Ekonomi Notları – 26
Ömer Madra: İşlerin iyiden iyiye çığırından çıkıp çıkmadığının tartışıldığı bugünlerde esas hesabımız Ortadoğu petrollerini, bu rezervlerin dünya savaş ve barış açısından ne kadar önemli olduğunu tartışmaktı ama son dakika haberini sormak istiyoruz: IMF heyetinin “stand by” antlaşmasını Türkiye’nin taahhütlerini yerine getirmediği gerekçesi ile imzalamadan dönmesi.
Şerif Erol: Kahkonen’in 4 koşul yerine gelmeyince uzlaşma olmadan ayrılması ve Türkiye’nin de 1,6 milyar dolarlık kredi talebinin tehlikeye girmiş olması haberleri var. Bugün Vatan gazetesinde Masum Türker’in “herkesin ‘ulusal duruş’u, ulusçu olmayı öğrenmeli” demesinin de pek işe yaramadığı söyleniyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hasan Ersel: ”Ulusal duruş” kavramının yere düşürüldüğü kanısındayım. Böyle ulusal duruş olmaz. Bunun adı “sözünde durmamak” ile “yılışıklık” arasında bir yerdir. Türkiye, seçim veya başka bir nedenle söz verdiği şeylerin tamamını yapamamıştır, dolayısı ile karşı tarafın “peki, bunları yaptığınız zaman biz bu işe devam edelim” demesi normaldir. Bunda garip bir şey yok. Öte yandan Türkiye’de bazı kimselerbir de “biz bu şartları tekrardan görüşürüz, şunu düzenleriz, bunları yaparız,” gibi bir şeyler söylemeye başladı. IMF de bunu ‘programdan sapma ihtimali vardır’ biçiminde algıladı ve bence çok kesin bir şekilde “gelecek sene için konulan hedeflerin herhangi birisini değiştiremezsiniz, onun da kritik noktası faiz dışı fazladır, %6.5 olacak” dedi. Bu çok önemli bir şey, çünkü gelecek sene bir terslik olmazsa, milli gelir de bir miktar büyüyeceği için bu 6.5’luk faiz dışı fazla büyük bir rakam. Türkiye ancak işi çok ciddi tutarsa bunu başarmayı umabilir. Özetle bu iş, böyle ucuz ulusalcılık lâfları ile yürümüyor…
ÖM: Ekonomiden sorumlu yeni bakanı Masum Türker’in bir değerlendirmesi de var: “Olağandışı bir gelişme” olarak nitelemiş bunu, “mevsim normallerinin dışında” bir gelişme gibi nitelemiş.
HE: Hayır, kendisi konulara pek uzak birisi ve bunu da anlamadığı anlaşılıyor. Bu gayet normaldir, çünkü belli şartları yerine getirdiğinizde bu yapılır. IMF heyetinin erken gitmesine gelince, ne konuşabilecekti ki? Bu dönemde gelen bir heyet bütçe ve bütçe uygulamasını konuşacaktır. Bütçe meclise sevk edilmiş, daha bir şey yok. Bunu uygulayacak hükûmet belli değil. Dolayısı ile IMF heyeti, siyasi şov yapmış olmak için geri gitmiyor, konuşacak bir şey kalmadığından gidiyor. ‘Mevsim normallerine’ fevkalâde uygun yani.
ÖM: Tam söylenen terim şu: ‘Alışılmışın dışında’.
HE: Hayır alışılmış bir şeydir, her ne kadar alışmamak gerekirse de. Ama olan normaldir. Konuşacak bir şey olmayınca gidersiniz. Burada oturup otelde niye para harcasınlar?
ÖM: Vahim bir gelişme olduğu anlaşılıyor kimi medya organlarından.
