Ekonomi Notları - 31
Ömer Madra: Bundan daha yoğun ve tarihi günler yaşadığımızı hatırlamıyorum desem yeridir. Ulusal ve uluslararası konjonktür açısından, bir de ölüm-kalım meselesi olan savaş da çok yakın, ekonomi meseleleri de fevkalade önemli, bir de medeniyet ve uluslararası ilişkiler, AB derken... Aslında biz istersen hükümet ve reform programına bakalım, önce IMF heyeti burada ve IMF ile görüşmeler nasıl gidiyor?
Hasan Ersel: Diğer gelişmeler, doğal olarak, IMF heyetinin ziyaretini ön planda olmaktan çıkarıverdi. Ama Türkiye'nin 2003'de izleyeceği iktisat politikası, IMF ile olan ilişkilerimiz gözönüne alındığında yine de de önemini koruması gereken bir olay. Öte yandan bu ziyaretin doğasından kaynaklanan haklı bir nedenle de ikinci plana düştüğünü söylemek olanaklı. Çünkü IMF heyetinin bu ziyareti bir tanışma ziyareti. Teknik olarak bu Kasım ayında yapılması gereken fakat seçimler nedeni ile yapılamayan ziyaretin gerçekleşmesidir. Dolayısı ile sıradan bir ziyaret. Ancak normalde Kasım ayında buraya gelen IMF heyetinin gelecek yılın bütçesi üzerinde bilgi edinmesi, onlara göre hükümetin söyleyeceklerini dinlemesi ve bütün o programını yürüyüşünü değerlendirmesi, bunlara bağlı olarak da geri kalan bir miktar paranın serbest bırakılması söz konusu olacak idi. Şimdi değişen bir şeyler var. Hükümet yeni, bütçe teknik bir nedenle yok: yeni hükümet kendi bütçesini hazırlamak istiyor doğal olarak. Ama zaman sınırı var onun için bir geçici bütçe yapılacak herhalde 3 aylık dönem için. Dolayısı ile Marttan sonra bütçenin bütünü görülmüş olacak. Böyle olunca bu ziyaret bir tanışma, ana fikirlerin anlaşılması, duyulmasından ibaret kalıyor. Böyle baktığımızda bu ziyaretin bu anlamda somut bir sonucu olması beklenmese de verdiği sinyaller var. Onların üzerinde durmak lazım. Bunlardan bir tanesi hükümet ve AKP çevrelerinde uygulanmakta olan iktisat programının sosyal içeriğinin olmadığı ya da tatmin edici olmadığına (olmadığı olamaz, pozitif ya da negatif muhakkak vardır) ilişkin eleştiriler vardı. Bu konunun nasıl gündeme geleceği çok önemli. Burada Uluslararası Para Fonu’nun yaptığı açıklamalardan çıkan iki noktayı görüyoruz: İlki şu: Makro ekonomik dengeleri gözetmek şartı ile bir hükümetin elindeki kaynakları nasıl kullanacağı tabii ki kendi takdiridir. Bu stand-by’ın içine girecek bir şey değil. Yani siz parayı öyle ya da böyle harcarsınız, mühim olan harcadığınız paranın miktarının gelirlerin içinde kalması...
ÖM: Bütçede dengenin korunması yani?
HE: Ya da bütçede faiz dışı fazla vermeniz gerekebilir (borç yükünü düşürmek için) Bunu sağladıktan sonra parayı A’ya mı harcarsınız B’ye mi harcarsınız, bu hükümetin takdirinde olan bir şeydir.
ÖM: İlginç bir şey aklıma geldi, geçenlerde bir gazetede gördüm, Başbakan Abdullah Gül bu IMF ile yaptığı görüşmelerden bir tanesinde “IMF’nin dünya çapındaki imajı da bir hayli bozuk, son zamanlarda hiçbir başarısı görülmediği gibi, büyük başarısızlıklar da durmadan hanesine yazılıyor ve ona fatura ediliyor, Türkiye’de başarılı bir uygulama IMF’yi de kurtarır mealinde konuşmuş. “Yalnız Türkiye ile ilgili bir mesele değildir.” demiş. Bu yaklaşım bana ilginç geldi, sen ne diyorsun?
