Ekonomi Notları – 90
Ömer Madra: Önemli ve hoş bir toplantıya katıldığını istihbar ettik, önce ondan biraz bahsedelim istersen?
Hasan Ersel: Evet, Mülkiye’de, şimdiki Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bir toplantıya katıldım. Bundan 42 yıl önce intihar eden hocamız Nejat Bengül’ü andık (Aslında benim hocam olmadı, senin de... Mülkiye’ye biz girmeden bir yıl önce vefat etmişti)
Niye andık? Bu insanın 1956’da doçentlik tezi olarak kabul edilen, dolayısıyla 1954-55 yıllarında yazdığı refah iktisadı üzerine bir kitabı var. İnanılmaz bir yapıt... Zamanının refah (gönenç) iktisadının sınırlarında hatta ötesinde... Tek başına bu insan Türkiye’de böyle bir kitap yazabilmiş... Bir bilimsel dürüstlük örneği... Dikkati çektiği konular bu gün de geçerli... O dönemin refah iktisadı kitaplarını, öğrenciyken daha sonra da hocalık yaparken okudum... Onların pek çoğundan çok daha iyi, çok daha derindi. Bugün iktisatta uğraşılan konulara o zaman dikkat çekiyordu. Çok önemli bir insan.
ÖM: Yarım yüzyıl önce yazılmış bir kitaptan bahsediyoruz yani?
HE: Evet.
ÖM: Refah iktisadı üzerine yazılmış bu monografi, dünyada da herhalde çok benzerlerine rastlanan bir kitap olmasa gerek?
HE: İngilizce iktisat yazını ile kendimi sınırlayarak söylüyorum, refah iktisadı konusu çok işlenmekle beraber, bu konuyu toplayan, onun yaşadığı dönemde varolanlar dahil olmak üzere, sadece 4 tane kitap biliyorum. Çok hızlı da gelişen bir alan, ders kitabı yazmak da zor.
ÖM: II. Dünya Savaşı da yeni bitmiş, bu konular daha yeni yeni gündeme geliyor...
HE: Evet. Refah iktisadının temel bulguları daha yeni ortaya çıkıyor. Örneğin rekabetçi genel dengenin Pareto etkin olduğuna ilişkin teoreminin (Refah iktisadının I. Temel Teoremi) ilk kanıtı 1951’de ortaya atılmıştı. Tam bir kanıt verilmesinin tarihi 1954’dür. Hocamızın kitabının doçentlik tezi olarak kabul edilmesi ise 1956... Kitap, vefatından sonra 963 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından basılmıştır. [Nejat Bengül: İktisadi Refah Teorisinin Başlıca Meseleleri, Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 166-148, 1963.]
Bu toplantıyı hocamız Prof. Dr. Tuncer Bulutay ve arkadaşımız Prof. Dr. Ercan Uygur düzenledi. Çok güzel bir toplantı oldu, toplantıya onu tanıyanlar katıldılar, anılarını anlattılar, hocalarımız Sadun Aren, Tuncer Bulutay, Avni Zarakoğlu, Orhan Türkay, Sadık Baklacıoğlu, Atilla Karaosmanoğlu, Üren Arsan ve Nejat Bey’in kız kardeşi anılarını anlattılar. Bir konuşmacı da, ODTÜ öğretim üyesi Alper Güzel idi, Alper, çok güzel bir konuşma yaptı ve şunu söyledi “ben refah iktisadı dersi veriyorum ve ben bu kitabı bilmiyorum, farkında bile değildim, bu sayede öğrendim ve kitaptan çok etkilendim”.
ÖM: Geçen hafta sonu KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat’ın davetlisi olarak bir grup gazeteci Kuzey Kıbrıs’ta idik, orada -- garip bir rastlantı olsa gerek -- Sayın Yalım Eralp’le konuşurken birdenbire Mülkiye yılları ve özellikle Nejat Bengül’ün etkisi üzerinde konuşmaya başladık. Ben bilmiyordum Nejat Bengül’ün anısına yapılacak bu toplantıyı.