HE: Pek o kanıda değilim. Basının yansıttığı gibi vahim bir gelişme değil. Seçim oldu, ciddi bir hükûmet geldi, ciddi bir ekonomi bakanı geldi diye düşünelim. IMF heyeti “gidiyorum, bir daha gelmeyeceğim” demiyor. Tam tersine, görüşmeler başladığı zaman bu paranın olası serbest bırakılıp gelmesi tarihi, gelecek yılın ilk aylarından birinde olacak. Yani Türkiye’nin en çok işine yarayacağı zamanda gelecek o para. Örneğin ciddi bir hükûmet geldi diyelim, saygınlık oluşturdu. Ama bir de piyasalarda Hazine’nin elinin güçlü olması lazım. Yılın ilk üç ayında Hazine’nin vergi gelirleri mevsimsel nedenlerle düşüktür. Tam o sırada böyle bir mali desteğin gelmesi faizlerin düşmesine ve hükümetin verdiği –verirse-- saygınlığın kağıt üzerinde kalmamasına yardım eder. Paranın şu sıralarda gelmemesi de Türkiye’yi çok sıkıştırmaz. Hazine’nin mali durumu iyi, sıkıntıya düşecek durumda değil. Tabii seçimden sonra ciddi olunmazsa sorun çıkar ama bu disiplinle ilgili bir konu.“Petrol İçin Gizli Harp” kitabını yeniden okuma zamanı
ÖM: Son derece önemli iki tane de varsayımın olduğu dikkatimi çekti; ciddi bir ekonomiden sorumlu bakan ve ciddi bir hükûmet olacağı varsayımlarına dayanıyorsun. Tabii varsayımlarının tutmasını da bekleyeceğiz...
Ana konumuza dönelim, Irak, kitle imha silahları ve petrol meselesi. Kitle imha silahları en fazla, petrol de en az konuşulan iki konu, ikisini birleştiren bir ekspoze olacak anladığım kadarı ile.
HE: Bu kitle imha silahları konusunu biz de çok konuştuk. Hakikaten anlamakta güçlük çektiğim bir olay. Bütün elimdeki materyal de ABD’nin araştırma kuruluşundan çıkarttığı ve kamuoyuna yayınladığı bilgiler. Amerikan ve İngiliz devlet yetkililerinin açıklamaları da buna hiçbir şey eklemedi. Orada gözüküyor ki, Irak’ın, hele 1990’la karşılaştırdığınızda öyle fazla bir gücü yok. Kitle imha silahları açısından da komşularını efektif olarak tehdit edebilecek durumda değil.
ÖM: Dünya ölçüsünde tehlike yarattığı şeklindeki büyük sav doğru olmayabilir.
HE: Mesela Irak’ın Amerika’ya roket atabilmesi için o roketi birilerine verip, bir gemiye veya uçağa yükleyip oraya göndermesi lazım. ABD’ye ulaşacak menzili olan silahı yok Irak’ın, kolay kolay olacağı da yok. Bir de şu söyleniyor: “Irak’ın kitle imha silahları ABD’yi bile korkuturken Türkiye, Ürdün nasıl oluyor da korkmaz?” Sonra da “Irak’ta 20 tane El Hüseyin füzesi var, bunlar size gelirse kötü olur” deniyor. Suriye’de 200 tane yerden yer hedeflerine atılan füze var. Bunlar arasında Scud’ların yanı sıra daha modern SS-21 füzeleri de var. Ben de niçin 200 tane füzeden korkmuyorum 20 füzeden korkuyorum, bunu anlamıyorum. [Ben hepsinden korkarım, o başka!] Suriye gibi aramızda yakın geçmişte ciddi sürtüşmeler yaşadığımız bir ülkeden söz ediyorum. –Yanlış anlaşılmak istemem. Şu anda ilişkilerimiz çok daha iyi. Suriye’nin de Türkiye’yi füze bombardımanına tutmayı düşüdüğünü sanmıyorum-- . Ama işi rakama vurunca bu çıkıyor. Demek ki konu füze ya da savaş başlığı sayısı değil…
Konuyu biraz daha ciddi ele almak gerekiyor. Irak tek başına iddia edilen tehlikeyi yaratabilecek yaratabilecek durumda değil. Bunu herkes biliyor. İddia ancak şu biçimde ortaya konulursa ciddiyet kazanır: “Irak belli tavırlar alır ve başkaları da bu tavırlara katılırsa o zaman bu bölge ve dünyayı etkileyecek gelişmeler olabilir.”