HE: Doğruluk payı var bu saptamada. Türkiye’de işlerin iyiye gitmesi IMF’nin lehine olur. Öbür taraftan da IMF’nin görevine bakarsanız hep ümitsiz hastaların başvurduğu bir doktora benziyor. Bu kurumun başarısını ölçmek de çok zor. Esas sorun galiba -başka ortamlarda daha fazla tartışırız- IMF’yi koruyucu hekim haline getirebiliyor muyuz? Adam (ülke) ümitsiz hale gelmeden önce bir şey yapılabiliyor mu? Ülkelerin karşılaştığı sorunların bir kısmı tümüyle kendilerinin yaptığı dramatik hatalar, anti demokratik uygulamalardan, vs.'den kaynaklanıyor olabilir, ama bazı sorunlar böyle nedenlerle çıkmıyor. Dünya konjonktürü değişiyor, ülkenin dengeleri bozulmaya başlıyor. İşte bu durumda, o ülke ile anlaşmak kaydı altında, işin kötüye gitmesini engelleyecek biçimde çaba göstermek gerek. Oysa IMF’nin bu durumda pek bir şey yapabildiği söylenemez. Rapor yazıyor, ama fazla bir etkinliği yok, o durumda yardım edecek olanakları pek yok. İş çıkmaza yakın yere gelince gidiyor. Sanırım bu bağlamda IMF'nin statüsünde kapsamlı bir düzenlemeye ihtiyaç var. Herkesin oturup "şu dünya ekonomisinin istikrarlı, sağlıklı yürüyebilmesi için nasıl bir uluslararası organizasyon olması gerekir?" sorusuna yanıt araması gerek.
ÖM: Bu tabii dünyanın belki de en önemli sorunlarından bir tanesi, çünkü başta BM’nin kendisi olmak üzere, ABD başta olmak üzere bazı ülkelerin ağırlıklı rolü, bunun daha demokratikleştirilmiş hale getirilmesi konusunda çok önemli bir sürü tartışma var. Yoksa “ameliyat çok iyi gitti fakat hastayı kaybettik” manzaraları ile sık sık karşılaşmaktayız. HE: Öyle. İki tane sorun var, bir tanesi müdahale ettiğiniz zaman doğru müdahale edebiliyor mu? Yoksa işin içerisinde başka ‘çıkarlar’ karışıyor mu? İkincisi de zamanında müdahale etme olanağı var mı? İlk yardım servisi olmayan bir hastaneye benziyor. Böyle garip bir durum. Hasta istikrarlı bir hale getirildikten sonra tedavisi başlayabilir, ama onu o hale getirebilecek bir ön müdahale yapacak bir imkan yok. Çünkü deniyor ki “vahim bir durum yoksa niye uluslararası kuruluşlar destek versin? Ancak olağanüstü kötü durumlarda destek verilir”. Ama olaylar gösterdi ki, bozulmayı görmek mümkün ve o anda ülke bazı tedbirleri almak istiyorsa, almasına destek vermek yani krizi engellemek hem olanaklı hem de gerekli. Krizi engelleme fonksiyonuna çok ağırlık vermek gerekir gibi geliyor. Bu kolay iş değil, onu anlıyorum, ne zaman "krize doğru gidiliyor" havası vardır, ne zaman yoktur onu ayırt etmek, kriz ile kriz olmayan durumu ayırt etmeye oranla çok daha zor bir iş.
ÖM: Bunun için yeniden yapılandırılma süreci ihtiyacı çok âcil bir şekilde kendini belli ediyor.
HE: Öyle, o açık. Bizimle ilgili olan tarafa dönersek, IMF’nin bu “şartlara uymak kaydıyla nasıl parayı harcarsınız harcayın” dedikten sonra ikinci bir saptaması daha var: “bize hükümet tarafından herhangi bir somut öneri iletilmedi” diyorlar. Yalnız bu bir eleştiri şeklinde değil, "şu anda iletilmedi" anlamına kullanıyorlar. Zaten çok erken. Böylelikle, IMF heyetine “Şu anda evet mi dersiniz, hayır mı dersiniz?” diye bir soru sorulduğu zaman “ne olduğunu görmeden, mali portresinin ne olduğunu bilmeden, evet veya hayır demem mümkün değil,” biçiminde yanıt vermiş oluyorlar.
