Ekonomi Notları: Geleceğin maliyeti

-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları – 78

 

Ömer Madra: Yeni yılın ilk programında, AB’ye yaklaşmanın ya da tam üye olmanın iktisadi maliyeti üzerinde biraz duralım diye konuşmuştuk. Türkiye bakımından 2004’ün oldukça kritik bir yıl olduğu düşünülüyor, yani dünyada insanlık için de öyle tabii ama Türkiye için özellikle AB ile tarihlemeler, tam üyelik açısından fevkalade kritik bir yıl olacağı, Kıbrıs da dahil olmak üzere bütün meselelerin bu yıl içinde çözülmesinin önem taşıdığı, farklı disiplinlere bağlı yazarlar tarafından sıkça belirtiliyor. AB üyeliğinin “ekonomik maliyeti” konusunda bilgi rica edebilir miyiz?

 

Hasan Ersel: Memnuniyetle. Memnuniyetle diyorum çünkü bu benim için böyle 40 yıla uzanan bir hikaye... Ankara Antlaşmasından söz ediyorum... O zaman tabii o kadar farkında değildim, öğrenci idim... Ama Ankara’nın o yıllarını sen de hatırlarsın. Konu gündeme gelmiş, havası bizi sarmıştı... İki farklı yaklaşım sözkonusuydu: Dışişleri Bakanlığı vardı, bir de Devlet Planlama Teşkilatı vardı. Dışişleri Bakanlığı siyasi nedenlerle AB’ye girilmesinden fevkalade yanaydı. DPT ise iktisadi nedenlerle fevkalade karşıydı. Ama ya görüşler çok berrak değildi veya ben anlayamamıştım ne dediklerini... Tartışmalara tanık oldum, toplantılara gittiğimi anımsıyorum. İktisadi açıdan ileri sürülen görüşün özü “eğer girersek sanayimiz yıkılır” gibi bir şeydi... Daha sonraları öyle bir çalışmaya da katılmıştım... “[Ortak Pazar’a girmek] sanayi üzerinde ne etki yaratır?” gibi bir çalışmaydı. 1971 yılıydı galiba Eskişehir Sanayi Odasının raporunun hazırlanması çalışmasına katılmıştım. O yıllarda böyle bir kaygı vardı.

 

ÖM: Çok net olarak hatırlıyorum Ankara’da hem öğrenciler arasında, hem de akademik çevrelerde de hararetli bir tartışma havası estiğini.

 

HE: Hatırlaman lazım çünkü tartışılırdı bizde -Mülkiye’yi kastediyorum... Tabii “öğrenci ne kadar biliyordu?” diyeceksin, ama yine de tartışılması hoş bir şeydi. Aradan geçen süre içerisinde benim ilgimi çeken nokta, konunun siyasal boyutlarının ön plana çok çıkması oldu. “Girmemiz lazım, şöyle olur, böyle olur,” dendi fakat iktisadi boyutu üzerinde görece az çalışma yapıldı. Görece diyorum...Hiç yapılmadı değil... Akademik çalışmalar yapıldı. Bürokraside de çalışma yapılmadı değil. Örneğin ben de daha sonraki yıllarda yine Dışişleri Bakanlığı’nın girişimi ile mevzuat taramasında çalıştım. Ama siyasi nokta hep daha ön plana çıktı. Türkiye’ye karşı yöneltilen eleştirilerde de siyasi olanlar ön plana çıkmıştı, “Avrupalılar Türkiye’ye şu nedenle karşılar, vs.” gibi.

 

Ama işin bir de iktisadi yönü var. AB’nin belli bir çalışma düzeni var, belli bir yapısı var, Türkiye’nin ona uyum sağlaması söz konusu. Tabii bu sadece Türkiye için söz konusu olan bir şey değil, Macaristan için de, Polonya için de geçerli bu durum. Özetle diyorsunuz ki “sen kendini gittiğin yoldan çıkar, başka bir yola geç, mümkünse kilo ver, boyunu uzatamayacaksın ama hiç olmazsa ince görün, vs.” ama bunların hepsinin bir maliyeti var. Başka türlü yaşamaya alışmanın bir maliyeti var. Sorunu böyle ortaya koyunca, üzerinde çok daha fazla durmak gerektiği kendiliğinden ortaya çıkıyor. Şimdilik sorunun bir boyutunu ele alalım, daha sonraki programlarda diğer boyutları üzerinde de dururuz.

 

ÖM: Evet, tüm boyutları ile etraflıca tartışmamız gerektiği kanısındayım.

