Ekonomi Notları - 24
Ömer Madra: Ekonomi politik aslında galiba konu artık her tarafta da, ama dünya ekonomisinin gidişatı konusunda genel bir değerlendirme yapmak için zaman da müsait herhalde?
Hasan Ersel: Nispeten müsait… IMF’nin yıllık raporu yayınlandı, UNCTAD’dan bazı değerlendirmeler çıktı: dolayısı ile bazı bilgiler var. Önce geçen yıla bakalım. Bu gerekli, çünkü geçen sene önemli bir kırılma var. IMF'nin verdiği rakamlara göre 2000 yılında dünya üretimi %4.7 gibi epey yüksek bir oranda artmıştı, 2001'de dünya üretim artış hızı % 2.5’a düştü. 2000 yılında dünya ticaret hacmi %12.4 artmıştı. Bu büyük bir artış hızı…2001'de artmadı, düştü:% -0.2 (binde iki). Buna karşılık 2000 yılında petrol fiyatları %57 artmıştı, 2001'de %14 düştü. Diğer malların fiyatları 2000 yılında %1.8 artarken 2001 yılında %5.5 düştü…Özetle 2001 yılında işler bir önceki yıla oranla pek iyi gitmedi.
Bir nokta daha var. de UNCTAD’ın “Dünya Yatırım Raporu”nda da sınır ötesi yatırımlar, bir ülkedeki yerleşiklerin, bir başka ülkede yaptıkları doğrudan yatırımlar 2001 yılında bir önceki yıla oranla %50’nin üstünde düşmüş!
ÖM: Dün sözünü etmeğe çalışmıştık bu haberin. Oldukça önemli, bu yatırım “akışı”nda son 30 yılın en büyük düşüşü olduğu söyleniyor değil mi?
HE: Evet. Doğrusu Türkiye olarak biz pek etkilenmiyoruz doğrudan yatırımların düşmesinden… Bize zaten gelmiyor! Dünya ekonomisinde 2000 yılında oluşan olumlu ortam 2001 yılında bozulmaya başlıyor. Şimdi 2002 yılına bakalım. Dünya ekonomisinde üç büyük ve etkili merkez var. Birincisi ABD: Şu anda ABD’nin büyümesi, yıllık olarak bakıldığında, %2.1, yani çok yüksek değil…İkinci merkez olan Avro bölgesinde ise büyüme hızı % 0.6, yani %1'in bile altında… Üçüncü merkez olan Japonya'da ise büyüme hızı% –.07. Gerçi, son çeyrekte Japonya %2.6 gibi ülke için çok iyi sayılabilecek bir büyüme gösterdi. Ama, yıllık olarak bakıldığında henüz eksi büyümeden kurtulabilmiş görünmüyor. Bu sene bu ülkelerde pek canlanma olmayacağı anlaşıl ıyor. Üstelik Avrupa’da bir başka olay var, Avrupa’da gözlenen büyümenin sebebi de iç talep değil, ihracat. Bu bizim gibi bir ekonomide olsa iyi bir şey… Ama Avro bölgesinin böyle bir performans göstermesi bizim için iyi bir şey değil. “Avrupa’da iç talep artmıyorsa, Avrupa’nın bizim mallarımıza olan talebi de artmıyordur” diye düşünmek gerekir. Bu da bizim ihracatımızı olumsuz etkiler.
Özetle dünyada yaygın bir durgunluk var gibi; dolayısı ile 2002 yılı pek iyi gözükmüyor. 2003 yılı için bu haftaki The Economist’te bir müjde var… Sen benimle aşağı yukarı aynı yaşlardasın, ama senin bile bilmen mümkün değil 2003 yılında olacakları…Hiç görmedin hayatında: Fiyatlar düşecekmiş!
ÖM: Fiyatlar mı düşecekmiş?
HE: Sen gördün mü hiç öyle bir şey ömrü hayatında?
ÖM: Hayır görmedim.