Şimdi ben burada hükümet açısından önem taşıyan bir konuya değinmek istiyorum. Hükümetin karşılaştığı bir zorluk var. Hükümetin programında hakikaten bu daralma sürecinde daha çok zarara uğrayanlara destek verebilme arzusu var. Yalnız bunları yapmağa kalkmak epeyce zor, çünkü destek verilecekler çok iyi tanımlanmış bir kesim değil, esnaf, çiftçiler ya da işçiler olabilir. Eldeki kaynak da az olduğu için birine destek verip ötekisine vermemek problem olabilir. Hepsine dağıtılmaya kalkıştığı zaman kaynak yetmeyebilir. Dolayısı ile hükümetin bu işi nasıl yapacağı kimlere öncelik vereceği, neyi yapacağı ciddi bir demokratik karar verme problemi.
ÖM: Enteresan bir konjonktür var: ‘ateşten gömlek’ lafı sık sık tekrarlanıyordu bir aralar, ilk hükümet geldiğinde, bu her bakımdan doğru; uluslararası, ulusal ve ekonomik açılardan her sektörde de çok zorlu bir iş var.
"Büyüme hızı yüzde 7'ye ulaşacak"
HE: Bizim günlük yaşamımızda çok olur. Bir şeyin ismini söyleyince onun içeriğini tarif ettiğimizi zannederiz. Mesela "sosyal amaç" nedir? Örneğin esnafa destek vermek de bir sosyal amaçtır, çiftçiye destek vermek de… Ama etkileri farklıdır ve birini seçtiğiniz zaman ötekini de seçmemiş olursunuz. Onun için bundan sonrası biraz zor.
Bu arada bir yargımı da söyleyeyim: Biz Yapı Kredi Araştırma Bölümü olarak gelecek yıla ilişkin geçici öngörülerimizi yayınladık. Niye geçici? Bütçe kesinleşmediği için… Şu sorulabilir: "Elinizde bu kadar temel bir bilgi yokken hangi cesaretle öngörü yayınlıyorsunuz?" Bunu şöyle bir alıştırma olarak yaptık. Eldeki bilgileri ileriye doğru uzattığımızda acaba bütçe ya da diğer değişkenlerde çok farklı sonuçlar çıkması mümkün mü? Yani hükümetin oynama alanı (iktisat politikası seçenekleri) var mı? Benim kanımca yok, hükümetin bu önümüzdeki yılı kullanma biçimi bir değişiklik yapmaktan daha çok taşları yerine oturtmak şeklinde olması gerekiyor. Irak sorunu bir tarafa bırakılırsa hükümetin yakaladığı konjonktür fena değil Türkiye’de. Örneğin büyüme… Kendi hesabıma konuşayım, bu yıl hiç beklemediğim kadar hızlı bir büyüme oldu. Biz bu sene için bu raporumuzda 2002 büyümesini %6 aldık (anımsıyacaksınız ben sene başında çok daha kötü rakamlardan söz ediyordum). Böyle yaptık ama, ilk dokuz ayda GSYIH ile ölçtüğümüzde %6.5 büyüdü ekonomi. Bu durumda 2002 büyüme hızı % 6'yı geçecek, yüzde 7’ye ulaşacak. Enflasyon düştü, epeyce düştü, 30’a geliyor, bu da hükümet açısından çok iyi bir şey. Ortalık biraz sakinleşti, insanlar artık o kadar korkmadığı bir dünyaya geldik, bir de karar alacak bir hükümet var. Hava iyimser. Bunlar hep hükümetin lehine olan noktalar. Yalnız bundan sonra sorunlar başlıyor. Enflasyonu % 60’dan % 30’a düşürmeğe oranla %30’dan da % 20’ye indirmek çok daha zordur. Bizde değil, her yerde bu böyledir, daha çok gayret ve daha disiplinli olmayı gerektirir. Büyümeye gelince; ekonomi böyle paldır küldür aşağı gittiği zaman, garip bir tepki gösterebiliyor. Sanki yere çarpan bir top gibi ekonomi tekrar hızlanabiliyor ve toparlanabiliyor. Ama ondan sonra bunun üzerine yeni bir büyümeyi inşa edebilmek