Freud'a nörobiyolojik bir itiraz

-
Aa
+
a
a
a

Cumhuriyet Bilim–Teknik’te Freud Dosyası (Bkz. "Oidipus'a Selam") yayımlandıktan sonra çeşitli tepkiler aldım. Bunlardan bir tanesi Dr Turgay Dalkara’dan gelmişti: Nörobiyoloji adına tekzip hakkı istiyordu. Arayıp da bulamadığım bir şeydi, hemen buluştuk ve tekzibi hayata geçirdik. Dr Dalkara, Hacettepe Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra, nöroloji uzmanlık eğitimi ve farmakoloji doktorasını aynı yerde tamamlamış. Ardından, McGill Üniversitesi’ne bağlı Beyin Enstitüsü’nde (Montreal) iki yıl çalışıp Türkiye’ye dönmüş. Şimdi yine Hacettepe’de, beyin ve davranış arasındaki ilişkilere yönelik nörobiyolojik araştırmalarla birlikte klinik çalışmalarını da sürdürüyor. Konuşmanın tekzip yönü ağır basan yanlarını aktarıyorum: 

 

Turgay Dalkara: Bu dosyada bana Freud’u aklama, haklı çıkarma çabası var gibi geldi. Esas olarak bu noktadan karşı çıkıyorum. Ama önce şunu açıklayayım. Nörobiyoloji kolektif bir temel tıp bilimleri topluluğu. Bünyesinde farmakoloji, anatomi, embriyoloji, genetik, biyokimya ve pek çok bilim dalı var, ama nörobiyoloji sanki yeni bir psikiyatri ekolüymüş gibi anlaşılıyor kimilerince. Oysa nörobiyoloji beynin işlevlerinin anlaşılması için gerekli substratları, biyolojik zemini hazırlayan bir temel birim.

 

Yankı Yazgan: Biyolojik yaklaşım deyince, sanki kimi beyin işlevleri biyolojik, kimileri biyolojik değilmiş gibi bir anlam da çıkabiliyor. ‘Son tahlilde’, bütün beyin işlevleri beyinde cereyan ediyor. Psikososyal nedenlerle en yakından ilişkili durumlar için bile beyince biyolojik değişiklikler olduğuna göre...

 

TD: Tabii... Kimi hastalıklarda genetik etkenler daha ağır basıyor, kimilerinde öğrenme, kimilerinde diğer faktörler... Nörobiyoloji, nedenini ayırt etmeksizin, bütün bu olayları biyolojik terimlerle açıklamaya girişir.

 

YY: Ortada bir tek beyin olduğuna göre malzeme hep aynı.

 

TD: Evet ve bu tek malzeme hakkında ortaya konanlar o denli çok ki zaman zaman gelişmeler öngörülenleri boşa çıkarıyor. Önyargılı olacak kadar bilgilerimiz gelişmiş değilken, müritçe bir tavırla Freud’u aklamaya çalışmanın anlamı ne ?

 

YY: Müritçe tavır derken, Freud’un izleyicilerinin nörobiyoloji içerisinde onun öngörülenlerini haklı çıkaran öğeler bulmalarını mı kast ediyorsunuz ?

 

TD: Evet. Ancak mümince bir inanç içerisindeki bir kişi bunu yapar. Oysa bilimde müminliğin bir yere yoktur. Şimdi Freud’a bakıyoruz. Gerçekten, inanılacak bir öğreti ortaya atmış. Son derece karmaşık bir yapıyı, basit bir modele indirgeyerek açıklamış.

 

YY: Ama bu açıklamalar büyük ölçüde kabul görmüş. Kimi durumlarda da geçerliliğini koruyor. Bu sadece inanç sahiplerinin bolluğuyla ilişkili bir geçerlilik mi? Ayakta kalmasının felsefi bir sistem kurmasıyla bir bağlantısı var mı?

 

TD: Şimdi XIX. yüzyılın ikinci yarısına baktığımızda benzeri bilim adamlarını görüyoruz. Felsefileştirme, spekülasyon bunların genel bir tutumu. Freud’un çağında, bilim alanında büyük atılımlar gerçekleşiyor. Buluşlar, makineler vesaire.. Bazı açılardan yetersiz yine de. O zaman, düşünerek evreni ve insanı anlamaya çalışıyorlar.

 

YY: Freud da bunlardan biri herhalde. Çok etkileyici ve sistematik bir model öneriyor.