HE: Evet ben de daha önce Nejat Bengül’den bahsetmemiştim...
ÖM: Çok garip bir rastlantı sonucu birdenbire sohbetin içine geldi ve Eralp kendisini doğru dürüst tanıma fırsatı bulamadığını ama çok etkili, çok değerli olduğunu düşündüğünü söyledi. Ben de duygularımı onunla paylaştım.
HE: Bu da çok hoş bir şey, inşallah bu anılar bir kitap haline dönüştüğünde bu noktayı özellikle Yalım Beyden de rica ederiz, kendisinin de onayını aldıktan sonra herhalde konur. Çünkü Nejat Bengül çok da sevecen bir insanmış, etrafındaki herkese yardım edermiş, o da önemli bir şey.
Bu olay tabii Mülkiye’nin kadirşinaslığıdır. Aslında her kurumda olması gerekir ama ülkemizde pek yoktur... Bu çok güzel bir örnek oldu. Bunun için de hocam Prof. Dr. Tuncer Bulutay ve arkadaşım Prof. Dr. Ercan Uygur’a da çok teşekkür borçluyuz. Tabii sayın dekan da yardım etti... Her şey gayet güzel oldu.
Ama dinleyicilerimizin büyük bir kısmı herhalde Mülkiyeli değildir.. Onun için bu konu niçin önemli soruma dönmek istiyorum...
Refah iktisadının uğraştığı konu alınan iktisadi kararlarının toplum yaşayanlar üzerindeki etkisini değerlendirmektir. Bir etkiyi değerlendirirken de tabii bir değer yargısına sığınırsınız. “Fakir olanın durumunu iyileştirmek iyidir”... Bu bir değer yargısıdır, tersini de düşünebilirsiniz. “Mülkiyet hakkına saygı duymak iyidir”, bu da bir değer yargısıdır.
İşte refah iktisadı bunu yapan “normatif” bir çalışma alanıdır. İktisat politikasının kararları da esas itibariyle bu tür kararlardır. “Filan sanayii destekleyelim” dediğiniz zaman o sanayideki işverenlere, işçilere bir kazanç sağlıyorsunuz, onlara bir destek veriyorsunuz, başkasına vermiyorsunuz... Bunun toplumsal açıdan değerlendirilmesinin yapılması lazım. Neden o sanayie destek veriyorsunuz da ötekisine vermiyorsunuz?
Bir örnek vermek istiyorum:
Rekabet konusunda iki görüş var. Birisi Adam Smith’e atfedilen görüş: Görünmez el kuramı: Kaynak dağıtımını rekabetçi piyasaya bırakalım en iyi durum ortaya çıkar. Ama dün hocam Prof. Dr. Tuncer Bulutay’ın da altını çizdiği gibi, Adam Smith’in iktisat anlayışını buna indirgemek olanaklı değildir... Her şeyden önce Adam Smith ahlâk bilimleri profesörüdür ve “bir toplumda adalet olmadığında o toplumdan hayır gelmeyeceğini” açıkça söylemiştir. Bu nedenle Adam Smith’e, söylediklerini bu ifadeye indirgeyerek, haksızlık etmemek gerekir.
ÖM: Adam Smith’ın aslında tam tersini de söylediğini okumak mümkün.
HE: Öyledir.
ÖM: Ben de küçücük bir araştırma yapmıştım, fakirlere müdahale edilmezse görünmez el, vs. asla olmayacağını, denge kurulamayacağını, toplumun büyük tehlikelerle karşılaşabileceğini de net olarak söylüyor bildiğim kadarıyla.
HE: Evet. Eğer düşünürseniz, bir ahlâk bilimleri profesörünün “toplumdaki eşitsizliklere boş verin,işleri de bırakın kendi kendine gitsin” demesi komik olurdu... Nitekim dememiştir. Onun ediğini “gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra piyasaya bırakırsanız işler hallolabilir” biçiminde anlaşılması gerekir.