daha hesaplı hareket etmeyi gerektiriyor. O da biraz daha zordur. Yani bundan sonra işin hataya tahammülü yok. Hükümetin iktisat politikasını uygularken, anlatırken çok dikkatli olması gerekiyor, Ufak sürçmeler bile işte rahatsızlıklar yaratabilir. Burada tabii hiçbir kusur yapılmasın, hiç hata yapılmasın demiyorum. Küçük hatalar olabilir, kanımca toplum bunları görmezlikten gelmeye hazır durumda, ama büyük hatalar ya da sürçmeler kötü sonuçlar doğurabilir. Böyle bir konjonktüre geliyoruz, bu durumda da hakikaten 2003 yılının taşları yerine koymak, yapının sağlamlığını kontrol etme yılı olması gerekiyor, atılımlara başlamak yılına pek benzemiyor. Bu hükümetin isteklerine uymayabilir, "taahhütlerimiz var topluma" diye düşünebilirler. Bunun anlamı kısıtlarla istekler arasında bir çelişki olduğudur. Hükümet bunu atlatabilirse ondan sonraki yılda biraz daha rahatlar. Tabii unutmamak lazım, daha sonraki yılda IMF’den alınan paraların ödenmesi gibi bazı yükler de geliyor. Bu arada faizler düşerse iç borç dengeye gelirse iş biraz daha iyi gidebilir.
ÖM: Savaşı tamamen dışarıda bırakarak yapıyoruz tabii bütün bu analizleri.
HE: Evet, Türkiye için en büyük sorun savaştır, AB'nin alacağı karar değil. Irak'da bir çatışma Türkiye'ye 2003'de büyük maliyet yükler. Maliyet dediğimde insan yaşamı cinsinden boyutunu kastetmiyorum. Böyle ölçmeye kakışmanın abes olduğu kanısındayım. Onu bir tarafa bırakıp sadece ekonomik etkisine bakıldığında maliyetin çok olacağını düşünüyorum.
Irak'ta olabilecek bir savaşın doğrudan etkilerinin ötesine geçmek gerekir diye düşünüyorum. Bu bağlamda böyle bir savaşın bizim Arap dünyası ile olan ilişkilerimizi de gerginleştirme derecesi çok önemlidir. Arap dünyası Türkiye açısından, dar anlamda ticari ilişkiler olarak bakıldığında, o kadar önemli görülmeyebilir ama sonuçta bir de komşuluk diye bir olay var. Bunların bir bütün olarak ele aldığımızda nasıl bir dünyada olduğumuz daha iyi görünüyor ve ilişkilerimizin gerginleşmemesi gereği kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu ilişkilerin hangi koşullarda gerginleşeceğini kestirmek ise o denli kolay değil. Çünkü Arap dünyasının nerede olduğunu anlamak pek mümkün değil. Burada kabahat bizim değil veya sadece bizim değil. Daha doğrusu Türkiye açısından bu olayda pek kusur olduğunu sanmıyorum. Birdenbire biz coğrafi olarak burada olduğumuz için bu olayın içine düştük. Eskisi gibi göçebe de değiliz kalkıp gidelim başka yerlere… Üstelik hiç birşey yapmayacağız da diyemeyiz. Çünkü doğal olarak ABD’nin talepleri de somutlaşıyor. Böyle olması da normal.
ÖM: Normal ve ürkütücü.
HE: Sonuçta komşumda savaş ve savaşacak kuvvetlerin bizim topraklarımızda bulunması, bundan doğan bir tehdit sözkonusu...
ÖM: Bir de bu konudaki en önemli çarpıcı açıklama da “siz büyük bir tehdit altındasınız!” şeklinde bir ifadenin, ilk defa basına yansıdığı kadarı ile dile getirilmiş olması. Yani “Irak’tan, mevcut Saddam Hüseyin rejiminden kitle imha silahları dolayısı ile büyük bir tehdit altındasınız” şeklinde bir ibare kullanılmış Washington’daki görüşmelerde.