 

TD: Çok diyalektik bir yapı kurmuş. Diyalektik, insanın düşünce sürecine çok uyuyor. Hayatın içinde gözlenebilen bir şey. Freud bunu kullanıyor. Çok da etkileyici oluyor. Şu sistemler arası çatışmalar gibi. Aslında, Hegelci bir diyalektik kullanıyor.

 

YY: Marx’tan çok Hegel’e açık olması doğal değil mi? Bu noktada size katılıyorum, ama etkileyiciliğini felsefi bir cambazlık gibi görmeye içim elvermiyor. Hastalıkları tarifi, hastalıklarda çocukluk yaşantılarının yerini vurgulaması, bilinçdışının rolünü gündeme getirmesi... Bütün bunlar, geçerliliğini yitirmeyen yönleri.

 

TD: Freud çok iyi bir modelci, ama bilimsel değil. Düşünerek düşünce üretmek, buna her zaman karşı olmamız gerek. Bilimsel modelde, test edilebilen bir düşünce ortaya atmak, sonrasında testin sonuçlarına göre yeni bir önerme geliştirmek alışılmış sırasıdır. Freud’da böyle bir kaygı yok...

 

YY: Yanlış anlamıyorsam, düşüncenin düşünceyle sınanması gerektiğini söylüyorsunuz. Bir önermenin iki cümlesi de düşünce olmamalı, öyle mi ?

 

TD: Evet, şu atom modellerini düşünelim. Rutherford atomu tarif ederken, ‘bir proton, çevresinde dairesel olarak dönen elektronlar’ vs diye net bir model ortaya atmış. Sonra Bohr ortaya çıkmış, bu modeli test etmiş ve dairesel yörünge değil, eliptik bir yörünge çizen elektronlar olduğu önermesini geliştirmiş. Bugün, bu model de gözden geçirilip, başka bir yörünge modeli ortaya atılmış. Bu insanların hepsi, belirli durumlar için geçerli modeller geliştirip, modelleri sınayıp, revize ediyorlar.

 

YY: Freud bunu yapmıyor mu? Klinik durumları açıklama tarzı tutmadığında, görüşlerini değiştirmiştir. Tıbbın diğer dallarında da deneme-yanılma tipi ampirik yöntemler uygulanmıyor mu?

 

TD: Doğru. Şöyle bir fark var. Klinik model ile temel bilim arasında bire bir ilişki kurulabilmeli. Freud’un klinik modeli ile ilişkilendirilebilecek hiçbir şey bulamıyoruz. Kendi kanıtı yine kendi oluyor.

 

YY: Psikanalizin nörobiyolojinin lisanına çevrilebilir olması bilim olması yönündeki başlıca engel, öyle mi?

 

TD: Bilinçdışı diye bir kategori nörobiyolojik olarak mevcut değil. Çok kaba bir model bu. Freud’un teorisinde anahtar olan anksiyete ile nörobiyolojik anksiyete arasında bir ilişki göremiyorum.

 

YY: Bir dakika, ben bazı psikanalitik araştırmacılar biliyorum. Bu kişiler, dediğiniz ilişkiler için bazı önermeler getiriyorlar.Örneğin, id kavramı ile amygdala gibi beyin bölgeleri arasında ya da bilinç ile neokorteks gibi bölgeler arasında eşlemeler yapıyorlar. Hipotez düzeyinde de olsa böyle çabalar var.

 

TD: Tamam, böyle çabaları takdirle karşılıyorum, ama yine de neden yüzyıl önceden kalma bir modeli beyine uydurmaya çalışıyorlar? Bugün gelinen noktaya daha uygun yeni modeller geliştirmek varken...

 

YY: Yapanlar olmadığını söyleyemeyiz. Algı psikolojisi, gelişim psikolojisi ve nörobiyolojiden kaynaklanan yeni analitik teoriler ortaya atan Basch, Horowitz gibileri var.

 

TD: Buna bir itirazım yok. Çünkü Freud’un tarzından oldukça farklı oldukları anlaşılıyor. Ölçülebilirlikleri, sınanabilirlikleri var. Oysa Freud... Döneminde ya da hâlâ etkin olması, geçerliliğinin bir kanıtı olmaz. Tarihten bir örnek veriyim, Mısırlı Batlamyus. Astronomiye ilişkin görüşleri, döneminde en yaygın kabulu gören kişi. Yedi kat arş tezini ortaya atan, güneşin dünyanın etrafında döndüğünü söyleyen bir kişi... Etkileyici, belli durumlar için geçerliliği olan önermelerinin bugün hiçbir geçerliliği yok. Oysa o sıralarda bir de Erastothenes var. Mısır’da yaşadığı yerden kilometrelerce ötede bir yeri adımlatarak, ölçerek ve hesaplayarak, dünyanın çapını, ay ile dünya arasındaki mesafeyi kestirebilmiş. Bilimsel yöntem kullanarak çalıştığı için de önermesi geçerliliğini yitirmemiş. Oysa Batlamyus’tan geriye kalan bir şey yok. Bence Freud da birkaç yüzyıl sonra pek hatırlanmayacak.

