Ekonomi Notları – 86
Ömer Madra: Geçen yılın ödemeler dengesi üzerine bir okuma yapacaksın sanırım?
Hasan Ersel: Geçen yıl ödemeler dengesinin ne sonuçlar vereceği konusunda çok farklı görüşler ortaya atıldı. Cari hesaplarda az açık olacağı söylenen bir noktadan başladık, arada çok büyük cari açık verme olasılığımız olduğunu söyleyenler çıktı... Sonuçta cari açık beş aşağı beş yukarı beklenen yerde sonuçlandı...
Sadece bir kaleme bakarak Türkiye’nin dış ekonomik ilişkilerini özetlemek de pek doğru değil... Onun için ödemeler dengesinin biraz detayına bakalım. Cari açık sonuçta Türkiye’nin döviz kazancı ile döviz harcamaları arasındaki farkı veriyor. Arada bir açık varsa, nasıl finanse edildiği çok önemli... Doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile mi, yoksa dışarıdan borç alınarak mı? Bunun bileşimi nedir? İşte bunları daha yakından görebilmek için ödemeler dengesinde yer alan başlıca kalemlere bir göz atalım...
Önce dış ticaretimize bakalım, biz de ilginç bir bakış açısı vardır, Türkiye’nin “mal” ihracatının “mal” ithalâtından fazla olmasını hep arzu ederiz... Yanlış anlamayın, bunu başkaları arzu eder de ben etmem değil... Ben de öyle düşünmeye çalışırım... Ama bu hiç olmadı! Üstelik olması şart da değil...
Geçtiğimiz sene Türkiye’nin FOB olarak ölçülen ihracatı aşağı yukarı 51 (50.8) milyar Dolar oldu. İthalatımız da CIF olarak 68.7 milyar Dolar oldu. Yani mal dengemizde yaklaşık 18 milyar Dolarlık bir açık var... Bu büyük bir rakam....
Tarihimiz hep böyle, tarihimizde ithalatımıza göre hep daha az mal ihraç eden bir ülkeyiz. Bu çok mu acıklı bir şey? Ben o kanıda değilim, eğer bizim ihracatımız karşılığında ithal ettiğimiz filan ülkenin peyniri, falan ülkenin şarabı olsa, o zaman hem ihracat/ithalat dengemiz bozuk, hem de aldığımız ürünlerin yiyip bitiriyoruz derdik. Ama öyle değil. Türkiye’nin ithalatı büyük ölçüde sanayinin kullandığı ara malı ve yatırım malıdır. Gelişmekte olan bir ülkenin sanayinin çalışabilmesi ve gelişebilmesi için bu tür malları ithal eder. Bu malların önemli bir kısmı gelişmiş ülkelerde üretildiği veya oralarda üretilenlerin kalitesi daha iyi olduğu için büyüme ithalatın artmasına yol açar.
Gelelim hizmetlere... Bir ülke mal ihraç edebildiği gibi hizmet de ihraç edebilir. Yabancılara ne türlü hizmetler sunabiliriz? Örneğin bir Türk gemisi yabancıların bir malını taşır, karşılığında da navlun geliri elde eder, bu bir hizmet sunumu ve hizmet geliri edinme örneğidir. Turizm böyledir: yabancılar gelirler bizim memleketimizde tatillerini geçirirler, para öderler... Bu gelir türü bizim için çok önemli... İnşaat hizmetlerimiz var, yurtdışında firmalarımız yapıyor. Finansal hizmetler olabilir... Diğer bazı hizmetler daha var... İktisatta mal ve hizmet ayrımı pek yapılmaz. Hizmetler de mallar gibi üretilir ve sunulur, karşılığında gelir elde edilir. Turizm hizmeti sunmaktan söz ettiğimizde bunun arkasında otel yapımından, garsonun yemeği güzel sunmasına kadar tam bir üretim projesi var.
ÖM: Evet ona da bir çeşit mal olarak bakmak lazım.
HE: Evet, yalnız farkı, öyle somut, maddi olarak görünmeyen bir şey olması.
Bizim hizmetler dengesinde mal dengesinin tersine bir durum var. Orada gelirimiz 17 milyar Dolar, harcamamız 8.5 milyar Dolar, aşağı yukarı 9 milyar Dolar kadar fazlamız var. Galiba Türkiye’nin daha ziyade hizmet ihraç eden bir ülke olduğunu içimize sindirmemiz gerekiyor. Böyle bakmamız gerekli. Tabii her hizmeti aynı derecede iyi sunan bir ülke değiliz. Bazılarının hakkını yememek gerekli. Bizim bu alandaki ana kazanç kaynağımız turizmdir. Geçen sene ülkemize aşağı yukarı 9.7 milyar Dolar para girmiş turizmden, buna mukabil de Türk vatandaşları da yurt dışına gittikleri zaman 2.1 milyar Dolar civarında turizm harcaması yapmışlar. Turizmin net etkisi 7.5 milyar Dolar.