HE: Ben de hiç hatırlamıyorum öyle bir şey. Tabii bizim ülkede olmaz bu yine, biz gene bildiğimiz gibi enflasyonla devam ederiz yaşamımıza… Söylenen şu: “Bu gidişat ciddi bir depresyon anlamına gelmez. Ama belli ki önümüzdeki dönemde Amerika, Avrupa ve Japonya, üretim kapasitelerinin altında üretim yapıyor olacaklar, bu da fiyatların düşmesine yol açabilir.” Fiyatların düşmesine "iyi" diyebiliriz ama, öyle değil, bu deflasyon denilen olay tehlikeli bir olaydır. Çünkü fiyatlar düşünce, sizin maliyetlerinizi karşılamayan fiyatlara geçecek, firmalar bu durumda zarar edecek… Bu kötüleşen bir süreci başlatabilir. “Deflasyon mutlaka olacaktır” denebilir mi? Tabii denemez, ama bu yönde oldukça güçlü öngörüler var. The Economist diyor ki "öngörü yapanların ortalaması giderek bu yöne kayıyor. Gelecek sene fiyatlar düşecek.” Bu tabii şunu beraberinde dünya ticaretinin canlanmayacağı öngörüsünü de beraber getiriyor. Bu da 2003 yılı için kötü bir haber.
ÖM: IMF raporunun genel değerlendirmesi nasıl?
HE: IMF’in genelde bekleyişi çok kötümser sayılmaz ama, olumlu bir dünya bekliyor havasını da ben edinmedim söylediklerinden. IMF Başkanı Köhler, “evet bu öngörüye katılmak mümkün ama depresyon beklemiyoruz” dedi. (Yani fiyat düşüşü ile birlikte önemli oranda üretim düşüşü, işsizlik artışı). Ama belli ki IMF fiyat düşmesi, dünya ticaretinin gelişmemesi olasılıklarına ilişkin kaygıları bir dereceye kadar paylaşıyor…
ÖM: IMF, UNCTAD raporları, belki The Economist’in söylediklerine bir yeni haberi de ekleyerek... Bugün BBC’de bir haber var, “hisse senedi piyasalarında ve borsalarda da durumun pek parlak olmadığını söylüyor. Özellikle, ABD’nin en büyük ikinci bankası JP Morgan gibi, yazılım grubu Oracle’ın da kötü kâr sonuçları bildirmeleri, zaten çok iyimser olmayan bir ekonomik durumu büsbütün kararttı içleri” şeklinde. Yatırım bankası Merrill Lynch’de de işten çıkartmalar var, önemli görevlilerin görevden alınması var, bu da şok dalgaları yaratmış. Britanya’da Barclays Bank’da da tatsız durumlar olduğu belirtiliyor. Sonuçta, Dow Jones endeksinin 8 bin seviyelerine doğru tehlikeli bir şekilde kaydığı haberleri var. Irak savaşının da etkisiyle, Amerika’da beklenen bu düzelmenin daha da geç olabileceği yolunda haberler de vardı. Kısa ama objektif ve endişe verici bir haberdi. Hatta Standard Life Investments’dan birisi sürekli olarak kanal tedavisi için dişçiye gitmeye benzetmiş “bir seferde bu kökü alırlar ve biter zannediyorsunuz ama hep daha çok acı çektirerek aylarca devam ediyor” demiş.