HE: Daha önceki de konuştuğumuz üzere, teknik olarak baktığınız zaman, Irak’ın elindeki hiçbir silah Amerika veya Avrupa’ya uzanacak menzile sahip değil ama hepsi Türkiye’yi vuracak menzile sahipler.
ÖM: Ama ABD, başta kendisinin tehdit altında olduğunu söylüyor. Ancak onların vurması olasılığı arttıkça bizim için de bir tehdit olması gibi garip bir durum var.
HE: Bu konuda ABD'nin kendi istihbaratına dayanarak edindiği bir izlenim var. Kanımca 11 Eylül olayı sonrasında ortaya çıkan toplumsal korku bunu perçinlemiş ve belki de "inanç" haline getirmiş. Hakikaten ABD Irak’ın saldırgan bir amaçla bu silahlara sahip olduğu, gizli gizlı üretmeğe devam ettiklerine inanıyor, bu silahları sadece kendisinin değil diğer terörist grupların hizmetine de verebileceğini de düşünüyor olabilir. Bu yargının sağlıklılık derecesi, dışarıdan bakılarak, kamuoyuna açıklanan bilgilerle değerlendirilebilir değil. Sonuçta bu inancın oluşmasının dayanağı gizli istihbarat bilgileridir.
Buna karşılık tüm bu olup bitenlerin Türkiye açısından sonuçları üzerinde düşünebilecek bilgiler var. Bir süredir Amerika’da yayınlanan ve Türkiye'nin stratejik konumuna değinen raporlara bakıldığı zaman, Türkiye'nin batı ile doğu arasında bir köprü olduğu kadar doğudan gelebilecek tecavüzler karşısında bir engel olduğu değerlendirmesi yer alıyor. Türkiye çok kritik bir konumda görünüyor. Hem köprü olma gibi bir olumlu işlev sahibi, hem de doğu dedikleri (özünde Irak ve İran oluyor) bölgeden Batı’ya karşı gelebilecek saldırılar karşısında engel olma gibi bir olumsuz işlevi var. O yüzden de Amerikan yönetimi Başkan Bush'un ağzından tutarlı ile hayretle soruyordur Danimarka Başbakanı ve Avrupa Birliği Dönem Başkanı Rasmussen’e “Yahu, böyle bir ülkeyi almayıp da ne yapıyorsunuz siz?” diye. Çünkü buna inanıyorsa, bunun mantıki sonucu bu ülkenin Avrupa tarafından bağrına basılması gerekiyor.
ÖM: Ama aynı derecede hayret duymaları gereken bir konu da “Türkiye neden tehdit altında hissetmiyor ve bütün üslerini, topraklarını açmıyor” diye de sormaları, aynı mantığın tutarlılığı açısından doğru olur değil mi? “Biz bu kadar bastırıyoruz, dünyaya muazzam bir tehdit getiriyor, siz orada uyuyorsunuz” gibi bir durum çıkıyor ortaya.
HE: İşte uyandırmak için de brifing veriyorlar, “bu var, şu var, vs. olaylar şöyledir, böyledir, belki sizin istihbaratınız yeterli değildir ama bizden öğrenirsiniz” diyorlar. Bu tabii çözümü çok zor bir konu, ‘kim haklıdır’ı hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Çünkü olaylar gizli kapaklı. Üstelik, bence, bir tarafta melaike öbür tarafta şeytan var diyemiyoruz. Öyle olsaydı kolaydı. Ama ortalıkta Irak’ın geçmişte bu silahları kullanmış olması gibi anılarda yer etmiş deneyimler var. Öte yandan da olayın başka yönleri olabileceğini de düşünmek olanaklı. Petrol sorunu, ABD'de 11 Eylül’ün yarattığı psikolojik etkiler bundan kaynaklanan tedirginlikler var. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman ‘hangi nokta nerede abartılıyor?’u da dışarıdan bakarak, gizli bilgilere vakıf olmayan biri olarak kestirmek hakikaten çok zor.