Ama sadece turizm değil. Türkiye inşaat hizmetlerinde de 906 milyon Dolar kazanmış. Bu da fena bir şey değil... Buna karşılık finansal hizmetlerden kazancımız yok, biz dışarıya net 83 milyon Dolar vermişiz. Demek ki yabancılardan aldığımız finansal hizmetler daha fazlaymış... Mal ve hizmet hareketlerini bir arada ele aldığımızda, açığımız 5 milyar Dolar civarına düşüyor. Açık bu durumda pek fazla değil...
ÖM: Peki bu 5 milyar Dolarlık net açık nereden geliyor?
HE: Bu esas itibariyle bizim mal ithalatımızın yüksek olmasından geliyor. Onun nedeni de ekonominin hızlanmağa başlaması. Bu aşağı yukarı böyle açıklanabilir.
Cari dengeye varmışken bir kalem daha var, o işi bozuyor. Döviz kazanmanın bir yolu mal ve hizmet satmak ise, bir başka yolu da mâli yatırım yapıp (hisse senedi ya da borç senedi) bundan gelir sağlamaktır. Tabii yurt dışındakiler de Türkiye’de benzer mâli yatırımlar yapabilirler ve buradan gelir sağlarlar. Yatırım geliri dediğimiz bu türlü kazançlardan Türkiye net olarak 5.4 milyar Dolar dışarıya ödemiş. Yani bizim bu kalemdeki kazancımız yabancıların Türkiye’den elde ettiğinden epeyce azmış.
Bütün bunları bir araya getirdiğimiz zaman ödemeler dengesinin cari hesap durumu ortaya çıkıyor. Bu da 6.8 milyar Dolar açık verildiğini gösteriyor. Yani toplam döviz kazancımızla toplam döviz harcamamız arasındaki fark 6.8 milyar Dolar harcama fazlası biçiminde gerçekleşmiş.
Şimdi bunun nasıl finanse edildiğine bakmamız lazım. Bunun finansmanı şöyle olabilir, ülkemize doğrudan yatırım yapan yabancılar gelirler, para getirirler fabrika kurarlar, ya da başka bir yatırım yaparlar. Buna doğrudan yatırım diyoruz.
ÖM: Bu konuda bir toplantı da yapıldı geçenlerde ve çağrıda bulunuldu.
HE: Evet.
ÖM: Ali Bilge de onun üzerinde durmuştu ama fazla da umut verici gözükmüyor o.
HE: Türkiye bugün dünyada yabancı sermaye için bir çekim alanı değil, bunu kabul edelim. Yalnız bir de rakamlara dikkatli bakmak gerekli. Ödemeler dengesine baktığımız zaman geçen sene 79 milyon Dolar yabancı sermaye girmiş görünüyor. Yalnız bu net yatırım. Ne demek istediğimi bir örnekle anlatayım: Bir ülke düşünün, geliri 100 birim olsun, o ülkeye de 1 birimlik yabancı sermaye gelsin, bu durumda dersiniz ki bu ülkeye gelen yabancı sermaye milli gelirinin %1’i. Bir de şu durumu ele alalım. bu ülkeye 101 birim yabancı sermaye gelsin, bu ülke de başka ülkelere 100 birim yatırım yapsın. Bu durumda yine net rakam 1 oluyor, ama olay çok değişik. Net rakama baktığınız zaman Türkiye’nin yurt dışına yaptığı yatırımları gözden kaçırıyoruz. Brüt rakamları söylersek durum daha iyi anlaşılacak. Brüt olarak baktığımız zaman ülkemize gelen yabancı sermaye rakamı şöyle gözüküyor: 578 milyon Dolarlık yurt içine yatırım yapılmış, ama yerleşikler de yurt dışına 560 milyon Dolarlık yatırım yapmışlar. Yani Türk firmaları yurt dışına yarım milyar Dolarlık yatırım yapmışlar. Bunlar öyle gizli kapaklı değil, gayet güzel, ülke yasalarına uygun, açılış törenleri vs. yapılan yatırımlar. Orta Asya’ya olabiliyor, Ukrayna’ya olabiliyor, Bulgaristan, Brezilya gibi çeşitli ülkelere yatırımlar yapılıyor. Bu ne demektir? İleride onların kâr gelirleri buraya gelecek demektir. İşte bu rakam yarım milyar Dolar. Net rakamı 79 milyon Dolara indiren Türkiye’den bu şekilde de bir sermaye çıkışı olması, yurt dışına Türk işadamlarının, Türk firmalarının yatırım yapıyor olması...
