Ekonomi Notları 149
Ömer Madra: Bugün sanayi politikasına giriş dersimiz var galiba? Devlet müdahalesi ne ölçüde, nasıl yapılmalı ve teşvikler nasıl ele alınmalı?
Hasan Ersel: Ancak “giriş” olduğu için konuyu kısmen kapsayacağız, değil mi? Önce bir anımsatma yapayım: 1960’larda Türkiye’de planlı kalkınma döneminde sanayi politikası sözü çok geçerdi; “nasıl sanayileşelim, şöyle mi yapalım, böyle mi yapalım?” Yani bunun bir karar sonucu olacağı görüşü hakimdi. Bu 80’lerden sonra büyük ölçüde kayboldu. Ama sadece Türkiye’de değil, dünyada da popüler bir konu olmaktan çıktı.
Burada temel bir nokta var, bir sanayi politikasına gerek var mı? Piyasa var, girişimciler var. Madem ne yapılacağı kararını girişimcilerin üstlendiği bir dünyayı tarif ediyoruz, bunlar otururlar bakarlar, bulurlar ne yapacaklarını... Oturup bir de “şu sektöre gidin, bu sektöre gidin, şöyle yatırım yapın” diye buna müdahale etmenin bir anlamı yok, bu tür müdahaleler de sonunda zaten pratikte gördük ki bazı rantlar yaratıyor; yani devlet eliyle birilerine bir şeyler aktarılıyor, başka bir hayrı da olmuyor. Tabii abartarak kabaca söylüyorum. Böyle bir görüş hakim oldu.
Bir de yine 80’lerde daha çok hakimiyet kuran bir görüş var. Bizim (Türkiye’nin) belli bir organizasyon düzeyimiz, belli bir teknolojimiz, belli bir iş yapış biçimimiz var. Bunun değişmesi, bugünden yarına olacak bir şey değil. Buna mukabil, dünyada o teknolojiye, o organizasyona alışmış, bu şekilde çalışan başka ülkeler var, onların girişimcileri gelip burada benzer kuruluşlar kurup faaliyet geçtiklerinde bu sorunu çözmeye yardım etmiş olurlar. Piyasa mekanizması çalıştığında burada işler kârlı olursa zaten bu şekilde teknolojideki, organizasyondaki ilerleme gelen yabancı sermaye ile karşılanır. Bu görüş epeyce popülerdi.
Önce bu ikinci görüş üzerinde konuşmak istiyorum. Türkiye’ye bakalım:
Merkez Bankası’nın verdiği rakamlara baktım; 1992’den 2004’e kadar Türkiye’ye yaklaşık 18 milyar dolarlık yabancı sermaye gelmiş. Buna yabancı sermayeye gayrimenkul için gelen sermaye de dahil. Bu rakam büyük değil ama küçümsenecek bir rakam da değil. Bütün bu dönemde kâr transferi ise 5.2 milyar dolar olmuş. Yalnız bu 18 milyar dolar, 5 milyar dolar transfer etmiş demek istemiyorum, çünkü daha evvel gelen yabancı sermaye de var. 1950’lerin başından beri Türkiye’ye yabancı sermaye geliyor, o firmalar da bu dönemde kâr transfer ediyorlar.
Ödemeler dengesine baktığımız zaman 18 milyar dolarlık bir sermaye girişi var. Bu sermaye nereye gelmiş? Bu gelenin 14 milyar doları tam sermaye, bunun %43’ü imalat sanayiine gitmiş ama %54.8’i hizmetlere gitmiş. Hizmetler, karışık bir sektör, mesela tıp da bunun içinde, lokanta da... O yüzden bu rakama bakarak hizmetlere gittiyse çok iyi bir iş yapmıştır veya hizmetlere gittiyse boşuna burada dolanıyor demek mümkün değil. Nereye gittiğine daha dikkatli bakmak lazım ama bu istatistik şu anda elimde yok. Bu nedenle gözlemlerime dayalı tahminler yapmakla yetineceğim.