Şimdi Adam Smith’in söylediğini sadece bu biçimiyle alıyorum. Bu durumda devletin yapması gereken sadece rekabet ortamının bozulmamasını sağlamaktır.
Ama bir başka görüş daha var. Kökeni de sol düşünceden değil sağdan gelir. F. A. von Hayek diyor ki “rekabet yıkıcı (öldürücü) olabilir... Buna izin verilmemelidir”. Bu görüşün uzantısı kamu yetkesinin (Hayek’in işe devleti karıştırdığını sanmıyorum, o hep kamu müdahalesinden çekinmiştir.) “rekabeti denetlemesi gerektiği” fikridir.
ÖM: Hayek’i sınırsız ölçüde liberal bir iktisatçı olarak biliriz ama...
HE: Evet Hayek’i bu sonuçla ilişkilendirmemem gerekir. Fakat bu çizgiden gelenler, özellikle hemen her yerde bürokraside çalışanlar “aman aşırı rekabet, öldürücü rekabet olmasın, bunu kontrol edelim” fikrine yatkındır. Bu ABD’de de böyledir, Japonya’da da... Amerika’daki rekabet düzenlemelerine bakarsanız çoğu aşırı rekabeti engellemek üzerinedir. Dikkat ederseniz bir görüşün de sağduyuya dayalı bir temeli var... Değil mi?
Peki bunlardan hangisi toplum için daha iyidir? Müdahale etmenin de bir maliyeti var. Siyasi maliyeti var, idari maliyeti var... Organizasyon kuruyorsunuz, harcama yapıyorsunuz; yanlış yapıyorsunuz, vs.
Buna karar verebilmek için iktisadi refah teorisinin çalışmalarına, bulgularına dayanmak gerekir... Peki bunlara dayanmak yerine “canım, yasalarımız var” dersek ne olur?
İşte şimdi Türkiye’nin güncel bir sorununa geldik... Yasalar sadece bir çerçeve oluşturur, yol-yöntem gösterir, işin özünü göstermez. İktisadı yasal düzenlemeyle yazamazsınız. Böyle olunca da bu anlamda bu yasaların içi boştur... Onlar sorunu çözerken uyulacak kuralları söyler, sorunun çözümünü ne olduğunu değil... Yasalar ‘hukuk dışına çıkmayın, başkasının hakkına tecavüz etmeyin’ der... Bunlara uyulması gerekli, tabiatıyla...
Ama bir olayın toplumun lehine mi yoksa aleyhine mi olduğu ancak iktisadi düşünceden çıkarılabilir. Eğer bu iktisadi öz oluşturulmazsa ortada bir boşluk kalacaktır. Toplumsal yaşam ise böyle boşluklara tahammül edemez. Bu boşluk mutlaka bir biçimde doldurulur. Genelde bu boşluğu dolduran da siyasal kararlardır.
Benim de üzerinde durmak istediğim konu bu... Rekabet Kurulu, BDDK, Enerji Kurulu gibi özerk kurumlarımızın toplumun yararını korumak için kurulmuşlardır. Eğer böyle çalışmasına istiyorsak bizim “toplumun yararı” konusunda daha derin çalışmalar yapmamız gerekir. Söz konusu kurumlar da değerlendirmelerini, kararlarını bu çalışmalara dayandırmalıdır.
Yani bir karar “bakın iktisatta şöyledir, biz de bunu esas alıp bu karara vardık” biçiminde olmalıdır. Tabii iktisatta farklı görüşler de olacaktır. O görüşleri benimseyenler de bunları kullanarak kararı eleştirebilirler. Ama onlar da iktisattan hareket etmek zorundadırlar... Demokratik toplumlarda bunun olması da normaldir.