O halde Türkiye’ye çekebildiğimiz yabancı sermaye dediğimizde 578 milyon Doları almamız gerekli. Bu rakam yine az, o ayrı bir konu... Türkiye daha fazla yatırım çekebilirdi. Bunun altını çizmek gerekir....
Bunun dışında kaynak temininin ikinci kategorisi, portföy yatırımları dediğimiz şeyler, yani menkul kıymet satışları, Türklerin sattığı menkul kıymetler, bunlar hisse senetleri olabilir, tahviller olabilir; ama aynı durum orada da var, çünkü Türkiye’de yerleşik olanlar gidip yurt dışından menkul kıymet alabilirler, Amerikan devlet tahvili alabilirsiniz ya da bir şirkete ortak olabilirsiniz, vs. bu ikisinin farkına bakmak lazım. Böyle baktığınız zaman Türkiye’den böyle yurt dışına çıkmış menkul kıymetlerini arttırma yönünde aşağı yukarı 1.7 milyar Dolarlık -toplam olarak söylüyorum- yatırım yapılmış. Buna mukabil aşağı yukarı 4 milyar Dolarlık da Türkiye’nin çıkarttığı kağıtlara talep olmuş, yani alınmış. Bunun da 1 milyar Dolarlık kısmı hisse senedi şeklinde alınmış. Böylece portföy yatırımları yoluyla Türkiye’ye 2.3 milyar Dolar kaynak girmiş gözüküyor.
ÖM: Buradaki genel tablodan bir genel sonuca varmak gerekirse ne diyebiliyoruz?
HE: Şu ana kadar iki şey söylemiş oluyorum, birincisi Türkiye’ye doğrudan yatırımlar azdır, ama bu miktar ödemeler dengesi net kalemine baktığımızda gördüğümüz rakam değildir. Brüt kaleme bakmak lazım. Türkiye’nin yurt dışı yatırımları ciddidir, Türk firmalarının iş yapma biçimleri bunu zorunlu kılmaktadır, buna dikkat etmek lazım.
İkincisi de Türkiye portföy yatırımı, yani Türkiye’nin çıkardığı tahvil, hisse senedi, vs. ürünleri yurt dışında satmaktadır ve buradan da Türkiye net olarak aşağı yukarı 2.3 milyar Dolarlık bir finansman temin etmiştir. Yani cari açığımızın 2.3 milyar Dolarlık kısmı bu yolla karşılanmıştır. Bunun dışında da krediler var, diğer mâli yatırımlar var. Bu rakam aşağı yukarı 3.3 milyar Dolara geliyor.
Bunun sonucunda Türkiye’ye giren kaynaklar cari açığını karşılamakta yeterli oluyor, Merkez Bankası’nın rezervleri de 4 milyar Dolar kadar artıyor. Fakat toplama çıkarma yaparsanız, az önce söylediğim rakamlardan bu 4 milyar Dolara varamazsanız. Türkiye’de bu söylediğim kalemlerle açıklanamayan bir başka yabancı para girişi görülüyor, yani topladığınız zaman arada 5.2 milyar Dolarlık bir fark çıkıyor. Bu paranın ne yolla geldiği belli değil.
Bu bazen esrarengiz para girişi diye yorumlandı. Anımsayacaksınız yılın ilk yarısında Irak’tan para geldi, Saddam’ın parası falan dendi, sonradan Saddam’ın pek de öyle kimseye verecek bir parası olmadığı ortaya çıktı. Burada biraz iktisada bakalım. Bir örnekle açıklayayım: ben geçen yıl yaptığım bir hizmet karşısında diyelim ki 100 Dolar kazandım, onu da “aman ihtiyatlı olalım, durum belli değil, Dolar olarak saklayayım“ dedim. Bu sene de paraya ihtiyacım oldu, onu götürdüm bankaya verdim, TL aldım ve kullandım. Bu durumda bu sene ihracat yapmış değilim, bu sene kimseye hizmet filan sunmuş değilim, bu işi geçen sene sundum. O benim geçen seneden kalan param, yani benim servetimin bir parçasıydı. Servetimi azalttım, ve bununla günlük harcamamı karşıladım.
İşte “yastıkaltı dövizleri” denilen bu... Geçen sene Türkiye’de konjonktür biraz iyiye gittiği için insanlar biraz harcamalarını arttırma cesaretini buldular. Ama gelirleri o derece yükselmedi. Reel ücretlerde hala düşme var, bu durumda bazı harcamaları finanse edebilmenin yolu mâli servetlerini düşürmek şeklinde oldu.