Bu da bana öyle geliyor ki bu gelişmeler de Irak’ın elindeki kitle imha silahlarını kullanması ile ilgili olamaz, ama petrolle ilgili olabilir. Ben çocukken evde babamın kitaplarını karıştırırdım. Bunlardan birisinin adı da Petrol İçin Gizli Harp’ti. Boş zamanlarımda defaatle okudum. Belki de bu nedenle uluslararası ilişkilerde anlayamadığım bir şeyler olduğunda hep aklıma petrol gelir.
ÖM: Hep o kitaba dönüyorsun yani?
HE: Öyle, saplantı sayılabilir. Ama bir gerekçem daha var. Irak Saddam Hüseyin’in yönetimi altında iki defa savaş açtı. İlki Iran’a karşıydı. Saddam Hüseyin’in diktatörlüğü aleyhine çok şey söylemek mümkün ve söylenmelidir de, ama deli olduğu söylenemez, yani “canım sıkıldı, Humeyni’nin sakalını beğenmedim” diye saldırması söz konusu değil. Öyle görünüyor ki, İran savaşının arkasında Şah zamanında Cezayir anlaşmasında Irak’a empoze edilen Şattül Arap su yolunun İran tarafından fiilen kontrol edilmesine yol açabilecek anlaşmanın iptali isteği var. Çünkü, bu su yolu Irak petrollerinin ihraç edilmesi için çok önemli. Yani işin petrolle bir ilişkisi var. Ayrıca bu savaşta Irak birlikleri hemen Kuzistan’a saldırmıştır. Burası da İran petrollerinin %75’inin bulunduğu bölge.
ÖM: Burada Irak’ın İran’a saldırması sırasında kendisine empoze edilmiş olan bir antlaşmayı da iptal için...
HE: Saddam Hüseyin tek taraflı olarak geçersiz kabul ettiğini ilan etti. Bunu eyleme geçirebilmek için de saldırıyı başlattı. İran -Irak savaşını anlamaya çalışan birisi eğer petrolü göz önüne almazsa geriye garip şeyler kalıyor. Tarih boyunca İranlılarla Araplar arasındaki anlaşmazlık, Saddam Hüseyin - Ayetullah Humeyni çekişmesi ya da Şii - Sünni farklılığı gibi ikincil konular savaşın niye başladığını, niçin o tarihte başladığını açıklamak için yeterli değil.
ÖM: Burada bir önemli soru akla geliyor, belki konuşmamızın sonunda bir kez daha sormam da gerekecek, bütün dünyayı ve bölgenin bütün haritasını değiştirecek önemde bir olaydan bahsediyoruz, sadece ölenlerin ve yaralananların sayısı değil, yeni terör olaylarına, istikrarsızlığa ve muazzam bir dengesizliğe yol açabilecek, vs., fakat BM de dahil olmak üzere uluslararası alanda yapılan sayısız toplantı ve konuşmalarda petrolden hiç bahsedilmiyor. Oysa en önemli faktörlerden birinin bu olduğu, senin bu söylediklerinden de hemen çıkıyor, bunu nasıl izah edeceğiz peki? Realite ile söylenenler arasında çok tuhaf bir fark var.
HE: O yüzden de konuyu bu biçimde ele alma fikrini hep erteledim. “Acaba ben mi kafamda herşeyi kurguluyorum” diye. Bana öyle geliyor ki işin özünde yine bir terör meselesi var ama, dünyayı terörize edecek olan Irak’ın kimyasal silahları değil petrolde yaratabileceği sorun. (Tabii Irak’ın kimyasal silahları, komşuları ve bu arada bizi terörize edebilir. O başka…). “Dünya sistemine darbe vurmak isteyen bir grup için en kritik bölge neresidir ve bu grup ne yaparsa amacına ulaşır?” diye bir soru sorarsanız, büyük bir olasılıkla çoğunluğun yanıtı “Orta Doğu” ve “petrol sunumunun engellenmesi” olacaktır. Petrol üzerinde bir kalıcı ambargo, dünya sistemine büyük zarar varabilir. Ama bu ambargoyu tesis edenin de bundan kendisinin uğrayacağı zararları da göz alması gerekiyor. Yani ancak böyle planını fanatik bir biçimde uygulayacak nitelikte birileri bu yola gidebilir. Dolayısı ile terörist eylem dünya sistemini alt üst etmek şeklinde tanımlanırsa, bu bir terörist eylemdir.