Ama fiili duruma baktığımız zaman olay açık. Bana öyle geliyor ki, askeri müdahele yönünde BM kararı da çıkacak. BM kararı çıktığı zaman belki dünya hukukuna uygun bir sonuç olacak ama Türkiye açısından değişen bir şey yok. Bizim komşumuzda savaş var.
Bunun kamu harcamaları üzerinde etkisi olacak. Belki konuyu çok basite indirgiyorum ama bu bile önemli. Hükümetin bütçe açığını sınırlayabilmek açısından sorunları artacak. O yüzden 2003 yılında hükümetin makul bir dengeyi tutturabilmek, enflasyonu bir miktar düşürmek veya azmamasını sağlamak gibi noktalarda çok gayret göstermesi gerekiyor. İşte bu nedenle de yeni bir iktisat politikasına geçilebileceğini sanmıyorum.
Kabaca bu görüşlerle ben öngörü yapılabileceğini düşündüm. Enflasyon düşmeye devam ediyor. Benim öngörüm % 20'nin biraz üzerinde kalıyor 2003 yılı sonunda… Ama % 20 de gerçek dışı bir hedef değil. Ekonomi de, Gayri safi Yurt İçi Hasıla ile ölçüldüğünde, %4 civarında büyüyebiliyor. Buna karşılık ödemeler dengesi cari açığı da büyük bir rakama ulaşmıyor. 1.8 milyar dolar gibi rahatlıkla finanse edilebilir bir rakam oluyor. Bunu sağlayan dışarıdan sermaye girişi, IMF, Dünya Bankası dahil 2 milyar dolar da buna yetiyor.
ÖM: Bir de AB üyeliğinin olmaması halinde, yani Türkiye’nin şu ya da bu şekilde en azından bir süreliğine dışında kalması halinde, alternatif olarak bir ‘serbest ticaret bölgesi’ gibi yeni bir ekonomik birim içinde yer alıp almayacağı gibi bir tartışma da var son zamanlarda. O konuda bir bilgi var mı?
HE: Ben de bir gazete makalesinde gördüm bunu. Amerika’nın önerdiği serbest ticaret bölgesi biraz geniş bir şey. TAFTA (Trans Atlantic Free Trade Area-Atlantik Ötesi Serbest Ticaret Bölgesi), fikrinin içinde AB, Norveç, İsviçre, Türkiye ve Kuzey Afrika’daki ülkeler –Mısır’ı kastediyorlar herhalde, belki Tunus da katılır-, İsrail de var. Böyle bir şey hakikaten büyük bir serbest ticaret bölgesi. Bunun çözmeyi hedeflediği sorun Türkiye değil bence. Bunun çözdüğü iki tane sorun var, bir tanesi Avrupa’yı Amerika ile serbest ticaret bölgesi içerisine çekiyor. Çünkü AB her fırsatta Amerika ile olan serbest ticareti didikleyen bir karar alıyor, ikide birde kapışıyorlar, bu onu rahatlatan bir boyut. İkincisi Avrupa’nın beceremediği iki konuyu birden gündeme getiriyor, Bunlardan ilki Türkiye'nin durumu. İkincisi de Güney Akdeniz (ya da Kuzey Afrika) ülkeleri. Bu konuda da Avrupa Birliği'nin tutumu biraz garip. Avrupa Birliği bu ülkelerle ilişkilerinin geliştirilmesi için bir program yürütüyor. Anladığım kadarı ile programın yazışmaları bina yüksekliğine gelmekle beraber, bu ülkelere ilişkin henüz ciddi boyutta hayırlı bir gelişme olmadı. Kuzey Afrika ülkelerinden Tunus'tan arkadaşlarım var. Onlarla konuştuğum zaman somut bir gelişme olmadığı, olanın ise daha çok Fransa ile ilişkilendirilebileceği biçiminde bir izlenim edindim. Böyle bir serbest ticaret bölgesi bu ülkeleri anlamlı bir şekilde kapsayabilir. Bu kabul edilir mi? Herhalde Türkiye açısından Amerika ile olan serbest ticaret bölgesi içinde olmanın avantajları nedeniyle uygun diye düşünebiliriz. Avrupa kabul eder mi? Çok şüpheliyim.
(12 Aralık 2002 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)