 

YY: ABD’deki manzaraya bakılırsa, bu dediğiniz muhtemel gözüküyor. Herkes nörobiyolojiyle meşgul, ama kimilerine göre bu geçici bir durum. Sallanan bir sarkacın ulaştığı uçlardan biri....Bir süre sonra ortalık durulacak ve nörobiyoloji şimdiki ağırlığını yitirecek. Böyle diyenler var.

 

TD: Kesinlikle katılmıyorum. Moda filan yok ortada. Bu bir ‘epistemolojik kopuş’. Temelli bir dönüşüm gerçekleşiyor. Bilgi birikimi, bilime dönüşüyor. Beynin işlevlerinin anlaşılması bu yolu açıyor. Bilimsel ilkelere göre sınanabilen, doğrulanan tezler söz konusu artık.Öte yandan, biz tıp mensupları olarak hastalıklarla ilgileniyoruz. Daha temelde yatan aksaklıkları aramalıyız. İçerikle ilgilenmek, belki zevkli, ama biraz entelektüelce bir merak.

 

YY: Temel aksaklık derken, beynin işleyişine ait bir aksamayı kast ediyorsunuz galiba, kişiyi hastalanmaya yatkın kılan yapısal bir özellik...

 

TD: Evet, örneğin şu BİP de denen anksiyojenik proteini alalım. Kimi insanlarda, bir proteini modüle etme, kullanma, ayarlama yeteneği daha az. A kişisinde ah vah ile geçişen sıkıntılı bir durum, B kişisinde anksiyete hastalığına yolu açabiliyor.

 

YY: Belki bu tabloda tamamlanması gereken bir nokta var. Anksiyojenik proteinin neden kimilerince iyi modüle edilemediği? Tümüyle kalıtsal bir şey mi, sanmıyorum. Kişinin yaşantılarının, bu yeteneğin gelişiminde etkisi olduğu kanısındayım. Bazı araştırmacılar, yaşantıların nörobiyolojimiz üzerindeki etkilerini inceliyorlar. Bu araştırmaların sonuçları, psikolojik açıklamalar ile biyoloji arasındaki köprüyü kurabilirler.

 

TD: Sanıyorum, o zaman bilimsel bir model olabilir. Çünkü bunlar test edilebilen, tekrarlanabilen ve revize edilebilen modeller olacaktır. Oysa Freud, hiç böyle bir model önermemiştir.

(1990)

 

 

 

Eklemeler: Bu görüşme gazetede yayımlandıktan sonra, Turgay Dalkara karşısında Freud’u savunmasız bıraktığımı söyleyenler oldu. Biraz haklılar, ama nörobiyolojik ve dinamik paradigmaların arasındaki epistemolojik kopuş karşısında öylesine şaşkındım ki, savunuculuk görevini yapamadım. Dalkara’nın söylediklerine en tutarlı itirazı getirenlerden birisi, Hacettepe Psikiyatri’den Dr Orhan Öztürk olmuştu. Öztürk’e göre insan ilişkileri başka bir düzeyde cereyan ediyordu. Dolayısıyla, ilişkileri ve bunlar çerçevesinde ortaya çıkan etkileri nörobiyolojinin diliyle anlamak ve ifade etmek pek mümkün değildi. A kişisinin, B ve C kişilerinden korktuğunu düşünelim. Korkunun nörobiyolojik substratı belki B, C, hatta D,E, F, için aynı moleküler ifadede olacaktı. Ama bu nörobiyolojik ifadeyi bilmemiz, A’nın  B ve C’den neden korktuğunu, B ve C’ye ilişkin korkularının birbirinden farklı içeriklerini anlamamıza yetmeyecekti. Freud’un ortaya attığı teori, aynı nörobiyolojik substratı paylaşan ama insan ilişkilerinde çok farklı biçimlerde beliren duygu, düşünce ve davranışları anlamayı hedeflemişti. Toksöz B Karasu’nun kitabın diğer sayfalarında bulabileceğiniz görüşleri de, Öztürk’le paralellik gösteriyordu. Nörobiyoloji ve psikodinamik teori benzer süreçleri farklı düzeylerden inceliyorlardı.