Akla şu soru gelebilir: Daha önce, 1973 savaşından sonra, Arap ülkeleri petrol ambargosuna başvurdular. Ama o terörist eylem olarak düşünülemez. Arap ülkeleri petrolü bir silah olarak kullandılar, ama bunu disiplinli bir biçimde yaptılar. Amaç dünya sistemini çökertmek değil, barış ortamını kurabilmek, onun koşullarını istedikleri yöne çekebilmekti. Bu olay yine de dünyaya petrolün bir silah olarak kullanılabileceğini gösterdi. Şimdi sorun farklı. Bu silahın, Arap ülkelerinin daha önce kullanmalarındaki amacı aşan hedefleri olan birilerinin eline geçtiğini düşünelim. O takdirde hakikaten korkulacak bir durum var.
Peki bu düşünceye nereden geliyoruz? Irak’ın Kuveyt’e saldırması olayını anımsayalım. Irak Kuveyt’e de petrol nedeniyle saldırdı. Irak bu ülkenin o petrollerini de kontrol ettiği takdirde dünya petrol fiyatları üzerinde etkili olabilecek konuma gelmiş olacaktı. Hele Irak İran ve Kuveyt harekâtlarından başarıyla çıksaydı, yani hem İran’ın hem Kuveyt’in topraklarındaki petrolü ele geçirebilseydi, dünya petrol rezervlerinin %40’ını kontrol eder hale gelecekti. Bu tabii işleri çok değiştiren bir olay.
ÖM: Burada çok temel bir metodolojik düşünceye, muhakeme tarzına ilişkin bir problemle karşı karşıyayız; bundan önceki dünya savaşları ya da diyelim ki Körfez savaşı veya başka savaşlar, ABD ve müttefiklerinin desteğini çekmesi, vs. bütün gösterilen gerekçeler hep başka oluyor. Oysa normal, sıradan, benim gibi ortalama zekalı bir insanın bile ilk bakışta varabileceği “bu sebep olamaz” diye düşünmesi gerekir. Yani kitle imha silahları, senin de biraz önce söylediğin gibi belki de şu konjonktürde en az tehlikeli. Bu durumda demek ki bu kadar önemli bir vurma ihtiyacının sebebi başka bir şey olmalı diye düşünüyor insan. Ama bu hiçbir şekilde söylenmiyor ve onbinlerce, yüzbinlerce askeri ve başka şeyleri ilgilendiren şeyler tartışılıyor. Bu nasıl oluyor?
HE: Bu nokta tabii çok daha çarpıcı… Petrol hikâyesi çok karmaşık, teknik bir hikâye… “Şöyle olursa, böyle olursa, şu tür ittifak olursa dünya petrol rezervleri belli olduğundan, şu ülke bu kadar kullandığından” gibi bir çok koşul sayılması gerekiyor. Ondan sonra bunlardan uzun bir mantıklamayla sonuç çıkarıp “hadi yürüyün arkadaşlar savaşa” denildiğinde kitleleri etkilemek neredeyse olanaksız. Oysa, “kitle imha silahları var, bizi öldürecekler” daha etkileyici…
ÖM: Gerçek sebep buysa da gerçeğin söylenmediği kanısına varıyoruz.