Bu sermayenin mesela imalat sanayiine gidip yeni alanlar açmakta ağırlığı olmadığı söylenebilir çünkü ağırlık hizmetlerde. Bu alanda da sofistike, ileri teknoloji yaratan hizmetlere giden sermayenin fazla olduğunu sanmıyorum. İzleyebildiğim kadarıyla daha çok klasik hizmetler alanına gelmiş. Neden öyle gelmiş? O alan kârlı. Getirilecek organizasyon anlayışının, yeni bakış açısının, -mesela turizmi alın, turistleri daha iyi tanıyan bir firma kurmanın- avantajı var ve bundan iyi kâr elde etmek de mümkün, bunda bir kötülük yok.
Son dönemde de enteresan bir şey var, gayrimenkul alımı için gelenler var. Kaba bir hesapla 2002-2004 arasında son üç yılda çıkıyor zaten bu, 3.9 milyar dolar da gayrimenkul alımı için gelmiş. Bu dönemde gelen toplam sermaye 6.3 milyar dolar, bunun 3.9 milyar doları, yani %62’si gayrimenkul alımı için gelmiş, bunun teknoloji ile hiçbir ilgisi olmadığı açık.
ÖM: Ama zaten yatırımcının da illa teknolojiye yatırım yapacağım diye bir derdi yok, onun dergi para kazanmak.
HE: Tabii böyle bir taahhüdü yok, bunda bir anormallik yok. Ama “bunu yabancılara devredelim, bunlar halletsinler” diye bir öneri çözüm değil, onu vurgulamak istiyorum. Yoksa bu gelenlerin bir yararı yok mu? Hiçbir şey yapmasa organizasyon bilgisi getiriyor, imalat sanayiinde muhakkak ki yeni teknoloji getirenleri vardır, otomotivde olduğu gibi. Ayrıca dış tasarruf sağlamış oluyoruz, bunun da bir avantajı var, buna da diyecek yok ama “bu işi devrederiz” görüşü çözüm olmaz.
ÖM: Tablo farklı oluyor ya da öyle algılanıyor.
HE: Biraz abartılıyor, daha doğrusu problemi kafamızdan silmeye çalışıyoruz “canım onlar halleder” düşüncesiyle. Sanki Türkiye’yi teknolojik bakımdan ilerletmek, Türkiye toplam faktör verimliliğini arttırmak yabancıların göreviymiş gibi. Niye öyle olsun ki?
ÖM: Bu çok büyük bir genelleme olacak, ama bir parantez açmama izin verirsen, mesela genel olarak küresel iklim değişikliği, küresel ısınma gibi çok temel, vahim tehdit ve problemlere karşı da böyle bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkün. Yani “nasıl olsa biz bir teknolojik çözüm buluruz, insanlık bu kadar ilerledi. Onun için petrol tüketmekten ve bu şekilde bir hayat tarzı sürdürmekten vazgeçmemiz için bir sebep yok” şeklinde bir anlayış var. Sanki bugüne kadar teknoloji böyle bir şeyi çözmüş gibi.
HE: Teknoloji kendi kendine mi hareket ediyor? Ben örnek vereyim, Nagazaki’ye bombayı atınca bir saat içinde 60 bin kişiyi öldürmedik mi?
ÖM: Daha sonra bu sayı arttı.
HE: Ama aynı insanlar kanserle baş edemedi. Bakalım kanser harcamalarına ayrılan para ne kadar? Askeri teknoloji geliştirme için ayrılan para ne kadar? Tabii bunu bütün insanlığı kastederek söylüyorum, sadece ABD’den söz etmiyorum. Rusya, İngiltere, Çin’i, vs. söylüyorum. Toplayalım bakalım ne çıkıyor? Her alandaki bilim adamının eşit derecede akıllı ve yaratıcı olduğunu düşünürsek, bu sonuç bence normal. Yabancı bir doktorla konuşuyordum, son zamanlarda AIDS daha ‘popüler’ bir hastalık olduğu için kanser harcamalarındaki parayı oraya aktarma durumu ortaya çıkmış. Orada bir kaynak sınırı var. Sağlık araştırmaları için kaynak artırmak zor, bu nedenle alanlar arasında kaydırma yapılıyor. Oysa savunma için araştırmalar kısılıp bu tarafta kullanılsaydı belki kanseri ya da AIDS’i yenmek için daha büyük şans olurdu.
