Yoksa, Artçı'nın "endişe dolu bakışı" mı demeliydim?
Öyle ya, endişe, teyakkuz, tetiktelik halleri, soğuk terlemeler... "Öncü de sersemin teki, hepimizi düşmanın avucuna düşürecek" vesaire sızlanmalar Artçı'nın en doğal hissiyatı değil mi? (Yani... Savaşıyorken...)
Oysa, "Savaşta" değilken, yani düşman belletilmiş başka insanlarla ister göğüs- göğüse, ister lazer ışınımlı tüfeklerle uzaktan- uzaktan öldürülüşmezken, bir artçıya hiç gerek olmadığı açık.
Gelgelelim: Bir yandan resmi bir "barış durumu"nu, "yurttan cihana uzanan" o enginliğiyle bıkıp usanmadan ilan edip, öte yandan zaman zaman hissedilen gizli bir iç kanama gibi, milletin önüne düşmanlar sürmekten geri kalmayan siyasi-devletsel yapılarda, "molla arkayı kolla" prensibi bir türlü tedavülden kalkamamakta...
Bu nedenle, "Talleyrand öldü" haberi geldiğinde: " Acaba maksadı ne?" tepkisini veren "Napolyon refleksi" pek çok ülkede olduğu gibi, devlet aygıtımız ve fahri kurmaylarımızda da el'an yaygın...
Aslında bu pek de garip bir şey değil (tabii devlet Aygıtı içindeysek). Fakat, aygıt dışındaysak, örneğin S.S.K. ya da BAĞKUR ya da OYAK'la falan ilişkimiz olmakla birlikte, onlardan beklentimiz yoksa, ve yine örneğin, pauwlonia ağacı dikmeye ve buna Tarım Bakanlığı dahil hiç bir kurumun karışmamasına kafayı takmışsak; farklı bir arkadan kollama hali içindeyiz demektir.
Zaman akıp gitmekte ve biz, hayatımızı neden bir türlü bihakkın elimize alamadığımızın hüsranını yaşamaktayızdır.
İşte bu yazı dizisinde, bu satırların yazarı, yarım yüzyılı henüz aşmış hayat macerasında, sıkça başına gelmiş artçılık hallenmelerini kelimelere dökecektir.
Alt başlıktaki Akçakaya, hallenmelerin sülale boyutunun başladığı köydür. İlk atanın ölümü 1730, mezarı orada. Strasbourg ise kayıtlı mesleğimin (avukat) son ürünü dilekçemi gönderdiğim yer. Aile ağacımın köklerini tesadüfler ya da saçmalıklar nedeniyle terk etmediğim gibi, dallarının uzandığı pek çok mahalli de gördüm, yaşadım. Kısacası, taşra ile merkez arasında gidip geldim. Hiçbir zaman öncü olamadım. Belki de taşra hep ruhuma işledi ve iflah olmaz bir artçı olarak kaldım.
Aslında bütün bunlar Akçakaya köy kahvesindeki bir oturuşumda filizlendi:Büyük büyük büyük dedemin oturuşu herhalde çok farklıydı. Özel bir sediri olduğu anlatılır. Bense özenle düz vatandaşlığımı korumaya çalışırken, laf nereden açıldıysa, bir çiftçiler nümayişine geldi. İşte "mazot pahallı, gübre, ilaç el yakıyor, taban fiyat rezalet" falan... Bunun üzerine, traktörlerle Aydın otoyolunu kapatma önerisini ortakçım Erol seslendirdi. Köyün yaşlılarından "polis bizi döver" repliği geldi. Erol, "hepimizi dövemezler ya, traktörleri yolda bırakır kaçarız" düpliğini yapıştırdı. İhtiyar heyetinden son yanıt geldi ve biz de kalkıp gittik: "Ne o parayı isteriz ne de o dayağı yeriz."
Erol'un son sözleri yanılmıyorsam, ya "sürünün" ya da "geberin o zaman" oldu. Ortakçımın 76 model Reno'suyla Söke yoluna düzülürken pek konuşmadık. Sonunda Erol dayanamamış bir sesle, "Bey" dedi, "bunlar aslında askerde yedikleri dayakları unutamıyorlar bir türlü." Sessiz kaldım. Ne de olsa ortakçımın askerliğini nasıl yaptığını ve muhtemelen yediğinden çok dayak attığını biliyordum.