HE: Benim de burada bir rahatsızlığım var… Olayın bu yönünü hiç kimse göremedi de bir tek ben mi gördüm? Ama yeterince çaba gösterilirse herkes benim dikkati çekmek istediğim boyutu saptayabileceğini düşünüyorum. (Aynı sonuca varmayabilir tabii). Çünkü bilgiler var…
Bu Irak’ın tehlike olduğu fikri ne zaman canlandı? Ne zaman “Irak yönetiminin kötü olduğunu” anımsadık? Bu yaz, değil mi? Peki Saddam Hüseyin ne zamandan beri iktidarda? 1978’den beri. Peki niçin şimdi?
Çünkü, 8 Nisan 2002’de Saddam Hüseyin bir çıkış yaptı, Filistin topraklarındaki askeri eylemlerini protesto etmek için 30 gün süre ile petrol dış satımını durdurdu. Başlıbaşına önemli bir olay mı? Dünyayı alt üst eder mi? Hayır. Ama Libya ile İran da buna katıldı. Bu üç ülke böyle bir tavrı benimserse ne olur? Dünyada şu anda petrolde bir miktar sunum fazlası var. Bu üç ülke petrol dışsatımını durdururlarsa, bu sunum fazlası yok oluyor. Dolayısı ile dünyada petrol piyasasında karışıklık yaratabiliyorlar. Petrolsüz kalma korkusunu verebiliyor, tedirginlik yaratabiliyorlar… Bana öyle geliyor ki, bu petrol işinden iyi anlayanlar da var Amerika’da iktidarda...
ÖM: Bütün Amerikan yönetimi petrol tacirlerinden oluşuyor -- neredeyse tümü.
HE: Bu nedenle mesajı iyi anlıyabiliyorlar. Ben önce “Irak” bu sorunu tek başına yaratabiliyor diye düşünmüştüm. Irak’ın satış miktarı buna yetmiyor. Ama Irak birilerini daha etkileyebilirse işin rengi değişiyor.
ÖM: ABD’nin bütün başkan, başkan yardımcısı, güvenlikten sorumlu danışmanları vs. hepsi petrolcü, dolayısı ile en iyi bilenler onlar, ama bir kelime bile duymadım herhangi birinin ağzından “bu konuda petrolün de rolü vardır” diye.
HE: Evet bu durumda benim yine kendimden kuşkulanmam gerekiyor. Bir komplo teorisi mi geliştirdim, bunları uydurdum mu diye… Şimdi ulaştığım diğer bazı bilgileri de aktarayım: Biliyorsunuz Irak şu anda BM gözetimi altında petrol satıyor. Kim alıyor? %90’ını ABD alıyor. Alaska senatörü Frank Murkovsky’nin web sitesine girdim, orada diyor ki “1997 yılında Irak’tan hiç petrol almıyorduk, 1999’da 750 bin varil alıyoruz, biz bu Irak’a çok bağlanıyoruz”. Alaska senatörü olduğu için belki Alaska petrolleri çıksın diye bunu diyordur şeklinde düşündüm. Bunun üzerine biraz daha aradım, 15 Mart 2000 tarihinde Senatör Jesse Helms (Amerikan senatosunda dış ilişkiler komisyonu başkanı, ünlü bir senatör) ve Senatör Paul Coverdell (o da aynı komitenin bir alt komisyonu başkanı) Başkan’a bir mektup yazmışlar ve aynı kaygıyı dile getiriyorlar. 23 Temmuz 2002 tarihli ABC News’ta “ABD rafinerileri, Irak’ın petrol dışsatımının çoğunu alıyor” diyor. Bu bilginin kaynağı da Iraklı bir yetkili. Ne sattığını biliyor tabii. Ben de sonra Amerikan Enerji Bakanlığı’nın bilgilerine girdim. Irak, 2001 yılının ilk sekiz ayında ABD’in petrol dışalımı yaptığı ülkeler sıralamasında 6. durumda. Günde 619 bin varil satın almış ABD, Irak’tan.