ÖM: Teknolojinin bir de tabii kendi yarattığı sorunlarla baş etmek gibi çok önemli bir sorunu da var. Çevre olsun, hastalıklar, vs. teknolojinin yan sorunu olarak karşımıza çıkıyor, onu da unutmamak lazım herhalde?
HE: Tabii. Kâr transferine bakalım; bu transferin yapılması normal. Ama akla şu soru gelebilir: “Acaba ne yapsak da karlârını daha çok Türkiye’de bıraksalar, yeni yatırım mı yapsalar?” Bir de bizim tercih ettiğimiz, Türkiye için daha iyi olan alanlar var, o alanlara yatırım yapsalar. Mesela teknolojiyi ilerletseler, imalat sanayiine gelseler.
Bu soruyu sorunca zaten sanayi politikası alanına giriyoruz. Ama bu soruları “yabancı” sıfatını kaldıralım ve tekrar soralım. Çünkü bakıyoruz ileri teknolojiyi satın alabilecek, onu geliştirmede katkıda bulunabilecek güçte olan şirketler, az da olsa Türkiye’de de var. Ama bu konular onların birincil ilgi alanları değil. Buna karşılık tüketiciye ulaşım noktalarında gelişmek için bu şirketler arasında bir yarışma var. Böyle şirketleri kuruyor ya da satın alıyorlar. Özel sektörün durumuna baktığımız zaman Türkiye’nin araştırma geliştirme faaliyetlerine ayırdığı kaynak çok mütevazı gözüküyor. Dolayısıyla olay bir yabancı-yerli sorunu değil. Belli şekilde yatırımları acaba özendirebilir miyiz sorunu.
Şimdi ilk soruya dönelim: “Piyasa var, girişimciler bakar, neresi kârlıysa oraya yatırım yaparlar. Buna karışmak işi bozar.” Deniyor. Bozma olgusu önemli, onun üzerinde dikkatlice durmak lazım. Onu bir dakika geçelim, piyasa mekanizması ile ilgili bir şey söyleyeyim. Bütün bu piyasanın toplum için en iyi durumu bulacağı görüşü, bütün piyasaların olduğu, bu piyasaların rekabetçi olduğu ortam için geçerli. Bütün piyasaların olması şu demek, bugün her mal için piyasa olduğu gibi yarınki mallar için de piyasa olması lazım. Yani kahve içtiğim bardağın 27 Haziran 2007’de Antalya’daki fiyatının ne olduğunu biliyor olmam lazım. Oysa böyle bir piyasa yok. Yani piyasalar tam değildir.
İktisadi yaşamda belirsizlik vardır. Bazı sinyaller, bu belirsizlik ortamında güvenilir bir yerden gelen sinyaller piyasada karar alıcılara yardım eder, eksik olan piyasaların yerine geçer. Diyeceksin ki, bu radyo programlarını yaptığımızdan beri aynı şeyi söylüyorsun! Doğru, belirsizlik, belirsiz ortamda karar alma bana çok önemli geliyor. (Joseph Stiglitz bu konudaki katkılarıyla Nobel iktisat ödülü aldı). İşte bu bağlamda sanayi politikası adı altında yatırımların sektörel ya da nitel dağılımını etkilemenin ciddi bir şey olacağı görüşü tekrardan gündeme geldi. Bunun önde gelen teorisyenlerinden bir tanesi Harvard’da öğretim üyesi olan Dani Rodrik’tir.
Burada çok dikkat edilmesi gereken nokta, “sanayiyi teşvik ediyorum” diye ona buna, tanıdıklara rant dağıtıp, bunu da iyi bir şeymiş gibi anlatmaktan kurtulmak lazım. Daha da anlatacaklarım var ama bu kadar giriş yeter herhalde?
ÖM: Bu girişte temel varsayımı da yerle bir etmiş oluyorsun tabii.
HE: O olmuştu zaten ben sadece anlattım!
ÖM: Bir de çok kısaca Güney Kıbrıs’tan Helios Havayolları’na ait uçağın çok tuhaf bir kaza sonucu 121 yolcusuyla beraber düşmesindeki iktisadi problemden bahsedebilir miyiz?