HE: Bu arada Irak’la ilgili bir gelişme olursa ne etkisi olur diye The Economist’te aktarılan bir görüş var: “Irak’ta, diyelim ki BM kararı ile, bir operasyon oldu. Bu petrol fiyatlarını etkiler. O zaman söylenen fiyat düşüşü gerçekleşmez, ancak böyle bir operasyon da durgunluğu arttırır”, diyorlar. Dolayısı ile anlaşılıyor ki 2003’ün, Avrupa, Japonya, Amerika ve diğer ülkelerde de olabildiğince ciddi bir koordinasyon sağlama gibi mucizevi bir şey olmazsa, pek iyi geçmeyeceği ya da hiç olmazsa çok rahat bir yıl olmayacağı anlaşılıyor. Bu, Türkiye açısından dikkat edilmesi gereken bir nokta, onun için söylüyorum. Türkiye için zaten 2003 çok kritik bir yıl. 2004’ten itibaren Türkiye'nin dış borç ödemelerinin yükseldiği bir döneme gireceğiz, bu nedenle 2003’te kendimizi toparlamamız gerekli. Ama dünya konjonktürünün yardım etmediği bir yılda yapacağız bunu. Bu tabii çok dikkatli olmayı, siyasi açıdan çok tutarlı olmayı gerektirir.
ÖM: Çeşitli yetkililerin ağzından da söylendiği gibi güçlü ve hata payını asgaride tutacak bir hükümet olmaması halinde durumun parlak olmayacağı görüşü belirtiliyor zaten. Seçimler o açıdan da büyük önem taşıyor anladığım kadarı ile. Hazır Türkiye’ye geçmişken pek de çözemediğimiz şu ‘büyüme’ mucizesi üzerinde biraz daha konuşmaya ne dersin?
HE: O konuda ben çok iddialıyım, bir gün er veya geç çözeceğim bu muammayı. Ama kimin işine yarar bilmem, belki iktisat tarihçilerinin işine yarar. Şu ana kadar daha çözemedik.
ÖM: Bir olası etken olarak “stoklar” demiştin geçen hafta.
HE: Görünüm şu; üretim yapmışız indeksler onu gösteriyor, fakat ne tüketmişiz ne yatırmışız. Üretilenler raflarda bekliyor. Burada çözemediğimiz konu, niye işadamlarımız 6 ay boyunca raflara mal yığmışlar? Ne bekliyorlar? Büyük bir talep patlaması mı, büyük bir kriz mi? Kriz derken, -Allah korusun- “savaş filan olur da mal gelmez, biz şimdiden üretelim” gibi bir şeyler düşünmüş olabilirler. Bu tabii ciddi değil, böyle olmaz, orada bir gariplik var.
Bu garipliği de çıkaramıyoruz. Ama ben tekrar altını çizeyim: ortalıkta ‘rakamlar tahrif edildi’ diye bir durum söz konusu değil. DİE hep aynı metodolojiyi uyguluyor. Burada bir sorun yok. Ulaşılan rakamları, bunu kontrol edebilecek başka bir yöntem yok, olsa zaten DİE’de olurdu ve yapardı. Biz bazı göstergelere bakabiliyoruz. O kadar…
Örneğin, beraber çalıştığım arkadaşım Cenk Tarhan borsadaki 153 sanayi firmasına baktı. Bu firmalarda, Haziran 2002 verilerine göre stok düzeyi (toptan eşya fiyatları serisi kullanılarak reel hale getirildikten sonra) bir yıl öncenin altında. Hem de azalma oranı %-10.5…Bu bilgi önemli mi? Evet, bu firmalar, Türkiye’deki imalat sanayiinin büyücek firmalarıdır. Bu bulgu imalat sanayiindeki büyük firmalarda stok birikimi olmadığı anlamına geliyor. Bu DİE'nin tahminlerinin yanlış olduğu anlamına gelmez. Başka kesimlerde stok birikmiş olabilir. Örneğin tarımda… Acaba var mı?
İşin bir de finansman yönü var. Üretimi artırabilmek için girdi alma, işgücüne ödeme yapmak gerekli. Oysa elde ki verilerde bu büyümeyi finanse edebilecek kaynak pek görünmüyor. Malum, banka kredilerinde artış yok, hatta reel olarak daraldığı bile söylenebilir… Akla yurt dışından bir miktar kaynak girmiş olabileceği geliyor.