Bu bilgiden ABD’nin Irak petrollerine bağlı olduğu çıkmaz. Çünkü Amerika petrol dış alımını 60 ülkeye bölüştürmüş durumda, böylelikle bir tehlikeye karşı kendisini koruyor. En çok petrol satın aldığı ülkenin toplam petrol dışalımı içindeki payı ise %16 dolaylarında (Bu ülke de Suudi Arabistan). Dolayısıyla ortalıkta basit bir doğrudan bağımlılık ilişkisi yok.
Sorunu doğru ortaya koyabilmek için ikinci bir bilgiye bakmak gerekiyor. Bu bir araştırmanın petrol fiyatlarına ilişkin sonuçları.
ABD’nin önde gelen saygın araştırma kuruşlarından birisi olan Brookings Institution’un araştırmacılarından George L, Perry dünya petrol sunumunda bir düşme olursa bunun petrol fiyatları, ABD’nin enflasyonu ve büyümesi üzerindeki olası etkilerini tahmine çalışmış. Bu çalışmasında başlangıç senaryosunda petrol fiyatını varil başına 25 Dolar olarak almış. Ayrıca, ABD’nin kendi rezervlerinden günde 2.5 milyon varili piyasaya vereceğini varsaymış.
Eğer dünya petrol üretimi günde 3.5 milyon varil düşerse, petrol fiyatları 32 dolara çıkıyor. Bunun Amerikan ekonomisi üzerinde önemli bir etkisi yok. Buna karşılık dünya petrol üretimi günde 7 milyon varil düşerse petrol fiyatları 75 dolara çıkıyor, Amerikan enflasyonu 5 puan kadar yükseliyor, ekonomi %2.7 oranında daralıyor. Bu rakam günde 10 milyon varile çıkarsa [bu kabaca Libya, İran, Irak’a bir ülkenin daha katılmasıyla olanaklı] o zaman petrol fiyatı varil başına 161 dolara çıkıyor, Amerikan enflasyonu 15 puan yükseliyor, ekonomi %4.5 oranında daralıyor. Avrupa’da bu etkinin daha da fazla olması lazım, ama Avrupa ile ilgili bir çalışmaya ben ulaşamadım.
Dolayısı ile Irak’ın dünyayı tehdit edebilecek Kitle imha silahları (KİS) yoksa bile kitlesel işsizlik sorunu (KİS) yaratabilmesi olasılığı var.
ÖM: Bu tabii çok önemli bir mesele.
HE: Buna dikkat etmek lazım. Son bir nokta da, ortalıkta bir de petrol fiyatı meselesi var. Şimdi bir başka çalışmaya değineyim. Bunu iki kişi yapmış. Birisi Cornell Universitesinde Çevre Ekonomisi Profesörü Duanne Chapman; ötekisi ise Neha Khanna. O da Binghamton Üniversitesinde iktisat dalında öğretim üyesi. Çalışma Körfez Bölgesinde Petrol ve askeri güvenliğin iktisadi yönleri üzerine. Ben bu çalışmadan sadece bir bilgiyi aktarmakla yetineceğim.
Dünyada petrol fiyatlarını belirleyen etmenlerden birisi, petrol çıkarma maliyeti. (Birisi diyorum, çünkü başka unsurlar da var. Petrol yeniden üretilen bir mal değil. Tükenen bir kaynak. Bu nedenle, rezervlerin miktarı, önümüzdeki dönemlerdeki kullanım miktarı vs. işin içine giriyor.) Ama petrol çıkarma maliyetindeki farklılıklar bazı olayları açıklamaya yardım edebilir. Ortadoğu’da ucuz petrol üretimi olanakları olan bir yerde petrolün varilinin maliyeti 2.5 Dolar. Kuzey denizi gibi yerlerde 15 dolar. Aradaki fark müthiş. Ondan sonra bu yazarlar bazı varsayımlar ışığında, “eğer dünyada petrol piyasası rekabetçi olsaydı ne olurdu?” diye bakıyor, 5 dolar civarında çıkıyor fiyat. Ama biliyorsunuz piyasa fiyatı bunun çok üstünde.
ÖM: Evet, muazzam bir fark da orada var.