HE: Bir de Venezuela’da kaza oldu. Her ikisi de küçük havayolları, charter gibi çalışıyorlar. Yunanistan’daki kazaya ilişkin olarak daha çok bilgimiz var. Acayip bir olay. Bir teknik sorun çıkmış anlaşılan. Ama üst üste acayip şeyler olmuş. İnsanın aklına hemen –havayolunu da bilmediğimiz için biraz haksızlık ediyor olabiliriz ama- “bu uçakların doğru dürüst bakımı yapılmıyor mu?” sorusu geliyor. Nitekim Kıbrıs Rum otoriteleri de hemen onunla ilgili çalışmalara başladılar. Bunu yakında öğreniriz. Tabii bu şöyle bir şeyi gündeme getiriyor: Uçaklar geliştikçe bunların bakım işleri de teknik açıdan zor ve pahalı işler haline geliyor. O zaman bu tür şirketlerin hata yapması olasılığı yükseliyor diye düşünülebilir.
ÖM: Bir de ucuza getirmek için bazı tasarruflara gidiyorlar değil mi?
HE: Ben lafı kıvırtmaya çalışmıştım ama doğrusu bu. Bu iki konuyu gündeme getirecek. Bunlardan ilki havacılık otoritelerinin (ülke ve uluslararası) işi daha sıkıya almak zorunluluğunu hissetmeleri. Çünkü Atina’daki çok dramatik bir kaza-. Motor bozuldu, havada kuş girdi, vs. değil. Bu öngörülebilir bir olaydan kaynaklanan bir kaza. Eğer söylenenler doğruysa, uçakta teknik sorun olduğu gerekçesiyle esas pilot uçmayı reddetmiş. Bu durumda uçağı en iyi bilmesi gereken kişi uçakla uçmayı reddediyor, ama yolcular bindiriliyor...
ÖM: Ve uçma yetkisi olmayan biri, Almanya’dan gelen bir Alman pilotun da bir şekilde son dakikada pilotluğa sokulması gibi tuhaf bir olay var galiba?
HE: Bütün bu tuhaflıklar bir araya gelince bir şeyler yapmak gerektiği de ortaya çıkıyor. Olaya iktisadi açıdan bakmaya devam edeyim. Bu alan, bankacılık gibi, düzenlemeye tabi ve merkezi otoritelerin müdahale ettiği bir alandır. Bu durumda otorite ne yapar? Denetimlerini daha sıkılaştırır, kurallara uymayı ister ve küçük firmalara karşı daha çok kuşkuyla bakmaya başlar. Muhtemelen daha az oranda da olsa yolcu da buraya bakar. Buradan çıkarttığım sonuç, önümüzdeki dönemde hava taşımacılığında önemli değişikler göreceğimiz. Belki küçük firmaların yaygınlaştığı bir dönem geçirdik. Ama, hava taşımacılığında bu tür uçuşları bile ancak büyük firmaların yapabileceği bir yeni düzene geçilebilir diye düşünüyorum. Bu işler maliyetli oluyor. Büyük firmalar bunu karşılayabilir hale geliyor. Tabii bunun sonucunda rekabetin devamlı aşağıya ittiği bilet fiyatları olayı da durmuş olacak.
ÖM: Oldukça önemli. Bir de ayrıntı gözüme çarptı, Helios’u bir İngiliz şirketi işletiyormuş galiba?
HE: Öyle mi?
ÖM: Birkaç seneden beri öyleymiş.
HE: İngiltere deyince İngiliz Havayolları gibi, İngiltere’nin büyük şirketi değil herhalde?
ÖM: Hayır küçük bir kuruluş.
HE: Kabaca iktisattaki ölçek ekonomisinden söz ediyorum. Galiba havacılıkta bu noktadan sonra hem güvenlik standartlarını sağlayabilme, hem yolcuya belli bir konforu verebilmek için ölçek ekonomilerinin desteğine gerek var. Öyle olmaya başlayınca da biz bu alanda tabiri caizse tekelleşme görürüz. Tabii bunun tekel gücünü ortaya koymasını otoriteler engeller ama böyle bir eğilim başlar gibi geliyor.
(18 Ağustos 2005 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)