 

HE: Evet, evet, ben bir iki boyutu hakkında bir şey söyleyebilirim ama çok etraflı tartışılması gereken, farklı uzman kişilerin davet edilmesi gereken bir konu. AB üyeliğinin emek piyasasındaki etkisi nedir, kamu mallarının sunumu üzerindeki etkisi nedir? Bunların hepsinin Avrupa’da ayrı ayrı mevzuatı var, bu mevzuata nasıl uyacağız?

 

ÖM: Evet, sosyal ve politik boyutları üzerinde de dün Prof. Çağlar Keyder ile etraflıca durma fırsatı bulduk, çok konuşulması gereken bir konu zaten.

 

Toplam faktör verimliliğini arttırmamız gerekiyor

 

HE: Bir rakam vermek istiyorum, moral bozmazsam... Çevre korumasında Avrupa standartlarına uyulması diye bir boyut var. Ankara’da Bilkent Üniversitesi’nde AB üzerine bir konferans vardı, orada sunulan bir tebliğden aklımda kalan rakamı söyleyeyim, Türkiye’nin bu amaçla yapması gereken yatırımının büyüklüğü 120 milyar dolar...

Tebliği sunan “bu biraz yüksek bir rakam olabilir ama 90 milyar dolar da olabilir” dedi...

 

ÖM: Ne kadar zamanı kapsayan bir dilim için gerekli bu harcama miktarı?

 

HE: Bunu tabii zamana yayacaksınız... Fakat 120 milyar dolardan söz ediyoruz... Çevreyi korumak, Avrupalıları korumak değil; bizi korumak bu...Yani her halde yapılması gereken bir şey. Örneğin, bunu yaparsak kanser olmayacağız veya daha az olacağız... Ama rakam 120 milyar dolar! AB bu parayı verebilecek veya bu konuda yüklüce yardım edebilecek güçte değil. Sonuçta bu maliyet bizim üzerimize gelecek. Bunu biz 10 yıla yayarız, 20 yıla yayarız o ayrı mesele. Tabii ki bu 1-5 yılda yapılır bir şey değil, Türkiye bunu hayatta yapamaz... Üstelik bu sadece bir örnek. Sosyal güvenlikte de benzer önlemler almak gerekiyor...

 

Ben olaya iktisat politikasını yürütme sorunu açısından bakmak istiyorum. Bakın enflasyonu ciddi oranda düşürdük. Hemen altını çizeyim, bu çok ciddi bir başarıdır... Şimdi ileriye doğru bakalım.  Bundan sonra bugüne kadar aldığımız türde önlemleri almaya devam edersek sonuç alabilir miyiz diye irdelememiz lazım. Örneğin enflasyonun düşmesinde kur hareketlerinin çok önemli etkisi olmuştur. Türkiye, sonuçta TL’nin reel değerinin arttığı bir ortamda, maliyetleri kontrol edebilmiş, buradan gelen etkiyi giderebilmiş, bu da enflasyonun düşmesinde yardımcı olmuştur. Katiyetle tek faktördür demiyorum... Para arzı kontrol edilmiştir, Merkez Bankası politikasında etkin ve başarılı olmuştur. Bunları yadsımanın anlamı yok. Ama bunların yanı sıra kurdan gelen bu etki de önemli katkı sağlamıştır.

Ama bu dönem bitti... İki nedenle: öncelikle zaten kurun serbest bırakıldığı bir dünyaya geçtik. İkinci olarak Avrupa’yla bütünleştikçe, kur bugünkü kadar bile bizim etkileyebileceğimiz bir değişken olmaktan çıkacak. (Faiz oranlarını yükselterek TL’ye olan istemi artırmak yoluyla kuru etkilemekten söz ediyorum). Kur Almanya’nın bile kontrol edebileceği bir şey olmaktan çıktığına göre biz haydi haydi kontrol edemeyiz.

Demek ki kurdan bir destek bekleyerek iktisat politikası yürütemeyiz. Bu birinci nokta.

 

Bir başka maliyet faktörü ücret... Türkiye geçtiğimiz iki yıl enflasyonu düşürürken reel ücretlerde düşme oldu. Bu sürdürülebilir bir şey değil... Aslında bunun için AB’ye girmeye gerek yok... Demokratik bir toplumda reel ücretler geçici olarak düşebilir ama devamlı düşemez. Sonuçta bu da bir yerde duracak. Demek ki oradan gelen avantajımız da olmayacak...(Maliye düşürme avantajından söz ediyorum, çalışanların geçim durumundan değil).

 

Üçüncü nokta biz rekabet hukukumuzu Avrupa’ya yakınlaştırıyoruz, iç ve dış rekabeti teşvik eden bir dünyaya geçiyoruz; bu rekabetçi olmayan bir ekonomide elde edilen rantları, yani tekelci rantlarını, yok eden bir gelişme. Bu da, kâr marjları daha düşük olacak demek...Bazen de eksi bile olabilir.