HE: Demek ki, bir rant söz konusu. Bu rantın Ortadoğu’ya düşen kısmını da 120 milyar Dolar dolaylarında tahmin ediyorlar. Çok büyük bir rakam. Bir nokta daha var. Bu rant tam bir tekelci rantı değil. Ondan az. OPEC bir tekel gibi davranamıyor. OPEC dışında petrol üreticileri var. Ama bir kartel olarak davranabilecek gücü var. Bu kartel petrol fiyatını tekelci durumla rekabetçi durum arasında bir yere oturtabiliyor. Burada bir anlaşma var gibi görünüyor. Petrol satanlar da alanlar da bu fiyatları kabul ediyorlar. Burada önemli olan üzerinde anlaşılan fiyattan petrol sunumunun gerçekleşmesi, bunu engelleyen bir şok olmaması. Böyle bir şok fevkalade önemli çünkü başta Japonya olmak üzere Uzak Doğu ve Avrupa dışarıdan aldığı petrole çok bağlı. Amerika’nın bağımlılık oranı ise % 50-60 arasında. Oysa bu ülkelerde bağımlılık oranı %90-100 arasında.
Bu yüzden söz konusu ülkeler üretici ülkelerin belli bir rant edinmesini kabul ediyorlar. Dolayısıyla dertleri bu rantı düşürmekten çok, petrol temin edebilmekte. Tabii bu rantın, dünya düzenini bozmayı hedefleyenlerin eline geçmesi de çok tehlikeli…
ÖM: Dolayısı ile vurmak lazım!
HE: Bunlara bakılınca pekâla müdahaleyi haklı gösterebilecek nedenler var gibi gözüküyor. Ama söylenmiyor. Ben de onun için söyleyeyim dedim.
ÖM: Çok önemli bu; çünkü başta sorduğum şeyi bir kez daha sorarak bitirmek istiyorum; şu söyleniyor: kitle imha silahları büyük bir tehdit oluşturuyor, terör oluşturuyor dünyadaki güvenlik konusunda. Bunun sebebi de Saddam’ın en korkunç suçları işlediği... Bu, Bush tarafından hergün defaatle söyleniyor, Halepçe katliamı, İran’da gaz kullanılması, vs. yani ‘ultimate horror’ diyorlar buna, “olabilecek en korkunç şeyi yarattı, o yüzden bu adamı vurmalıyız.” Yalnız, bu en korkunç, nihai kötülüğü yaptığı söylenirken, iki kelime de unutuluyor; “bizim desteğimizle”. Yani açıkça bütün kayıtlarda görülüyor ki İran’da da, Halepçe’de de işlediği suçlarda ABD ve Britanya başta olmak üzere Batılı ülkelerin haberi ve desteği vardı. Bu kelimeler unutulunca o zaman petrol de unutuluyor tabii. Sonuçta rasyonaliteye izin verilmiyor, rasyonel bir analiz yapılıyor ama Chomsky’nin dediği gibi, bu gerçekler tarihten silindiği zaman da başka bir tabloya ulaşıyoruz, başka bir şey tartışıyoruz demektir.
HE: Bence de yanlış bir şeyi tartışıyoruz. Benim kurgulamağa çalıştığım mantıksal yapıyı tamamlayabilmek için ihtiyaç olan bir iki şey daha var; onları eklediğimiz zaman manzara daha çok açıklığa kavuşuyor. Bölgeyi ele geçirebilecek bir güç, bir lider düşünelim. Dünya düzenini bozmak için de petrolü silah olarak kullanıyor. Bu liderin ülkesine böyle bir macerayı kabul ettirebilecek kadar otoriter ve acımasız biri olması lazım. Saddam Hüseyin bu tipe uyuyor. Yalnız bu kişinin aynı zamanda fevkalade bağnaz olması lazım, ki dünya düzenini yıkmak uğruna başına gelecek her türlü belaya razı olsun. Saddam Hüseyin bana pek böyle bir tip gibi gelmiyor. Bencil olmasına bencil, ama pragmatik de. Bir yerde sıkışınca, başka yöne dönebiliyor. Pek öyle bir çizgiye tutkulu bir biçimde sarılan birisine benzemiyor. Buna karşılık El Kaide ya da Taliban böyle tanımlanabilir. O yüzden, bu tehlikenin gerçekleşebilmesi için otoriter ve acımasız liderin bu tür birileri ile ilişkileri de olması lazım.
