6 Ekim 2010
“Her birimizin sahip olduğu en değerli şey, benzersiz kişisel hikâyemizdir. Hikâyemiz varlığımız için gereklidir, tıpkı bir incinin istiridye için gerekli olması gibi.”
William L. Randall’ın, Bizi ‘Biz’ Yapan Hikâyeler adlı kitabından aldım bu sözleri. Hikâye, bizi biz yapan, bize ruh veren şeydir. Hikâyenin, sadece insanlar için değil, bütün varlıklar için böyle bir önemi olduğuna inanırım; eşyalar da buna dâhildir, şehirler de.
Her varlığın, uzun ya da kısa, ama mutlaka bir “geçmiş”i vardır. Lakin her geçmiş bir hikâye değildir ya da hikâye, basit bir “geçmiş” değildir. Hikâye, “kendi olmak”la ilgili bir şeydir. Dışarıdan dayatılan, kendi deneyimimizle kaynaşamayan “kurmaca geçmiş”, kendimizi yaratma ve kendimiz olma çabasını yaralar. Bu anlamda kurmaca, ancak sahici olanı yok ederek kendine alan açabilir çünkü. Oysa kendi olmak; kendi hikâyesini yaratabilmek ve yaşayabilmekle mümkündür.
Türkiye’nin en büyük sancılarından birinin kaynağı da, tam burada, yani kurmaca geçmiş ile sahici hayatlar arasındaki çatışmada yatıyor. Bu sancının orta yerinde ise Ankara bulunuyor. Gerçi Ankara’nın “geçmiş”inde de sahici hikâyeler var, ama bugünkü Ankara’nın onlarla bir alakası yok.
Ankara, kurmaca ihtirasının dünyadaki devasa örneklerindendir. Hem kendisi bir kurmacadır, hem de kurmaca politikasının sembolü ve merkezidir. Kurmaca politikası derken; kurgulanan bir geçmişin ve onun üzerine kurulan bir kimliğin, ülkede yaşayanların büyük bir kısmına dayatılmasını kast ediyorum. Bu politikanın en etkili aracı, başkalarının hikâyelerini ve hayatlarını yasaklamak ve bastırmaktır.
Şimdi gündemin odağında duran anadilde eğitim ve başörtüsü gibi meseleler, hep yasaklardan beslenen bu kurmaca politikasının açtığı yaralara işaret ediyor. Bu politikayı sürdürebilmek için, kiminin yaşam tarzı, kiminin anadili gasp edildi; kiminin de anası, babası, eşi, kardeşi katledilerek veya “kaybedilerek” yok edildi. Sevgül Uludağ’ın Kıbrıs’ta kayıpları anlattığı etkileyici kitabının başlığından ilhamla söylersem; toplumun büyük bir kısmı “incisiz istiridyelere” dönüştürülmek istendi.
İnsan hakları, bu politika için en korkulu ve korkunç kavramlardan biridir herhalde. İnsan haklarını talep etmek, bu politikaya cepheden ve temelden karşı çıkmak demektir ve de ancak böyle olursa anlamlıdır. Zira insan haklarının esası ve bütünü; “kendi olma hakkı”nda saklıdır. İstiridyenin incisine sahip çıkma hakkı gibi bir şeydir bu.
Bu politikanın sürdürülemez hale geldiği zamanlardayız. Bu politikanın mağdurları, tahrip veya gasp edilmiş hikâyelerini ve hayatlarını geri istiyorlar. Hayat da onlara tüm gücüyle destek veriyor. Hiçbir politika, hayatla kavga ederek var kalamaz ve hayatla kavgayı kazanamaz.
Ankara’nın kurmaca ihtirasına direnen mekânları da vardır elbette. Kale, bunların en köklüsü, genişi ve güçlüsüdür. Kale’yi başka zaman anlatırım. Bir de Antika Pazarı vardır Ankara’nın. Her ayın ilk pazarı, Ayrancı Pazarı’nda kurulur. Antika Pazarı, bir ara tuhaf gerekçelerle başka yerlere sürgüne gönderildi; o vakitler, kendisine ruh veren hayat ritmini de yitirdi. Ancak hiçbir gerekçe hayattan daha güçlü olamadığı için, yine asıl yerine döndü.
Değişik şehirlerden satıcılar, şafakla birlikte tezgâh kurma hazırlıklarına başlarlar. Burada sergilenen eşyaların, türlü hikâyelerle örülmüş kavi bir ruhu vardır. Esnafın bu eşyalarla sahici bir ilişkisi vardır, ziyaretçiler de böyle bir ilişki özlemiyle gelirler oraya. Pazar’ın havası, Ankara’ya inat alabildiğine sahicidir.
Yıllardır giderim bu pazara. Sevdiğim ve aradığım eşyalar vardır elbet; Bavaria porselen kahve fincanları, Çekoslovak yapımı kehribar sigara ağızlıkları, Ermeni ustaların parmaklarından süzülmüş savatlı gümüşten işlemeler, Anadolu’nun isimsiz veya ismi silinmiş zanaatkârlarının hikâyelerini anlatan muhtelif madenden ufak eşyalar, hatıralı çakmaklar, kitaplar falan.
Bazen saatlerce kalırım orada. O zamanı dolduran en değerli faaliyetim, o sahici insanlarla aramızdaki temastır. Son gidişimde, bu insanlardan, kurmaca politikasının çökmekte olmasından duydukları memnuniyeti anlatan sahici ve incelikli sözler dinledim, jestler gördüm. İzninizle bu dostlardan bazılarını tanıştırmak istiyorum: Her ay Bursa’dan gelen Ahmet’e, sohbetimize telefonla katılan onun Bursa’daki dostu Şener Bey’e, Karslı İbrahim Usta’ya ve o nefis kekler için onun saygıdeğer eşine teşekkür ediyorum. Bir de, orada ayaküstü tanıştığım Pazar’ın müdavimlerinden Ahmet Eroğlu’ya, hem o çok kıymetli hediyesi için, hem de binlerce sözle anlatılamayacak olanı zarif bir jestle ifade etmenin güzelliğini bir kez daha hatırlattığı ve yaşattığı için şükranlarımı sunuyorum.
Ankara’nın kurmaca politikası ve ondan türeyen yasaklar iyice köhnedi; çöplüğün yolu çoktan göründü onlara. Bu politikanın mağdurları ise, incilerini yeniden kazanma yolunda epey mesafe kat etiler. İncisine tutunan istiridyeyi, kimse ondan bir daha kolay kolay koparıp alamaz...