 

Dördüncü nokta, biz kamu olanakları ile özel sektöre destek vererek iktisadi gelişmeyi sağlayan bir ekonomik yapı kurduk. Bu cumhuriyetin başından beri böyle. Ama şimdi Avrupa hukuku “yok, bazı şeylerde böyle destek veremez” diyor. Devletin destek verme biçimi üzerinde çok ciddi sınırlamalar geliyor. Amerika ile Avrupa arasında da böyle sorunlar var zaten. Demek ki bu politika aracını da rahat kullanamayacağımız bir dünyaya doğru seyrediyoruz.

 

Peki o zaman soru şu: Türkiye’deki iktisadi faaliyetler bu araçların kullanılamadığı bir ortamda nasıl kârlı olacak? Nasıl sürdürülebilir olacak? Cevabı teknik olarak açık, toplam faktör verimliliğini arttırmamız gerekiyor.

 

ÖM: Ne demek bu?

 

HE: Diyelim ki elinizdeki tüm girdileri (emek, sermaye, doğal kaynak) kullandığınızda 3 birim üretiyordunuz. Toplam faktör verimliliğinin artması, aynı girdileri kullanarak 5 birim üretmek demek... Üretimde verimlilik artışı ya böyle ölçülür, ya da bir üretim girdisi itibariyle hesaplanır. Sözgelimi emek verimliliği gibi... Bu ikincisine kısmi verimlilik deniyor.

 

İktisadın yukarıdaki soruya yanıtı bu... Bu yanıt da doğru... Yalnız bu kendiliğinden olmaz, yani durup dururken toplam faktör verimliliği artmaz... Yatırım yapacaksınız... Bu illa makine alacaksınız anlamına gelmiyor. İşçinize yatırım yapacaksınız, onu eğiteceksiniz...

Hatta daha öteye gideceksiniz toplum olarak çocuklarınıza yatırım yapıp onların eğitim kalitesini yükselteceksiniz ki iş hayatına geldiklerinde katkıları olsun. Örneğin yabancı dil bilecekler ki haberleşme masrafınız düşsün... Eh, bunun da bir maliyeti var.

 

ÖM: Evet etraflı bir toplumsal ve ekonomik maliyet çıkıyor ortaya. AB projesini, yani AB ile bütünleşme projesini böyle bir şey olarak algılamamız gerekiyor anlaşılan.

 

HE: Evet, çok açık olan bir şey var, bunlar yapılmadığı takdirde AB ile bütünleşme gerçekleşmez... Ama bir şey daha var: Bunlar yapılmadığı takdirde Türkiye’nin geleceği zaten pek güvencede değil. Yani “Avrupa Birliği üyesi olmaktan vazgeçtik” desek bunları yapmayacak mıyız? Bence yapacağız, yapmak zorundayız.

 

Dolayısıyla, çok ciddi değişikliğin başladığı bir döneme geliyoruz. 2004 yılında bunun başladığı yıl gibi görünüyor bana. Enflasyon örneğine döneyim. Enflasyonu düşürmede yeni bir devreye geldik, bundan sonra enflasyonu düşürmek çok daha zordur. Neden? Çünkü alacağınız her kararda birini rahatsız etme olasılığı daha yüksek. Diyorsunuz ki “kendine çeki düzen ver!” Enflasyon yüksek iken “köpük temizleniyordu” denilebilir. Yani fazla sıkıntı doğmadan enflasyonda bazı düşüşler sağlanabilir. Bu da o kadar kolay değildir. Yapılanları küçümsemek için söylemiyorum. Ama bu daha zor... Anımsatayım, Yunanistan istikrar programını 1990’da yürürlüğe koydu, enflasyonu Avrupa standartlarına 2002-3'te düşürebildi. Yani 14 yıl aldı. Türkiye’nin tek haneli, ama küçük tek haneli, enflasyon düzeyine gelmesi bugünden yarına olacak bir iş değil. Umarım Yunanistan kadar uzun sürmez ama epeyce zaman alacak.

Ayrıca sorunlarla dolu bir yoldan geçilecek. Yunanistan’da PASOK için de çok zor olmuştu, kendi içinde çok problemler karşılaştı, işçi sendikalarıyla ters düştü. Yani böyle bir programı uygulamak da kolay değil, politikacıya da çok yük getiren bir program. Bundan sonra bunların hepsine çok dikkat etmek gerekiyor.