Yani tek başına Irak’ın tutumu bu sonucu almak için yeterli değil. Ama böyle bir bağnaz örgüt, Suudi Arabistan gibi çok büyük petrol rezervi ve üretimi olan bir ülkeyi ele geçirir ve Saddam Hüseyin ile koalisyon yaparsa bu sonuç elde edilebilir. Dolayısıyla Irak bağlamında El Kaide örgütü gündeme durup dururken gelmiyor…
Aslında benim de anlamakta güçlük çektiğim bir nokta da burada. Usame bin Ladin’in eline atom bombası verseniz götürüp zaten Saddam’ın başına atar. Bunlar niye bir araya geliyorlar, nasıl bir araya geliyorlar? Buna mantıksal olarak gereksinim olduğunu gösterdim sanıyorum. Ama uygulamada kolay olduğunu sanmıyorum.
Koalisyon konusunda bir ikinci nokta daha var. O da söz konusu otoriter liderin başka ülkeleri kendisiyle beraber hareket etmek için ikna edebilmesi gerekiyor. Nasıl ikna edebilir? İyi ilişki kurarak ya da şantaj ve tehditle yapabilir. Dikkat ederseniz tehdit ve şantaj içerisinde bu kitle imha silahlarının rolü var: “Beni takip et yoksa seni bombalarım! Sivil halkına zarar veririm!” Ama işin daha tehlikeli yönü ise, korkulduğu üzere Saddam Hüseyin’in komşu, Müslüman, petrol üreten Arap ülkeleri ile iyi ilişkiler kurarak, onları ikna etmesi. Bu durumda Irak’in kitle imha silahları yok edilmiş olsa bile, dünya sarsılabilir. Dolayısı ile Saddam Hüseyin’in onları ikna etmesinin de engellenmesi lazım. Bütün bunlar bir araya gelince hedef kendiliğinden ortaya çıkıyor.
ÖM: Rasyonel düşünceye izin verilmiyor ve bunda da dünya medyasının çok büyük olduğunu düşünüyorum.
HE: Bir şeye bakmazsanız, görmezsiniz…Bakıp görmemek olanaklıdır ama bakmayınca kesinlikle görmezsiniz. Yararlandığım kaynaklar Amerikan kaynakları, bu kaygıları dile getirenlerin Amerika’lılar olduğunu söyleyebilirim. ABD Enerji Bakanlığının, ABD senatörlerinin beyanları ve ABD’nın araştırma kuruluşlarının çalışamaları… Tabii yorum benim. Bu yorumuma onların katıldığını söyleyemem. Başka bir sonuç da çıkarmış olabilirler. Ama bu bilgiler var, belgeler de resmi.
ÖM: Dünyanın en büyük ve en saygın gazeteleri arasında sayılan LA Times ve NY Times vb. tek kelime ile olsun, bundan bahsetmemek gibi bir durumda.
HE: Garip değil mi. Orta Doğu denildiğinde aklınıza ilk gelen petrol değil mi? Bu bölgede petrol yoksa ne vardır? ABD’ye baktığınız zaman, dünyanın ikinci petrol üreticisi olmasına rağmen --Teksas filmlerine bakmadıkça -- aklınıza petrol gelmez. Büyük bir çeşitlilik var. Teknoloji, finans, üretim, doğa, Hollywood vs. Bütün bu çeşitlilik içinde Amerika’yı petrol üreticisi olarak tanımlamak herhalde kimsenin aklına gelmez. Oysa Orta Doğu’ya bakınca böyle çok boyutlu bir zenginlik yok. İnsanın aklına hemen petrol geliyor…Ve… Hiç konuşulmayan konu da o.
Ekonomi Notları - 25(17 Ekim 2002 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)