Bence Türkiye’de en büyük tehlike bu kurumların aldıkları kararların iktisadi gerekçelendirilmesinin yeterince –bana sorarsanız hiç- yapılamaması ve bu konuda Türkiye’nin dünya uygulamasının gerisinde kalmış olmasıdır. İşin en acıklı tarafı da bundan 50 yıl önce bu yolu açan bir hocamız olmasına rağmen bugün durumun böyle olmasıdır.
ÖM: Mesela şöyle bir varsayımda bulunabilir miyiz? Eğer bu dediğin yönde, kamusal yarar yönünde kurallar çalıştırılmaz ve sağduyulu bir şekilde müdahale edilmezse elimizdeki 926 bin kişilik açlık sınırı altında yaşayan kişi kısa sürede 1.800 bine, 18 milyon fakirlik sınırı altında yaşayan insanın da belki 30 milyon küsura çıkması önlenemez diye de bir varsayım yapabiliriz belki.
HE: Bunu çok sağlıklı bir şekilde düşünmezsek tabii böyle olur... Çünkü soruna boş vermiş oluyoruz. Yani “böyle insanlar da var ama biz kalanı ile idare edelim” mi diyoruz? Bilmiyorum.
ÖM: ‘Kalan sağlar bizimdir’ mantığı.
HE: Ama hareket ettiğiniz zaman da çok dikkat etmemiz gerekli... Biz bu 900 bin kişiyi inşallah sıfıra indireceğiz... Ama, diyelim bu noktaya varamadık, yarıya indirmeyi planlıyoruz. Bunu yarıya indirirken fakirlik sınırı altındakileri de 18 milyondan 30 milyona çıkarmayacağız herhalde? Bunu nasıl yapacağız? Bir karar aldığımızda “iyi, bak aç olanlara aş verelim, kamu açıkları önemli değil” mi diyeceğiz? Bunun doğru yolu nedir? Önerilen çözümlerin maliyetine bakılır, yararına bakılır ve bir değerlendirme yapılır. Bunu da kurallarını koyarak açıkça yaptığınız müddetçe mesele yok. Söz gelimi, açıkça dersiniz ki “aç olanları kurtarmak fakir olanları kurtarmaktan daha önemlidir” Olabilir değil mi?
ÖM: Elbette
HE: Önceliği aç olanlara veriyorum, sonra fakirleri kurtaracağım... Bir başkası da “daha dengeli yapacağım” diyebilir. Bunları açıkça ve gerekçelendirerek söylemek, alınan kararların maliyetini ortaya koymak gerekir... Buna olanak sağlayacak çalışmaların da yapılması lazım. Bunun üzerinde de çok ısrarla duruyorum. Çünkü, daha önce de söylediğim üzere, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinin bundan sonraki döneminde bu tür iktisadi kararlar yaşamsal önem taşıyacak. Bir toplumsal maliyet doğacak, bunu kim yüklenecek ve neden? Açıklığa kavuşması gerek. Bu çalışmaları da yapmakta hem akademik çevrelerimizin teşvik edilmesi, hem de az önce değindiğim gibi özerk kurumların da bunları temel alarak hareket etmesi gerekli. O zaman siyasallaştırma olma süreci çalışmaz, bunun olması tehlikesi de insanların zihninden çıkar.
ÖM: Belki sorumluluk taşıması gereken bir üçüncü kurum olarak da medyayı gösterebilir, mesela şimdi yapmakta olduğumuz gibi konuşmaların da sürekli yapılması gerektiğini söyleyebiliriz.
HE: Gayet tabii. Bir kuruma tayin edilen kişinin kim olduğu değil ne yaptığı önemli olmalı... Herkesin bir siyasal inancı, düşüncesi vardır. Bundan doğal bir şey olamaz. Ama önemli olan o görevde yaptıklarının topluma yarar sağlayıp sağlamadığıdır. Buna karar verebilmek için ise refah iktisadının ölçütlerini anlamak gerekir.
(15 Nisan 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)