. Bu yüzden de, aynı Vietnam Savaşı gibi bir savaş çıkardılar. Honduras'a büyük para yatırdılar ve o bölgeden ordu gönderdiler. Diktatörlüğün ardından 10 yıllık bir savaş yaşandı. Aynı Vietnam'daki gibi bir savaş yaşandı. Ama o sıralarda bir başka blok da vardı, Sovyetler Birliği yükselişteydi. Soğuk savaş döneminde Avrupa da ikiye bölünmüştü. Sovyetler Birliği, Nikaragua'ya para gönderiyordu ve diğer yandan da Birleşik Devletler bu kuralsız savaşa para yüklüyordu. "Kuralsız" diyorum, çünkü her şey cengelde olup bitiyordu, şehirlerde bir şey yoktu. Üstelik tam on yıl sürdü. Bu tabii ki birçok sıkıntıya yol açtı. Tahmin edersiniz ki, özellikle de savaşlardan sonra büyük ölçüde post travmatik stres bozukluğu yaşandı. İnsanlar akıllarını yitirdiler. Bunlarla başa çıkmanız gerekiyor. Tabii artık böyle değil.  Savaş, Sandinista'lar hükümeti terk ettiğinde sona erdi. Sonra bir özgür seçim dönemi yaşandı. Şimdiyse Latin Amerika'daki diğer ülkelerden farksız. Kapitalizmin ağır biçimde yaşandığı özgür bir ülke, gerçekten de sert ve zorlu. Günümüzde birçok sınır ötesi serbest bölgeler mevcut, Panama gibi. Bunlara "serbest ticaret bölgeleri" deniyor. "Serbest ticaret bölgesi" demek, buralarda Reebok, Levis, Nike üretebilirsiniz demek. Sınır ötesi çalışan bu büyük şirketler, buralarda vergi filan ödemek zorunda değiller, buradaki tek olay iş sahası yaratmış olmaları.

 

Sona: Post travmatik stres bozukluğu üzerine çalışıyorsunuz, peki New York ve Nikaragua'yı bu anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Fernando: Aslında şunu söyleyebilirim, Nikaragualılar, New Yorklulardan daha basit bir yaşam sürüyorlar. Bu aslında bütün soruyu cevaplıyor. Ama ayrıntıya girmemi isterseniz, evet Nikaragua'da hayat New York'takinden çok daha basit. Tabi Niakaragua'daki genel nüfusu kastediyorum. Bu da kendilerine ayıracak daha çok zamanları olduğu anlamına geliyor. Bununla başa çıkmak, yüzleşmek için daha çok vakitleri var. Asıl olay şu ki; Nikaragualılar zaten sürekli bu tür şeylerle baş etmek zorunda kalıyorlar.

Yani bu tarz felaketlerle baş etmeye alışkınlar. Zannediyorum ki Nikaragua, okyanusun bir kıyısından başlayıp öbür kıyısına varan ve ülkenin tam ortasından geçen bir kasırgaya maruz kalan tek ülkedir. Dev bir kasırga, evet her şey yerle bir oldu, ama buradayız işte. Hayatımıza devam etmemiz gerekiyor. New York'lular hiç böyle bir şey yaşamadılar tabii. Onlar hep dünyanın merkezi olduklarına dair bir illüzyon içinde yaşadılar, "bize hiçbir şey olmaz, zaten sadece biz varız, kimseye de ihtiyacımız yok." Ve derken bir anda olanlar oldu. Sanki bir süredir dünyayla bağlantıları yokmuş gibi. Bu bağlantıyı ne zaman kaybettiler bilemiyorum, ama dünyanın geri kalanından kopmuş vaziyetteler. Yaşadıkları post travmatik stres bozukluğuna yol açan şey de buydu.

 

Sona: Peki bunu bir şekilde değiştirdi mi, bir farkındalık yarattı mı sizce?

 

Fernando: Evet, kesinlikle. Bazı kişilerde daha etkili oldu. Kimileri ise şu anda uyanma sürecinde. Gerçi bu çok zor bir durum, uyanık olmak yani. İnsanlar uyumayı tercih ediyor, mavi hapı yutmayı; "Maaşımı alayım, hep aynı lokantaya gideyim, süper marketten aynı yiyecekleri alayım." Rutini seviyorsunuz, hep aynı şekilde gitmesi hoşunuza gidiyor. Öteki türlüsü belki fazla riskli. Belki de ayıracak zamanınız yok. İnsan hayatı bu şekilde işlemiyor.

 

Sona: Nikaragualılar 11 Eylül'e nasıl tepki verdi bir fikriniz var mı?

 

Fernando: Yani böyle bir şeye tepki veremezler, çünkü, düşünsenize; ülkenin ortasından geçen bir kasırga, bir yanardağ patlaması, bütün şehri yerle bir eden, taş üstünde taş bırakmayan iki deprem ve bir diktatörlük. Bilemiyorum... bir binaya çarpan iki uçak... "yani iyi de biz burada kahrolası bir savaş yaşıyoruz."  Tabii ki çok üzücü, ama Nikaragualıların bundan çok etkilendiklerini zannetmiyorum. İronik tabii. Belki biraz üzülmüşlerdir. Yüreğimin derinliklerinde ben bir Nikaragualıyım ve bugün en çok üzüldüğüm ve bu insanlarla ilgili tek sevmediğim şey – ki buna kendimi dahil etmiyorum – yoksul olduklarına dair ortak bir bilince sahip olmaları. Herkesin bildiği gibi bugün ülkenin ekonomisi kötü durumda.  Haiti'den sonra bütün Latin Amerika'daki en az gelişmiş ikinci ülke. Ama bu ülkenin fakir olduğu anlamına gelmiyor. Orada yanlış olan tek şey, neredeyse tüm Nikaragualıların yoksul olduklarına dair ortak bir bilinç taşıması. Eğer yoksul olduklarına inanırlarsa, her zaman yoksul olacaklar. Eğer iyi ve zengin olduğunuzu düşünürseniz, zengin olursunuz. Ülkedeki bilinci durduran, tıkayan şey de bu. Herkes aynı şekilde düşünüyor. Bu beni gerçekten de üzüyor, paranız olmadığı için yoksul olmazsınız. Paraya sahip olmanın kendisi bir illüzyon. Yoksul olmak istediğiniz için yoksul olursunuz. Bugün Nikaragua'daki olay da bu. Bütün ülke öyle düşünüyor ve öyle kalacaklar. Kaçırdıkları nokta bu.

 

Sona: Ne de olsa Andaman Adaları'nda yaşayan yerli halklar kendilerini yoksul hissetmiyorlar.

 

Fernando: Tabii ki hayır. Hem de hiç. Yoksul olmanın ne demek olduğunu bile bilmiyorlar... İllüzyon içinde yaşamayı, hayal kurmayı seviyoruz. Hayal kurmak güzel, bu bir dans gibi.

 

Sona: Tabii bu anlamda Amerika'nın, insanların hayallerini şekillendirmesi acıklı.

 

Fernando: Dünyanın bu bölümünde değil mi, evet. Bunu bugün burada bizler de yapıyoruz aslında. Avrupa'da kendi toplumlarımızda yani. Sonuçta birtakım seçimler yapıyoruz. Eğer zayıf olmak istiyorlarsa buyursunlar, ben almayayım. Eğer yoksul olduğun illüzyonu içinde yaşamak istiyorsan, zaten öyle olacaktır. Ama eğer zengin olmak istiyorsan... "zengin olmak" derken mutlu olmayı kastediyorum, söylemek istediğim bu, mutlu olmak... o zaman her şey yolunda demektir. Hepsi bu.