Markasız hayat mümkün mü?

-
Aa
+
a
a
a

  Nasreddin Hoca’nın “ye kürküm ye” fıkrasını baştan anlatmayacağım, nasıl olsa herkes ezbere biliyordur. Yine de, hatırlatmayı deneyeyim. Görünüşümüzün, daha doğrusu üst-başımızın, başkalarından gördüğümüz muameleyi belirlediğinin klasik örneği olan bu fıkrada, gündelik giysileriyle gittiği davet sofrasının kapısından döndürülen Hoca samur kürkünü giyip geri geldiğinde baş köşeye oturtulur. Hatırlamışsınızdır.

Yeni kuşaklara yakıştırılan “marka” giysi ve eşya merakının pek de öyle yeni olmadığının bir kanıtı, Hoca’nın fıkrası... Bir bakıma, kendini kabul ettirebilmek için marka kullanma eğiliminin gerekçesini ve bazen de kaçınılmazlığını ortaya koyan bu fıkranın derslerini uygulayan gençleri “marka düşkünü” diye yargılamak biraz haksız geliyor bana.

Bir genç açısından düşünmeyi deneyelim: Kendimi yeterli hissetmiyorsam, iki şekilde olabilir. Bazen kendimi yetersiz gördüğümden, bazen de (ben kendimi yeterli görsem bile) çevremdekiler benim yeterliliğimden kuşkudaysalar... Her iki durumda da, ben kendimi olduğumdan daha “iyi” gösterebilmek, yeterli izlenimi verebilmek için en kestirme yola başvurmaya meyledebilirim. Kestirme, kolay, zahmetsiz... Üstümdeki marka beni otomatik olarak terfi ettirir; sadece başkalarının gözünde değil; kendi gözümde de...

Boşluk hissi kalır

Başkalarının bize davranış şekli küçük yaşlardan itibaren kendimizi nasıl gördüğümüzü belirler. Bu davranışın “iyi” olması yetmez; bizim de o “iyi” davranışı tam ve doğru algılayabilmemiz gereklidir. Herhangi bir sebeple algılaması eksik ya da yanılgılı olan bir çocuksak (dikkatimiz dağınıksa, örneğin), bize gösterilen “iyi” davranışı, kendimizi yeterince iyi hissedebilecek kadar algılayamayız. Sonuç, kendimizde bir şeylerin eksik olduğu hissi olacaktır. Bir şeyler eksikse, eksikliği tamamlamanın yolu, allanıp pullanmaktan, markalanmaktan geçer. Markamızın yeterince iyi olduğuna inanamıyorsak, kendi hissettiğimiz yetersizlik davranışlarımıza da yansıyacaktır.

Bir boşluk doldurma, bir eksiklik giderme aracı olarak marka, ne yazık ki, bu etkisini hızla da kaybeder. Yenilenmesi gerekir; her zaman daha “iyi”si olacağından, bir türlü tam “yeterli” gelmez; her şeye rağmen bir boşluk hissi kalır. Marka trafiğinin yoğunluğu, biraz da, o eksiklik duygusunun bir türlü giderilememesinin ürünü sayılmalı...

Marka düşkünlüğü varlıklı kesime özgü bir takıntı olarak düşünülüyor; oysa, markaların ucuz taklitleri bunun tersi yönde bir kanıt. Pazar yerlerinde, marka adlarının en görünür şekilde yerleştirildiği, çantalar, kazaklar markaların benlikteki eksikleri kapatma işlevini toplumun her sınıfına yayma işlevini üstleniyorlar.

Markadan vazgeçebilir miyiz? Bunu okurlara sorarken, aslında kendime de soruyorum. Marka giymez ya da takmaz isek, ne olur? Eksiklerimizi kapayacak başka neler bulabiliriz? Eksiklerimize katlanmayı, onları bir parçamız olarak görüp kabullenmeyi öğrenebilir miyiz? Ya da, dönüp dolaşıp, bir “marka” ile kendimizi daha iyi hissetmeyi; kabul edilmeyi garantilemeyi mi tercih ederiz yoksa?

  

(İstek Vakfı dergisi, Ocak 2003 sayısından)