ÖM: Bunu sen zaten öteden beri tekrarlıyordun önemli bir nokta olarak, bu şimdi aşağı yukarı kanıtlanmış da oluyor.
HE: Evet. 5.2 milyar Doların çok büyük bir kısmı, hatta bana sorarsanız tamamı buradan geliyor. Bunun böyle olduğunu nereden biliyorsun diyeceksiniz: Geçtiğimiz sene boyu bankam Yapı Kredi’de döviz alımları nereden oluyor diye soruyordum. Ne tür döviz geliyor bankamıza? Tabii çeşitli şekillerde geliyor. Bankanın büyük aktivitesi var. Ama hep şunu söylediler, “küçük miktarda ve banknot biçiminde” ciddi döviz girişi var... Yani efektif dediğimiz şekilde geliyor... Çek olarak değil de ”şu 500 Doları, şu 1000 Doları boz” şeklinde paralar geliyor.
Bu da bende olayın anlattığım biçimde olduğu izlenimini oluşturdu. Bence bu olay geçen seneki tüketimde olan artışı gösterir. Kanımca milli gelir istatistiklerinde takıldığımız stok birikmesi aslında yok, çünkü tüketim artışının finansmanında mâli servet erimesinin etkisini ihmal ettik. Burada gördüğümüz 5.2 milyar Dolara varan ve önemli kısmının böyle olduğunu düşündüğüm bir kaynak buna yaradı. Dolayısıyla milli gelir istatistikleri, ödemeler dengesini bir arada düşündüğümüz zaman geçen sene olup bitenler derken, Türkiye hızla bir büyümeye doğru geçti, bunun sonucunda ithalatı yükseldi, bu cari açığı da büyüttü. Bu cari açık büyümesinin finansmanında da bir miktar, önemli ölçüde yurt dışından kaynak temin etti, finansal kaynak temin etti ve bir kısmı da popüler deyimi ile yastıkaltı dövizlerin piyasaya girmesi ile finanse edildi diye özetleyebilirim.
ÖM: Çok ilginç, çünkü bu iktisat biliminin de bilim olduğunu bir kez daha ortaya koyan noktalardan biri gibi karşımıza çıkıyor; çünkü sen teorik olarak bunun bu şekilde, böyle bir gelişme olabileceğini ortaya koyan görüşler belirtmiştin. Şimdi bunun doğrulandığını, kanıtlandığını görüyoruz diyebilir miyiz?
HE: Ben hiç olmazsa o kanıdayım.
ÖM: Bir de sürdürülebilir bağımsızlık diye nitelendirdiğimiz bu “Sesinize sahip çıkın! Bir programa destek olun!” kampanyası da bir biçimde devam etmekte, senin bir izlenimin vardı Kuveyt’teki toplantıdan, onu da nakleder misin lütfen?
HE: Bu toplantıyı, bağımsız bir iktisadi araştırma kuruluşu var, merkezi Kahire’de, Arap ülkeleri, İran ve Türkiye’yi kapsıyor, yönetim kurulu toplantısı vardı, ona gitmiştim. Katılanların niteliğini söyleyeyim, esas itibariyle akademisyenler, bir de benim gibi insanlar var. Bunlar finans ve ticaret alanından, ama akademik çalışmalara ilgi ve saygı duyan insanlar. Böyle hoş bir çevre. O çevrenin daha çok akademisyen grubu ile konuşmalar yaparken, böyle bir radyomuz olduğunu, radyomuzun böyle bir kampanya açtığını ve bu kampanyanın ilgi yarattığını söylediğim zaman, tahminimin ötesinde bir heyecan doğdu.
ÖM: Oraya taşıdın yani Açık Radyo finansal modelini?
HE: Evet, bu çok hoşlarına gitti, “ciddi mi?” dediler, bunu konuştuğum kişilerden bir tanesi, bir İranlı öğretim üyesi ama kendisi Amerika’da yaşıyor, orada hoca. O tabii böyle kampanyalara daha yakın, Amerika’da böyle kampanyalar yapılıyor kamu radyoları, kamu televizyonları tarafından... Bu olayı, ABD’de yapılabilen bir kampanyanın bu bölgeye taşınmasının ilk örneği olarak düşündü. Arkadaşlarım bir şey söylemediler, ama “keşke bizde de olsa böyle bir şey” dedikleri hissine kapıldım. Ama çok hoşlarına gittiğini ve çok ilginç bir şey olduğunu, üzerinde düşünülmesi gereken bir şey olduğunun hepsi altını çizdi.
ÖM: ‘Model’ demekte çok haksız değiliz herhalde?
HE: Evet.
(18 Mart 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)