Bu yılın ilk üç ayında ödemeler dengemizin tümü (yani cari denge ile sermaye hareketleri dengesinin toplamı) 1 milyar 279 milyon dolar kadar açık var. Yani Türkiye'nin cari döviz kazançları ve mali piyasalar aracılığı ile giren kaynaklar, cari döviz harcamaları ve borç ödemelerimizi karşılamaya yetmemiş. Ortada bir açık var. Bu açık ikinci üç ayda 400 milyon dolara düşmüş. Peki bu açığı nasıl kapatmışız? IMF’den gelen kaynak ile… Yalnız IMF’den gelen paranın tamamı bu amaçla kullanılmamış, çünkü bu dönemde, yani ilk altı ayda Merkez Bankası’nın resmi rezervlerinde birikim var, yani IMF’den gelen paranın bir kısmı Merkez Bankası’nda duruyor, bir yere gitmemiş. O rakam da 2 milyar 389 milyon dolar. Geriye içeride finansman olarak kullanılabilecek 1 milyar 682 milyon dolar kalıyor. Bu çok mu büyük bir rakam? Değil, %1-1.5’u arasında…Ama bu dönemde banka kredilerinde hiçbir hareket olmadığı için ciddi sayılabilecek bir kaynak. Peki bu ek kaynak Merkez Bankası'na geldi. Oradan firmaların kullanımına nasıl geçti? Banka sistemine girip, krediye mi dönüştü? Ne oldu?
Cenk Tarhan yaptığı çalışmada bu 153 firmanın finansman yapılarına da baktı. Bu firmaların Haziran 2002 sonu itibariyle banka kaynaklarından temin ettikleri kaynaklarda geçen senenin aynı dönemine göre reel bir artış yok, tam tersine % -19.8 oranında azalma var. Ama 2002'nin 2. çeyreğinde banka kredilerinde bir artış (% 13) görünüyor. Ancak aynı dönemde asıl artan finansman kaynağu ticari krediler, % 23.6. Yani şirketlerin başka şirketlerden aldıkları borçlar artmış.
Dolayısı ile ortalıkta şöyle bir durum var gibi; IMF'den kaynak gelmesi Hazine itfa ettiğinden daha az borçlanmasını sağladı. Bu piyasada bir miktar kaynak bıraktı. Bu kaynağın sahipleri de bunu bir şekilde bunu kendi işlerinde kullandılar. Peki bunlar kim? Çalışmada ele alınan 153 firmada bu pek görülmüyor. Çünkü şirketlerin portföyleri bu kadar büyük değil.
Özetle, yılın ilk altı ayının bütününde baktığımızda büyümenin banka kanalından finanse edildiğini ya da şirketlerin portföylerini küçülterek üretim ile ilişkili alanlara kaynak aktardıklarını söyleyemiyoruz. Özetle muammayı henüz çözmüş değiliz, ama buralardayız.
ÖM: Peki, beyaz kadın ve uyuşturucu ticareti meselesine de baktınız mı?
HE: Efendim, o konuda istatistikler henüz yayınlanmadı, onun için bilemiyorum.
ÖM: Hakikaten ilginç, yılın muamması olmaya devam ediyor anladığım kadarı ile.
HE: Ben fırsat oldukça bu konuya değineceğim. İnşallah yakın bir zamanda doyurucu bir açıklama sunabilirim. Buna önem veriyorum. Çünkü önümüzdeki dönemde bu finansman yapısındaki değişiklikler, bu büyümenin kalıcı olup olamayacağını gösterecek. Türkiye bir saman alevi gibi parlayıp sönen tesadüfi bir büyüme mi yaşadı? Öyle ise önlem almak gerekli, büyümenin devamı sağlanmalı. Ya da bir kalıcı bir büyüme yoluna, finansmanı, istem ve sunumun yapısı belli bir yola girilmiştir. O zaman iyi…. Ama bana pek öyle gözükmüyor.
ÖM: Büyüme de tabii kilit kelime, değil mi? Büyüme her şeyin anahtarı durumunda ?
HE: Evet, kesinlikle.
(19 Eylül 2002 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)