 

Geleceğe yatırımı kendimiz yapacağız

 

ÖM: Yani daha önce Kopenhag kriterleri için söylediğimiz şey tabii ki öbür alanlar için de aynen geçerli: AB Kopenhag kriterlerini zorluyor, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü başta olmak üzere bütün temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasını talep ediyor. Ama bunlar zaten herkese,  “her eve lâzım” olan temel haklar, modern bir devlet, çoğulcu saydam bir demokrasi olabilmek için gerekli olan şeyler. “AB olmasa da zaten gerekiyordu” deniyor. Aynı şey Maastricht kriterleri ya da başka kriterler için de geçerli değil mi? Maastricht ekonomi kriterlerleri olmadan da Türkiye’nin zaten -bütün diğer ülkeler gibi - yapması gerektiği şeyler, atması gereken reform adımları diyemez miyiz; özellikle globalizasyon, küreselleşme çağında?

 

HE: Kesinlikle öyle.

 

ÖM: Yani, yapılması gerekenler konusunda rasyonel bir çizgi izlenmesi gerekiyor ama bu ciddi bir maliyet de getiriyor.

 

HE: Evet. Ben az önce söylediklerine gönülden katılıyorum: yapılması gereken yapıldığı zaman çocuklarımıza daha iyi bir Türkiye bırakacağımız düzenlemeler bunlar. Dolayısıyla bunlardan kaçalım diye bir şey söz konusu değil. Yalnız bunlar yokmuş gibi davranılması beni çok rahatsız etmişti geçmişte, onun için bunları söylemek istedim. Sanki böyle bir maliyet yok veya böyle bir maliyet var da nedense Almanlar ellerini cebine atıp parayı verecekler gibi bir düşünce vardı. Niye versinler ki? Teknik yardım verebilir ama niye elini cebine atıp da bu kadar çok para versin? Bu olanaklı değil. AB’de bir tarihte bir dereceye kadar olanaklıydı. Yunanistan’ın girdiği dönemde AB’nin daha fazla olanağı vardı. O dönem sona erdi...

 

ÖM: Az önce bir örnek olarak vermiş olduğun çevre düzenlemeleri konusu bunu fevkalade iyi gösteren bir örnek olarak karşımızda; çünkü mesela bugün pek çok batılı gazetenin, başta Independent ve Guardian olmak üzere manşetlerini işgal eden haber, çevrenin küresel ısınmaya muazzam bir tahribata doğru gidip, bütün canlı varlıklara büyük bir tehdit oluşturduğu yönünde. Dolayısıyla zaten AB ile hiçbir ilgisi olmadan da çevre konusundaki tedbirleri kendimiz için bir an önce almamız gerekiyor.

 

HE: Tabii.

 

ÖM: AB meselesinin ekonomik ve sosyal maliyetlerine tekrar enine ve boyuna, çeşitli biçimde döneceğiz herhalde?

 

Mustafa Arslantunalı: Fakat bu maliyet konularının tartışıldığını ve konuşulduğunu hiç işitmedim? Acaba AB’ye destek azalır kaygısıyla mı üstü örtülüyor, konuşulmuyor bunlar?

 

HE: Ben size katılıyorum, bunu düşünen insanların bir kısmı belki böyle bir kaygıyı da duyuyor... Bir de yeterli çalışma yapılmadığını düşünüyorum. Çalışma hiç yapılmıyor da değil. Yapıldı, var, DPT’de de var, birçok özel araştırmacı ve bilim adamımızın ciddi çalışmaları var... Fakat sözünü ettiğimiz epey büyük bir olay. Bunu bir kampanya halinde yapmak, araştırma enstitüleri kurmak gerekli. Bu enstitülerin her birinin olayın bir boyutunu ciddi biçimde ele alması sağlanmalı. Bu kolay iş değil.

 

MA: O da bir maliyet.

 

HE: E, tabii. Sonunda bir araştırma yapıyorsunuz. Araştırma yapılması benim hoşuma gider ama maliyetini ödemek ayrı bir sorun... Toplum buna kaynak ayıracak ki önünü görebilsin... Bu maliyetin karşılığı da belki 20 yıl sonra görülecek... Bunu da siyasal iktidara anlatmak çok zordur.

 

ÖM: Ben Mustafa’nın sorusuna bir başka soru ile cevap vermek istiyorum; Türkiye’de gazetelerde çevre, küresel ısınma gibi konulardan da hiç bahsedilmiyor; bu susuş da AB korkusundan kaynaklanmıyor herhalde?

 

MA: Yok. O konuda korku olduğunu zannetmiyorum. ‘Türklere bir şey olmaz!’ diye düşünüyordur herkes.

 

ÖM: Şu anda gördüğümüz, bugünün herhangi bir gazetesini açalım, İngiltere’de özellikle hepsi bundan bahsediyorlar ve bizde tek satır yok, Türk medyasında hiç bahsedilmiyor.

 

HE: Ama biz Türküz, bize bir şey olmaz!

 

(8 Ocak 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)